
SANAL SANAT ATÖLYESİ OCAK AYI ÇALIŞMASI

by Erkan
Artwork: ÖZLEM TEMALI HİKAYELER
- Joined Jan 2021
- Published Books 2
Copyright © 2021
İÇİNDEKİLER
HİKAYE ADI …………….. YAZAR ADI
2.OKÇU ………………………………….. ENES A.
3. KÖŞEDEKİ ÇİÇEKÇİ ………………… MERVE O.
4. SES ……………………………………. BÜNYAMİN T.
5.OKUL ÖZLEMİ ………………………… HAVVA SUDE.
6.ÖLÜMÜN RÜYASI …………… ……….. EMİR BATIN Ö.
7.GÜZEL MEMLEKETİM ………………… HATİCE D.
8. MAVİ BALONLAR ……………………… ELİF K.
9. AYRILIKLA ÖZLEMLE BERABER …….. NURTEN T.
10.ÇOK UZAKLARDA …………………….. SEDA T.
11.AŞEKA ………………………………….. SELİN K.
12.SAHİLE DOĞRU ………………………….. BERSU M.
13.ÖZLEDİM …………………………………. NEHİR O.
14.KENDİNİ ÖZLEMEK ……………………… İREM C.
15.KARANLIĞA DOĞRU ………………….. ARJİN Ö.
16. ZOR GÜNLER ………………………….. ASLI E.
17.İÇİMDEKİ SIZI ……………………………….. BERRA K.
18. AVAZ AVAZ YANAN HASRET ……….. BİLAL EFE G.
19.VATAN UĞRUNA …………………………… ECE A.
20.KENDİ SUYUMDA BOĞMAYIN BENİ ……… EDA K.
21. KÜÇÜK BİR YÜREĞİN ACISI …………….. İKRA K.
22. YILDIZLARIN SEYRİ …………………….. İREM K.
23.MART AYI …………………………………. MERYEM K.
24.SAHİPSİZ MEKTUPLAR ……………….. NAZ ŞEYMA S.
25.GÜNEŞİM ………………………………… NİSANUR K.
26.KAYBEDİŞ ………………………………… SEDANUR Ş.
27.BEŞ AY …………………………………. SÜMEYYE SUDE Ş.
28.OKULLARA ÖZLEM ………………………. NUSRET KAAN O.
29.ÖZLEM ……………………………………… DAMLA A .
30.BATAN DERE ……………………………. ŞEVVAL B.
31. YENİDEN DOĞAN GÜNEŞ ………………. ELİF K.
32.80’LERE HASRET …………………. MERYEM ELİF K.
33. HAYAT ………………………………. MUHAMMET BİLAL G.
34.BEN BURALARA NASIL GELDİM ………….. EMRE Y.
35. YARIM KALAN MEKTUP …………………. REYHAN B.
36.TOPAÇ ……………………………………. NİSA Y.
37.AİLE ÖZLEMİ ………………………… MUHAMMET EMİN Ş.
38.BABADAN YETİM HATUN ANA OĞLU ALİ’NİN HİKAYESİ..MUSTAFA Ç.
OKÇU
“HAZIR! NİŞAN AL! İNDİR!” diye bağırdım. Çocuklar sinirle karışık üzgün bir sesle homurdandı. “Homurdanmaları kesin! Aranızda daha hazır olmayanlar var. Hepiniz hazır olmadan atamazsınız.”
Çocuklar kafasını sallarken bende aralarında dolanmaya başladım. Hepsinin elinde ahşap renginde eğitim yayları vardı. İlk başladıklarında hepsi “havalı” göründüğü için başlamıştı kursa. Ama zamanla yay hepsinin bir uzvu olmuştu. Neredeyse hepsinin.
Bundan bir yıl önce kimse okulda bir okçuluk kulübü açmama sıcak bakmıyordu. Ama bir şekilde öğrencileri örgütlemiştim ve artık bir kulübümüz vardı. Kolay olmamıştı bu. Daha ön yedisindeki bir çocuğun kulüp yönetmesi fikrine hocalar sıcak bakmamıştı. Daha sonra yaptıklarımı görünce, daha doğrusu okçuluğun bana yaptıklarını görünce, hepsi ikna olmuştu.
Okçuluk hayatımı değiştirmişti. Ortaokula kadar kimse ile doğru dürüst konuşamıyordum. Derslerim kötüydü. Okçuluk odaklanmama destek olmuştu, özgüven katmıştı.
“Ama yeter artık!” diye bağırdı on çocuktan dördüncü sırada olan. “Ne yeter artık?”
“Üç aydır adam gibi ok atmadık. Bugün eğitim yaylarını bırakacağımızı söylemiştin. Yaptığımız tek şey gereksiz egzersizler ve yay çekme oldu.”
“Siz de öyle mi düşünüyorsunuz?” dedim diğerlerine bakıp. Çoğu gözünü kaçırıp etrafa bakmaya başladı. İlk söyleyen çocukla aynı sınıftaydık. Bana kalsa onu kulübe almazdım. Ahmet sürekli kavga eden, işe yaramaz biriydi. Kulübe katılmasının sebebi burada olması ile hava atma isteğiydi.
“Demek ok atmak istiyorsunuz. Eğer hedefi kaçıran olursa eğitime baştan başlar ya da atılır. Anlaşıldı mı?” Herkes aynı anda “Evet!” diye bağırdı. “Demek öyle. Ahmet senin için sorun yok mu? Sen ilerlerken arkadaşlarının geride kalacak olması sorun olmaz değil mi?”
“Kesinlikle. Yeter ki şu oku atayım.” dedi. “Öyle olsun. Kırmızı ve sarıdan başka yere atarsanız işiniz biter haberiniz olsun.”
“HAZIR! NİŞAN AL! BIRAK.” On tane okun havada süzülmesinin harika sesinden sonra dokuz saplanma sesi geldi. Gülümseyerek gözlerimi açtım. Dördüncü sıradaki hedef hariç hepsi sarıya saplanmıştı. Dört numaranın oku ise hedefin solundan geriye gitmişti. “Ahmet bırakıyor musun yoksa eğitime baştan mı başlayacaksın?”
“Burada bir dakika daha kalmam.” dedi ve yayını yerine attı. Arkasına bakmadan uzaklaştı. “Geri kalanlar harika iş çıkardınız. İki gün sonra yeni yaylarınızı vereceğim. Dağılabilirsiniz.”
Herkes kapıya doğru giderken idman sahasında tek kaldım. Ahmet’in yere attığı idman yayını alıp kirişine bir ok taktım. Bunlardan kullanmayalı çok uzun zaman olmuştu. İpi gerdim ve oku saldım.
FISSS. TONK.
Ok ortaya saplanmıştı. Gülerek yayı kulübeye götürdüm. İçeriye göz attım. Kulübenin içi beni ok kullanmaya iten kitapla aynıydı. En azından o eve benzettiğime inanıyordum. Girişi geçince köşede sadece içecekler için hazırlamış ufak bir mutfak vardı. Bütün dolaplar çam ağacından yapılmaydı. Mutfak ufak ve yine çamdan yapılmış bir tezgâhla evin kalanından ayrılıyordu.
Salonun sonunda yanan bir şömine vardı. Şöminenin önünde iki tane deri koltuk koymuştum. Salonun ortasında cilalanmış ahşap bir masa ve dört sandalye vardı. Odada karşılıklı olarak iki tane kapı vardı. Biri burada kaldığım geceler için ufak bir odaydı. Diğeri de eşya dolabıydı.
Biraz oturup rahatlamaya çalışacaktım fakat telefonumu elime alır almaz rahatlamayacağımı anladım. Annem, kız arkadaşım ve üç kişi daha mesaj atmış, aramıştı. İlk önce annemi aradım. Annem uzun süre söylendikten sonra beni almaya geleceğini söyledi.
“Kendim gelebilirim anne.” dedim. “Saha evden çok uzak değil. On dakikaya evde olurum.”
“Yağmur yağmaya başladı. Sen bir yere kıpırdama. Hemen geliyorum.” Gülerek telefonumu kapattım. Annem konu yağmur konusunda haklıydı. Ay sonunda yapılacak okçuluk turnuvası için hazırlıklı olmam gerekiyordu. Hasta olarak bunu kaçıramazdım. Annemde bunun benim için anlamını bildiğinden en iyi halimde olmam için uğraşıyordu.
Annem gelene kadar kalan mesajlara cevap verip, oturdum. Annemin kornasının sesini duyduğumda şömineyi söndürdüm. Kapıyı kilitledim ve arabaya koştum.
Yolculuk güzel başlamıştı. Yağmurda annemle beraber konuşarak eve gidiyorduk. Trafik lambalarına gelince bir fren sesi duydum. Kafamı sağa çevirdim. Gördüğüm son şey bir kamyonun farlarıydı.
Gözümü açarken de aynı güçte ışıklar gördüm. Birkaç kere gözümü kırptım. Bir hastanedeydim. Aklıma gelen ilk şey annem oldu. Ama o yanı başımdaydı. Yüzünde çizikler vardı. Kolu da sargılıydı. Ama iyiydi. “Ne oldu?” dedim kendimi zorlayarak. “Bir trafik kazası geçirdiniz.” dedi bir doktor. Yüzü parlıyordu. Kıvırcık saçları omzuna kadar iniyordu. Kırmızı ruju da yüzü gibi parlıyordu. Doktor makyajı biraz abartmıştı.
“Annenin hızlı refleksleri sayesinde hayatta kaldınız.” Gülerek anneme baktım. Ama o gülmüyordu. Yanında duran babamda gülmüyordu. Gözümü odada gezdirip neler olduğunu anlamaya çalıştım. Kız arkadaşım Oya da buradaydı. Ama o da gülmüyordu. Sağ kolumu kaldırmaya çalışıp anneme ulaşmaya çalıştım. Ama bağırarak kolumu indirdim. “Koluma ne oldu?” dedim. “Neden acıyor?”
Doktorun gülümsemesi de herkesinki gibi yok oldu. “Okçuydun değil mi sen?”
“Bu ay sonu turnuvam var.”
“Korkarım ona katılamayacaksın. Kaza sırasında parçalanan camlar ve şarapneller kaslarını parçalamış. Kolun kalıcı şekilde hasar aldı.”
Kadının dediklerini anlamaya çalışıyordum. Kafamı koluma çevirdim. Her tarafı sargılarla çevriliydi. “YALAN SÖYLÜYORSUN!” diye bağırdım. “Benim kolum sakatlanamaz. Ben yay kullanıyorum. Koluma ihtiyacım var. Sana inanmıyorum.”
Kafamı yastığa vurup ağlamaya başladım. Kimin benim hakkımda düşündüğü önemli değildi. Beni ben yapan özelliğimi kaybetmiştim. Ben Marmara’nın en iyi okçusuydum. Bir ay sonra Türkiye’nin en iyisi olduğumu kanıtlayacaktım. Sonra dünyanın en iyisi olacaktım. Bu olamazdı. Kolumu tekrar kaldırmaya çalıştım. Yine bağırarak yerine koydum.
Kazadan bir ay sonra turnuva günü
Kazanın üstünden yirmi yedi gün geçmişti. Ailemle beraber turnuvayı izlemeye gelmiştik. Annem “Ok atamaman izlemene engel değil.” demişti. Burada durmanın bana ne kadar acı çektirdiği hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Okçular yaylarını ellerine almış bekliyorlardı. Kendimi orada dururken milyonlarca kez hayal etmiştim. Şu ansa en arkadan hazırlananları izliyordum. Oya uzaktan seslenip yanıma geldi. Elimi tutmaya çalıştım ama çektim. “Hava almam lazım.” dedim ve dışarı çıktım. Sırtımı duvara yaslayıp kafamı vurdum.
O günden beri kolumda iyileşme vardı ama yeteri kadar değildi. Yayın ipini çekecek kadar değildi. İdman yayınını bile çekemiyordum. Tamamen işe yaramaz biri olmuştum. Farklı biriydim artık. Okçu değilsem neydim ben?
Ahmet uzaktan gelip yanımda durdu. “Pek hoş değil ha? Onlar orada yarışırken sen buradasın.”
“Ne diyeceksen de sonra git Ahmet. Seninle uğraşamam.” O da benim gibi duvara yaslandı. “O saçma kitapları okumaya başlamadan önce ikimiz çok yakın arkadaştık hatırlıyorsun değil mi?”
“Okuduğum kitaplar saçma değildi.”
“İkinci kısma itirazın yok yani? Kim bilir belki bırakmak zorunda kalmak senin için iyi olmuştur.” Hızla çocuğun önüne geçip sol kolumu boğazına yasladım. “OKÇULUK BENİM İÇİN HER ŞEYDEN ÖNEMLİYDİ!” diye bağırdım. “Öyle mi?” dedi arkamdan ince bir ses. Kafamı çevirip elinde iki kola tutan Oya’ya baktım. “Bir aydır senin için her şeyi yaptım. Sırf kötü hissetme diye. Ama sen saçma sapan sopalara benden daha çok değer veriyormuşsun. Sen bilirsin.” Kolaları yere bırakıp arkasına bakmadan uzaklaştı.
Ertesi gün benimle konuşmadı. Ondan sonraki günde. Sonra arkadaşlarım bana Oya’nın haklı olduğunu söyleyince onlara da bağırdım. Hepsi tek tek yanımdan ayrıldı.
Kazadan iki ay sonra
İki ay geçmişti. Ben olmayınca okçuluk kulübü de dağılmıştı. Annem yeni şeyler denememi söylemişti. Ama benim hayatım oktu. Beşinci sınıftan beri ok atıyordum.
Kazadan sonra ilk kez sahaya dönmüştüm. Çimler uzamıştı. Hedef tahtaları rüzgârdan devrilmişti. Ağır adımlarla kulübenin kapısını açtım. İçerisi soğuktu. Toz birikmişti. Son kullandığım yay hala masanın üstündeydi. Yayı elime alıp kırmaya çalıştım. Kolum izin vermedi. Bende bir ayağımla üstüne basarak kırdım.
Şömineyi ateşe vermek için kullandığım uzun çakmağı elime aldım. Tahtalar ayağın altında gıcırdarken yaylarımın olduğu odaya girdim. Sekiz seneden beri kullandığım bütün yaylar, eldivenler, sadaklar ve oklar oradaydı. Odanın perdesine gidip çakmağı çaktım. Perde alev alırken evden çıktım. Çevrede başka bir bina yoktu. Ya da zarar görebilecek herhangi bir şey yoktu. Olsaydı bile yine de yapardım. Bütün bu anılardan kurtulmam gerekiyordu.
“Ne oldu şimdi?” diye haykırdı annem kafamın tepesinde. “İdman sahasını ateşe verdin de ne oldu? Kolun mu iyileşti? Birden mutlu mu oldun?”
“Sen anlamazsın.” diye mırıldandım. “Sen en önemli şeyini kaybetmedin.”
“Ama ediyorum.” Annem sesini azaltıp dizlerinin üstüne çöktü. “Seni kaybediyorum. Baban da ediyor. Arkadaşların da kaybediyor. Bütün bu olanlar onların suçu değil. Kimsenin suçu değil.”
“Hayır, bütün bu olanların bir suçlusu var. Sensin anne bunların sebebi. Kolumun çalışmamasının sebebi sensin. Orayı yakmamın sebebi sensin. Turnuvaya katılamamam senin suçun. Kulübümün kapanması senin suçun. Eğer o gün beni almakta ısrar etmeseydin hala harika bir hayatım olacaktı.”
Annem kafasını kaldırdı. Gözleri dolmuştu. Tek kelime etmeden yanımdan uzaklaştı. Ondan sonra babam geldi. “Annenle öyle konuşamazsın.” dedi sertçe. “Onun suçu değildi.”
“EVET, ONUN SUÇUYDU.” diye bağırdım. Babam elini kaldırıp tokat attı. Hayatım ilk kez bana vurmuştu. Dolan gözlerime aldırmadan oturmaya devam ettim. “Bak oğlum, ok atmayı özlediğini biliyorum. Bunu yaptıklarından anlamak mümkün. Ama hayat sadece bundan ibaret değil. Senin okçuluk haricinde de harika bir hayatın vardı. Seni destekleyen bir ailen, çok iyi arkadaşların, hoşlandığın ve senden hoşlanan bir kız arkadaşın vardı. Derslerin çok iyiydi. İstediğin her şeye sahiptin. Bunlar senin yaşındaki her çocuğun hayalidir. Sen o hayale sahipsin. Neden elinin tersi ile itiyorsun ki? Kolun eskisi gibi olmayabilir. Ama kafan eskisi gibi. Senden baban olarak kendini toparlamanı istiyorum. Oğlumu geri istiyorum. Çok mu şey bu?”
Babam yanımdan ayrıldıktan sonra oturmaya devam ettim. Babamın haklı olduğunu içten içe biliyordum. Kendimi toparlamam gerekirdi. Ama yapamıyordum. Normalde ok atarak kafamı toparladım. Şimdi ne yapacaktım?
Böyle düşünürken kapı çaldı. İki kere üst üste kısa, üç tane kısa. Hızla ayağa kalkıp kapıya koştum. İlk yayımı hediye edip bana yay kullanmayı öğreten Kerim Abi gelmişti. Her zamanki donuk ifadesi ile kapıda bekliyordu. Kapıyı açınca yüzü seğirir gibi oldu. Adamı yıllardır görmemiştim. Lise geçerken başka bir ilçeye taşınmıştık. O günden sonra onu görmemiştim.
“N’aber çocuk?” dedi hırıldayarak. “Hoş geldin abi.” dedim sakince. “İçeri gel.”
“Haberlerini aldım. Kaza geçirmişsin. Ok atamıyormuşsun artık.” Kafamı önüme eğdim. Bu kadar hızlı konuya girmeyi beklemiyordum. “Evet.” diye mırıldandım. Bir süre oda ben de konuşmadım. Babam ve annem yanımıza gelip adama selam verdi. Annem çay hazırlamaya giderken Kerim Abi, babamdan odadan çıkmasını istedi. Benimle bir şey konuşacakmış.
“Eğer hatalı değilsem sanırım sadece yay kullanmayı değil, hayatını yaşamayı da bırakmışsın.”
“Evet.”
“Sana anlattığım ilk şey neydi?” Kafamı iki yana salladım. “Hatırlamıyorum.” Bal gibi de hatırlıyordum. Ama bunu ona söyleyemezdim. “Sana anlattığım ilk şey neydi?” diye tekrarladı. “Bildiğini biliyorum.”
“Ne olursa olsun zevk al.”
“Aynen öyle. Bu tavsiye sadece ok atmak için de değildi. Sana öğrettiğim ilk şey hayattan zevk almaktı. Bunu neden sana öğrettim biliyor musun? Benim gibi olmanı istemedim. Bende senin yaşındayken benim için çok önemli bir şeyi kaybettim ve bu hale geldim. Sen benim gibi olma çocuk.” Kerim Abi ile otuz yaşındayken tanışmıştım. Bütün ailesi ölmüştü. Kardeşleri ile konuşmuyordu. Bunun sebebi yeterince zevk almamasıymış. Bunu kendi ağzıyla söylemişti. “Daha iyi ol.”
“Nasıl yapacağımı bilmiyorum.”
“Zamanı gelince öğreneceksin. Sadece o an gelince geri tepmeyeceğine söz ver.” Kafamı salladım. “Söz veriyorum.” Bu adam her zaman böyle saçma şeyler söylerdi. Genelde anlamları olmazdı genelde.
Sonraki bir saati Kerim Abi ile konuşarak geçirdik. Ona Oya’yı, arkadaşlarımı ve kulübümü anlattım. Kerim Abi gideceği sırada bir şey fark ettim. “Kerim Abi şu tik tak sesi nerede?” dedim. Kerim Abi etrafta olduğu zaman her zaman bir saat sesi gelirdi. Bu sefer hiç duymamıştım.
Kerim Abi elini cebine atıp bir saat çıkardı. Büyük, gümüş bir saat. İçinde “Atıcı” yazısı işlenmişti. “Saatim durdu. Sanırım üç gün önceydi. Bugün saatçiye verecektim. Şu an düşünüyorum da sen alsan daha iyi olacak.”
“Neden ben alayım? Ailenin soyadı işlenmiş.”
“Geri alacağım. Ama nedense sende kalması gerekiyor gibi hissediyorum.” dedi ve ayağa kalktı. “Yarın görüşürüz.”
Gece saat ikide tekrar ayağa kalktım. Sessizce masama koyduğum saate baktım. Arkasını çevirip açmaya çalıştım. Açamayınca gidip babamın alet kutusunu aldım. Kutu aslında babamın değildi. Babam böyle işlerden anlamazdı. Bunlar benimdi. Dördüncü sınıfta kullanıyordum bunları. Ufak tefek makineler yapıyordum. Çoğunlukla ufak pervaneler. O zamanlar çok sıcak oluyordu.
Küçük tornavidalarla saati açtım. Elimi dişlilerin üstünde gezdirdim. Bir iki kurcalayıp minik bir damla yağ ekleyince yıllar boyu beni rahatsız eden “tik tak” sesi geri geldi. Gülerek saati kapattım. Yatağıma yattığımda dördüncü sınıfta yaptığım şeyler aklıma geldi.
Annem bir gün üşüdüm deyince ona uzaktan kumandalı arabamın motoru ve plastiklerle yaptığım ufak pervaneyi hatırladım. Sonra uzaktan kumandalı arabayı nasıl çalıştırdığımı hatırladım. Anılar aklıma hücum ederken beşinci sınıfta ne olmak istediğimi hatırladım. Mucit olup makine yapmak istiyordum. Daha mantıklı düşünürsem makine mühendisi olmak istiyordum.
Sabah kahvaltıya indiğimde odada Kerim Abi’yi gördüm. “Eee, saati tamir ettin mi bari?” dedi. Şaşkınlıkla adama baktım. “Tamir edeceğimi nereden anladın?”
“Hissettim. Şimdi cevap ver.”
Yukarı koşup çalışan saati ona uzattım. “Sanırım anı yakaladın.”
“Galiba.”
“O halde sana bunu vermemde sakınca yoktur.” Koltuğun arkasına eğilip bir yay çıkardı. Uzun tahtadan bir yaydı. “Bu benim ilk geleneksel yayımdı.” dedim. “Aynı zamanda ilk kez on ikiden vurduğun yaydı.”
“Ama bunun yanmış olması gerekiyordu.”
“Nasıl bilmiyorum ama bu yanmamış. Küllerin arasında öylece duruyordu. Bende yeni bir amaç bulduğun için isteyeceğini düşündüm.”
Sonraki günler çok heyecanlı geçti. Evde sürekli olarak eşyaları kurcalamaya başladım. Sanki tekrar küçük bir çocuk gibiydim. Arkadaşlarımdan özür dilemiştim, derslerime tekrar asılmıştım, Oya ile barışmıştım, annemlerle sorunları halletmiştik. Eskisinden daha da iyiydim. Yayımı ve oklarımı odamın duvarına süs diye asmıştım. Onu kullanamamak hayatımın sonuna kadar bir acı olarak içimde olacaktı ama hayatımı yaşamanın birden fazla yolu olduğunu hatırlamamı sağlayacaktı. Eğer bir yolda düşersek farklı bir yolda daha güçlü şekilde başlanılabileceğinin göstergesi olacaktı.
-SON-
KÖŞEDEKİ ÇİÇEKÇİ
*(Açelya çiçeği sevgiliye özlem duymayı temsil etmektedir.)
Öğleden evvel saat on birdi. İçinde garip bir üzüntü olan Can biraz hava almak için dışarıya çıkmış ve nereye olduğunu bilmeden ağır ağır yürümekteydi. Bir müddet yürüdükten sonra kendini sürekli geldiği o sokağın başında buldu. İhya eden, dinginlik veren bu sokağı çok severdi. Canı ne zaman sıkkın olsa ayakları onu buraya sürükler, hayretler içerisinde etrafına bakmasına sebebiyet verirdi. Henüz küçük yaşta olan Can çabucak mutlu olabilen bir çocuktu, ondan ötürü olacak ki bu sokağın her bir yerinde mutlu olacağı güzellikler bulurdu. Hele Ekrem Bey’in köşedeki çiçekçisi yok muydu, önünden her geçişinde gözü güzelim açelyalara ilişirdi. Çoğu zaman neden açelyalara uzun uzun baktığını, neden açelyalara baktığında yüzünde istemsizce masumane bir tebessümün belirdiğini sorgulardı. Can o günde her zaman yaptığı gibi yavaş adımlarla çiçekçiye doğru yürüdü ve bir müddet açelyalara baktı, o sırada içeriden çiçekçinin sahibi Ekrem Bey çıktı. Tabii Can öyle dalmıştı ki Ekrem Bey’in ona bir şeyler söylediğini bile zar zor fark etti.
“ Annen için mi bakıyorsun ufaklık? ” diye sormuştu Ekrem Bey. Can gözlerini çiçeklerden ayırıp adama baktı: “ Hayır efendim annem için bakmıyorum, sadece ne zaman buradan geçecek olsam gözlerim açelyalara ilişiyor, tuhaf bir güzellikleri var.” Ekrem Bey çocuğun yanına biraz daha yaklaşıp:
“ Sahi diğer çiçeklerden biraz farklıdırlar, mesela gölgeyi sevdiklerini ve kokusuz olduklarını biliyor muydun? ” Can hayretler içerisinde okulda öğrenmiş olduğu bilgiyi düşündü. Halbuki bitkiler güneş ışığı sayesinde fotosentez yapardı, insanlar nasıl suya muhtaçsa onlar da güneş ışığına muhtaçlardı. Gerçekten de açelyalar tuhaf bitkilermiş, hele kokularının olmaması ne garip.. Belki de diğer çiçeklerden farklı olmaları onları bu kadar güzel kılıyordu.. Kafasını tekrar açelyalara çevirip: “ Hayır bilmiyordum ama şimdi kendimi onlara daha yakın hissettim, çünkü çoğu insan farklılığın kötü bir şey olduğunu düşünüyor efendim, sizce farklı olmayı istemek bir hastalık mı? ”
Ekrem Bey bu yaştaki bir çocuğun böylesine sualler sormasını garip bulsa da cevapsız bırakmak istemedi. Düşünceli bir tavır takınmaya çalışıp sakalını sıvazlarken bir yandan da çocuğa cevap verdi: Farklı olmayı istemenin bir çeşit hastalık olarak nitelendirildiğini sanmıyorum evlat, lakin farklı olmayı istemek yerine iyi bir insan ol, iyi olmak yeterince farklıdır.”
Can bir müddet sessiz kaldıktan sonra Ekrem Bey’e dönüp:
“ Haklısınız, iyi olmak yeterince farklıdır.” dedi ve bir işinin olduğu aklına gelmişçesine oradan koşarak uzaklaştı. Ekrem Bey ise çocuğun arkasından uzun uzun baktı…
Bu hadisenin üzerinden henüz birkaç gün geçmişti ki Can okul dönüşü eve giderken kaldırımda oturmuş ağlayan bir kıza denk geldi, kız mütemadiyen hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Can bunu görmezden gelip yoluna devam edemedi ve usulca yanaşıp “İyi misin?” diye sordu. Kız ilk başta Can’ı fark etmemişti, hatta soru sorduğunu bile anlamamıştı. Çünkü kız duyma engelliydi, henüz çok küçükken havale geçirmişti ve mucizevi bir şekilde duymamasına rağmen konuşabiliyordu. Tabii bunun yanı sıra Can kızın çiçekçi Ekrem Bey’in kızı olduğundan da bihaberdi. İşte Can ve Açelya o kaldırımda tanışmışlardı. Evet kızın adı Açelya idi, Can gibi Ekrem Bey de bu çiçekleri çok sevdiğinden kızına Açelya ismini vermişti. Belki o sohbetin olduğu gün Can birden koşup gitmeseydi Ekrem Bey yakınlık duyduğu bu çocuğa kızından bile bahsedebilirdi, lakin elden ne gelir olayların böyle gelişmesi icap etmişti…
*
Can ve Açelya’nın arasında geçen vaka ve hasbihali anlatmak icap ediyorsa tam olarak şöyleydi;
Kızın cevap vermemesi üzerine Can yavaşça kızın omzuna dokunup sualini yineledi. Bu temas neticesinde irkilen kız ağlamasını bastırıp bir müddet sessizce Can’ın yüzüne baktı ve ardından:
“Bir şey mi dedin?” diye sordu. O sırada Can’ın gözü kızın kulağındaki cihaza ilişti ve gözlerini oradan ayırmayıp “İyi misin? diye sormuştum” dedi. Kız karşısındaki çocuğun kulağına baktığını ve bununla ilgili bir şey söylemekten çekindiğini anlamış olacak ki elini kulağına götürüp:
“İşitme engelliyim, söylediklerini dudaklarına bakıp anlayabiliyorum. O yüzden az önce seni fark edemedim.” dedi ve usulca elini kulağından çekip kucağına koydu. Can işitme engelli birinin konuşabilmesine şaşırmıştı ama kıza bu şaşkınlığını belli etmemeye çalışıp yanına oturdu. Kız Can’ın bir şey söylemesine meydan vermeden şu soruyu yöneltti:
“Merak ediyorsun değil mi?” Can bu soru karşısında anlamazlıktan geldi: “Neyi?” Kız:
“Nasıl duymadığım halde konuşabildiğimi.. Bunu merak eden tek sen değilsin, yani çekinmene gerek yok. Bazen gittiğim doktorların bile inanamayıp şaşırdıkları oluyor. “Konuşmayı öğrendikten sonra işitme kaybın olmuştur.” diyorlar. Halbuki iki yaşımdayken olmuş. Böyle işte, ben de bilmiyorum nasıl olduğunu. Mucize gibi…” Can kızın bunları anlatırken yüzünde tebessümle ve hiç çekinmeden anlatmasına hayran kalmıştı. Çünkü engellilik durumları olan insanların bazıları bu durumdan utanıyorlardı. Halbuki onları diğerlerinden ayıran bir şey yoktu, onlar da herkes kadar birer insandı. Sadece farklılık durumları vardı ama Charles Bukowski’nin de dediği gibi; “Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar? Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyardı ki?…”
Can da kıza ayak uydurup tebessüm etti:
“Peki sormamda bir sakınca yoksa az önce neden ağlıyordun?” Kız:
“Bazen yoruluyorum, hepsi bu. Önceden işitme engelliyim diye ağladığım oluyordu ama sonra fark ettim ki aslında duymadığım için ağlamıyorum. Çünkü zaten sizin nasıl duyduğunuzu bilmiyorum, benim kaybettiğim şey duymak değil aslında sadece herkes gibi film izleyemiyor, şarkı dinleyemiyor olmak. Mesela evde herkes televizyon izlerken ben kuru gürültüyü çekiyorum. Bu gibi durumlarda ben de bir şeylerin eksik olduğunu daha güçlü hissediyorum. O yüzden bazen beni farklı kılan şeyin ne olduğunu ya da neden böyle olması gerektiğini sorgulayıp duruyorum. Sen de bu anlardan birine denk geldin.”
Can tam bir şey söyleyecekti ki kız: “Benim gitmem gerek babam merak edecek yoksa.” deyip ayağa kalktı ve gidecekken:
“Bu arada ben Açelya.” diyerek elini uzattı. Can bu tesadüfe şaşırırken aynı zamanda kızın uzattığı eli sıktı:
“Ben de Can.” dedi. Kız usulca elini çekerken Can:
“Sana evine kadar eşlik edebilir miyim?” diye sordu ve kızla birlikte evin yolunu tuttular..
Tahmin edeceğiniz üzere Can, o gün Ekrem Beyin Açelya’nın babası olduğunu da öğrendi. Ve o günden sonra iki çocuk birlikte büyüdüler. Bu süre zarfında Can hep Açelya’nın yanındaydı, onu gözünden bile sakındı. Ee ne de olsa ikisi de artık birer genç olmuştu mamafih Can gönlünü bu kıza kaptırmasın mı? Sevdasını kıza ha söyledi ha söyleyecek derken bir baktık yıllar su misali akıp geçti…
*
Şimdi aradan yıllar geçmişti ve Can hala o çok sevdiği sokaktaydı, fakat değişen bir şeyler vardı. Köşedeki çiçekçinin yeri boştu, çünkü beş yıl önce Ekrem Bey’in işleri kötü gitmeye başlamış ve bunun üzerine aile buradan taşınıp memleketlerine gitmeye karar vermişlerdi. Can’ın gözleri eskiden olduğu gibi yine açelyaları arıyordu, bazı alışkanlıklar öyle kolay sökülüp atılamıyordu işte, adeta bir sarmaşık gibi insanın bedenine, ruhuna sarılıyorlardı. Sokakta çiçekçinin yokluğu o kadar güçlü hissediliyordu ki, sanki sokağa hayat veren tek şey çiçeklerdi. Onlar gittikten sonra da artık bu sokak ölü bir insan yüzü gibi soluk ve bir o kadar renksiz kalmıştı..
Can da işte Açelya’sı gittikten sonra bu sokağa benzedi, ruhunun ışığını kaybetti. Yıllarca ona hasret sokaklarda, ona hasret yaşadı. Her günü onu özlemekle geçti, hani küçükken açelya çiçeğinin güneşe pek de muhtaç olmadığını öğrenmişti ya, evet belki Açelya güneşe muhtaç değildi ama Can Açelya’ya muhtaç hissediyordu. Sanki vücudundaki her bir organ onu görebilmek ümidiyle görevlerini yerine getiriyordu. Böyle bir haldeydi işte..
Aradan geçen bunca zamana karşın değişen bir şey vardıysa o da Can’ın eskiden açelyalara baktığında içinde doğan tarifi zor duygunun ne olduğunu artık anlamasıydı. Biliyordu artık açelya özlem demekti, hasret kalmak demekti.. Belki yıllarca ayrı kalmışlardı ama bunun ismi ayrılık değildi ki. Şairin dediği gibi: “Ayrılık diye bir şey yok. Bu bizim yalanımız. Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var..”
Sahi özlemek neydi? İnsan birilerini, bir şeyleri özlüyordu evet ama özlediği o insanın varlığı mıydı, yoksa onunla yaşadığı anlar mı? Özlemek ne büyük bir boşluktu, ucunu bucağını bilmediği sonsuz bir boşluk… Can ise bu boşlukta yitip gitmemek için çırpınıyordu. Bir kez görsündü, bir kez nasıl olduğunu ne halde olduğunu öğrensindi sonra o boşluktan elbet çıkacaktı. Karşısına geçecek ellerini usulca tutacak ve şu cümleleri söyleyecekti; “Özleyerek geldim bu günlere, seni severek, her seferinde daha çok severek. Bazen seni özlediğimde çok çaresiz hissettim kendimi. Benim için özlem ne bir şeye duyulan hasretti ne de ulu bir arzulayış. Seni özlemek; içten içe ağlayıştı ya da senden ayrı yaşayış..”
Geçen gün yabancı bir numara aradı, oydu Açelya’sıydı. Meğerse evlenmiş ve bir de çocuğu olmuştu…
SES
- BAB
Hüzzam bir şarkı çalıyor…
Yas havası var
Ne varsa eskilerde var
Yılın bu vakti kar yağmaması taaccüp edilecek vakıa doğrusu, dostlar meclisinde yaslı bir hava, herkes müşkül durumda, acı kaybı var eski dostların kimse neyi kaybettiğinin farkında değil. dostlar arıyor o kar nağmelerini, duyulmuyor o eski musikimiz. Dediği gibi Yahya Kemal’in “Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden, Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden”
Ses mecmuası milenyumun başlangıcıyla yani 2000’lerin başına tekabül eden, bir grup liseli gencin -buhranlı bir dönemin son bulmasıyla- ortaya çıkardığı yenilikçi bir mecmuaydı. Eskiyi severler ve yenide onu bulmak isterlerdi. Bu yıl 10 yaşına giren Ses mecmuasının münevverleri özel hayatlarındaki bazı gelişmelerden mütevellit devrini kapatma kararı vermişti. Son sayısını yayımlayacak mecmua 55. Sayısıyla bu on yıllık serüveni bitirecekti. Dergi son sayıyı yayımlayacağını duyurduğunda okurları derin bir yas tahakküm altına aldı çünkü bu mecmua moderni, yeniyi üretmiyor aksine eskiyi tahlil edip yeniyle buluşturuyor unutulanları hatırlatıyordu.
Selim, Karaca ve Kemal; üç genç, mecmuanın kurucularıydı, ilk günden beri her sorunla onlar ilgilenir her sayı için azimle istekle çalışırlardı birçok farklı sanatçılarla, zanaatkarlarla kısacası akil-i müsellemü’l-etvarlarlarla görüşür, konuşur ve bedii bir eser ortaya koymak isterlerdi. Derginin editörlüğünü Selim, tasarımları ve matbaa işlerini Karaca yürütürdü.
Her daim millet için mucib-i şeref ü fahr olan Türk muharririni anlamak, anlatmak isteyen bu gençler. Bu süreçte kendi çapında geniş bir kitleye sahip oldu. Artık gelenekleşmeye başlayan mecmua, mecmuadan ziyade bir topluluk haline geldi. Dergide her hafta – yazı işlerinden bağımsız dergi bünyesinde- düzenlenen sohbetler olur, burada bir araya gelen okurlar, yazarlar, besteciler, kendini bir kalıpla tanımlamamış olanlar ve sadece ortamını muhtevasından hoşnut olduğu için orada olanlar eserlerini, yeteneklerini ortaya koyarlardı. İlk günden beri bazen beş, bazen on beş kişi oldular ama hep var oldular tabi her gelende müptelası olmuyor. Genelde bir gelen bir daha gelmiyor. “Burası Ses mecmuası, burada herkes okur.” derdi Kemal çünkü okumayı en çok o severdi. Mecmuanın en güzel sesiydi. Ortaokul yıllarında ailesinin zorlamalarıyla kaldığı yurtta aldığı makam ve ses dersleri, onda tutku haline gelmiş şiir sanatıyla birleşince gayet tabi güzel bir muhteva ortaya çıktı. Sohbetlerin müdavimleri arasında iki sazende -tambur virtüözü Yahya ve klasik kemençe virtüözü Nesrin- de vardı. Her hafta sazlarıyla Kemal’e eşlik ederdiler tabi Kemal de bunun hakkını verirdi; okuduğu gazeller, kasideler belki dönemin popülaritesince pek itibar görmüyordu lakin yine de Kemal’i, okumaktan alıkoymuyordu. Öyle ki, dinlemeyi sevmeyenler bile o sesi duymak isterdi. Kemal her icrasından önce Yahya Kemal’in şu dizelerini tekrar ederdi
Ya Rab! Ne Müsavatı ne hürriyeti ver ,
Hatta, ne o yoldan gelecek şöhreti ver,
Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim,
Ya Rab! Bana bir ses yaratan kudreti ver.
Şair rubaisinde şüphesiz şiirde ses unsurunun ehemmiyetini vurguluyor. Kemal de bunu tekrar ederek herkese hatırlatıyordu, artık herkesin ezberindeydi bu mısralar. Tabi sazendeler de çok güzel eserler icra eder büyük zevk ile besteler ve bestekarlar hakkında anekdotlar anlatır yer yer bestelenmiş şiirleri tahlil eder, en nihayetinde de herkesi mest ederlerdi. Belki de bu sohbetlerde birçok kişi sanat müziği ile tanışmış musiki ve edebiyat arasındaki tasvir edilemez bağı görmüştür.
Derginin her okuru derginin biraz sahibidir, sohbetlere teşrif edenler herhangi bir eser ortaya koymasa dahi yazarları -tahkire varmadan- hicvetmekten çekinmezlerdi, tabi burada art niyet aramak yersizdir. Şüphesiz maksat daha muhkem bir kale inşa etmekti. Derken artık yolunda sonu gözüktü son sayı için teferruatlı bir çaba harcandı. Son baskı için her şey hazır görünüyordu bir şey dışında okurlar, okurlar hazır değildi bu sona. Onlarca eski dost aradı mecmuayı devralmak, yardımda bulunmak için fakat ne kadar istedilerse de Kemal ve Selim buna hiç sıcak bakmıyordu. Karaca ise yıllardır emek verdikleri mecmuanın kapanmasından taraf değildi ama bu işi yalnız da yürütemezdi. Bu yüzden onu gelecek kuşaklara devretmek istiyordu fakat gençlerin de istikbali çok iç açıcı gözükmüyordu.
Son sayı 2010’un aralık ayında neşrolunacaktı, bu hususta da bazı tartışmalar yaşandı ama sonunda karara bağlandı. Baskıya bir ay kala İstanbul’a – dergi sahiplerini ziyarete- eski dostlardan biri geldi, mecmuanın yayıma başladığı yıllarda ilk üyelerinden ve yazarlarından olan Necdet’ti gelen. Üniversite yıllarında farklı şehre gittiği için yaklaşık altı yıllık bir ayrılık yaşanmıştı halen daha farklı bir şehirde ikamet ediyordu ama geçen yıllarda mecmuayı takibe devam ediyordu bazı zamanlar yazılarını yolluyordu yani bağı kopmamıştı mecmuayla. Neden geldiği az çok belliydi son sayının yayımlanmasına engel olmak isteyecekti.
Okul Özlemi
Ayşe ve arkadaşları için yine sıradan bir gündü.Sadece onun için değil aslında herkes için her zamanki gibi bir gündü.o gün okullarında son gün olduğunu nereden bilebilirlerdi ki ? Ayşe , ikinci dönemin başlarındaydı.Bu yıl kendini biraz daha büyümüş hissediyordu çünkü o artık 9. sınıf öğrencisiydi.Yeni bir okul,yeni arkadaşlar,yeni öğretmenler farklı bir ortamdı.Fakat o çok sosyal bir çocuk olduğu için bu duruma daha ilk haftada uyum sağlamıştı.Hemen kendine bir arkadaş grubu kurmuştu bile.Öğretmenleri tarafından da çok seviliyordu.Çünkü derslere katılımı çok iyiydi ve azimliydi.Notlarını yüksek tutmak için elinden geleni yapıyordu.Okulunda çeşitli aktivitelerde gönüllü olarak görev alıyordu.
Akşam olmuş,Ayşe okuldan eve gelmişti.Akşam yemeğini yedikten sonra haberleri izlemek için ailesiyle birlikte televizyonun başına oturdu.O gün gerçekten de çok ilginç haberler çıkıyordu.Ayşe anlamaya çalışıyor fakat o anda bir anlam veremiyordu.Haber spikeri,Çin’in Vuhan kentinden yayılmakta olan ve Dünya’yı kısa bir sürede saracak olan bir virüsten bahsediyordu.O an tabii bu olanaksız diye düşündü Ayşe.Sonra da ailesine dönerek
-Bu gerçekten olabilir mi ? Bu virüs tüm Dünya’yı etkisi altına alabilir mi ? İnsanlar ölebilir mi ? Diye sordu .
-Olabilir,diye cevap verdi babası.
O da bu duruma bir anlam verememiş,şaşkınlık içerisinde haberleri izliyordu.
Ayşe yavaşça kalktı ve odasına gitti.Ödevlerini yapmak için masasına oturdu fakat aklından televizyondaki görüntüler ve spikerin dedikleri çıkmıyordu.Saat geç olmuştu ve Ayşe yatmalıydı.Kafasındaki deli, cevapsız sorularla yattı.Perdeyi hafif araladı, dışarı baktı.Sokak, gözüne çok kasvetli ve karanlık göründü.İçi ürperdi.Olabilir mi ? Herkes hastalanıp ölebilir mi ? Hayır dedi sonra da.Böyle düşünmemeliyim.Yatağına uzandı,gözlerini kapattı.Uyumalıydı artık.Çünkü yarın okul vardı.O sırada kendinden geçti ve uyuyakaldı.
Bir ses duydu ve başını o tarafa doğru çevirdiğinde insanların başlarına camdan fanus şeklinde kask taktıklarını, vücutlarında hortumlar dolanmış bir şekilde sokakta dolandıklarını gördü.Kimse birbirinin yanına yaklaşmıyor hatta konuşmuyordu.Ayşe korkak gözlerle onlara baktı ve yanlarına yaklaştı,neden bu şekilde giyindiklerini sordu.Onlar da,baksana dediler.Gökyüzünü eliyle işaret etti yaşlı bir amca.Ayşe başını kaldırdı,hayretle gökyüzüne baktı.Gökyüzü görünmüyordu.Kapkara bir sis bulutu,gökyüzünü kaplamıştı.İnsanlar nefes alamıyordu.İçlerinden birisi:
-Yaşayabilmemiz için camdan fanusları başımıza takmalıyız ve bu hortumlardan gelen oksijenle nefes alabiliriz,dedi.Ayşe o şekilde giyinmemişti ve amaa, dedi.Ürkek bir sesle:
-Ben böyle giyinmedim fakat nefes alabiliyorum.
Tam bunu düşünürken çığlık atmaya başladı,çok korkmuştu.Böyle bir dünyada yaşamak istemiyordu.
Ayşe sıçrayarak gözlerini açtı.Gördüğü bir rüyaydı.Ayşe’nin sesine annesi diğer odadan koşarak geldi.
-Ne oldu sana neden ağlıyorsun? diye sordu.
-Anneciğim çok kötü bir rüya gördüm,çok korkuyorum.Herkes ölüyordu dedi.Annesi :
-Kızım sarıl bana.Korkma kâbus görmüşsün, dedi .Ayşe’yi yatağına yatırdı, sıkıca sarıldı.
-Haydi uyu şimdi.Yarın okula gideceksin,dedi.
-Tamam anneciğim,dedi Ayşe ve uykuya daldı.
-Sabah saat 08.00 olmuştu.Alarmın çalması ile gözlerini açtı.İçinde akşamdan kalma bir endişe vardı.Her zamanki gibi itina ile hazırlandı,evden çıktı.Servisini beklemeye başladı.Servis geldi fakat o mutlu hali o gün yoktu.Bunu servis şoförü Ali Bey hemen fark etti.
-Neyin var Ayşe? Ne oldu ? Rahatsız mısın ? Diye sordu.
-Hayır,iyiyim.Sadece akşam bir kâbus gördüm ve onun etkisinden çıkamadım, dedi Ayşe.
Ders zili çalmak üzereydi.Servis okula geldi.Ayşe servisten indi.Okulun bahçesine girdiğinde etrafına ürkek bir şekilde baktı.Sınıfa koştu,sırasına oturdu.Arkadaşları o gün Ayşe’nin nesi olduğunu anlayamadılar.Hareketlerine bir anlam veremiyorlardı.Çünkü her zamanki hali yoktu.Her zaman gülen ve etrafa mutluluk saçan Ayşe, o gün çok farklı ve her an bir şey olacakmış gibi,tedirgin davranıyordu. Sıra arkadaşı ona:
-Neyin var senin Ayşe, diye sordu.
-Yok bir şeyim iyiyim,diye yanıt verdi.
Tam o sırada okul müdürü bir duyuru yaptı.Okulların belli bir süre kapanacağını salgın bir hastalığın yayılmakta olduğunun açıklamasını yaptı.Nasıl yani,dedi bütün öğrenciler.Artık okula gelemeyecek miyiz? Bu mümkün olabilir miydi? Okula gelmeden eğitimlerine devam etmeleri nasıl mümkün olabilirdi ki? Bütün öğrenciler evlerine gönderildi.Ayşe sanki olacakları daha önceden biliyormuşcasına arkadaşına döndü. Gözlerinin içine bakarak:
-Bu yüzden endişeliydim, korkuyordum ve korktuğum şey gerçek oldu.
-Nasıl yani? Diye karşılık verdi arkadaşı.
Kollarını açtı,sarıl bana diye ağlamaya başladı.Arkadaşına o kadar sıkı sarılmıştı ki hiç ayrılmak istemiyordu.Yavaş adımlarla servisine yaklaştı.Servisin içine üzgün bakışlarla baktı.Serviste hep konuşarak gelen Ayşe,o akşam hiç konuşmuyordu.Evine yaklaştıklarında kalktı ve :
-Hoşçakal Ali Abi,dedi.
Yavaşça indi,evine girdi.Nasıl bir yol izleyeceğini,şu saatten sonra neler olabileceğini hiç bilmiyordu,düşünemiyordu
bile.Birkaç haftalığına kapanan okulların açılma süresi daha fazla uzayabilir miydi ? Kafasında deli sorular vardı, cevabını alamadığı bir sürü soru.Arkadaşlarından uzakta olmak onu çileden çıkarıyordu. Elinden bir şey gelmiyordu.Şu an için yapılabilecek tek şey insanlarla temastan kaçınması olacaktı.O anda hangi duyguları düşüneceğini bilmiyordu.Bundan sonraki süreç nasıl ilerleyecekti, en ufak bir fikri yoktu.Günler geçiyordu.Birkaç hafta sonra yine alınan bir karar doğrultusunda okulların açılmayacağı açıklandı.Havalar çok sıcak ve boğucuydu.Salgından dolayı tatile gitme gibi bir şansları da yoktu.Diğer kişilere oranla kendini şanslı görebilirdi,öyleydi de.Bu okuldan uzakta olduğu zamanları eve kapanarak değil de anneannesi ve dedesinin yanına giderek köyde geçirebilirdi.Orada doğa ile başbaşa kalmak onu kendine getiriyordu.Her sabah kalktığında kuş sesleri ile birlikte annesi, kardeşi ve dayısıyla şelaleye doğru yürüyüş yapıyorlar,şelalenin âhenkle akan suyunu izliyorlardı.Bu onun içini rahatlatıyor, biraz olsun arkadaş ve okul özlemini giderebiliyordu.Ağaçlardan taze meyve toplamak,anneannesi ve dedesiyle bahçe işleri ile uğraşmak ona iyi geliyordu.Bahçede iki tane köpeği vardı. Onlarla birlikte yürüyüşe çıkmak,köyün yollarında koşturmak ona terapi gibi geliyordu.Fakat birkaç gün sonra eve gitmek zorundaydı.İstemeyerek de olsa bavullarını toplayıp Bursa’ya döndüler.İçini yine bir kasvet kaplamıştı.Sokağa çıkma yasakları arka arkaya gelmekteydi.Bir sabah babası Ayşe’ye seslendi:
-Kızım,kardeşinle birlikte yanıma gelin birlikte uçurtma yapacağız, dedi.
Evleri dört katlıydı.En üst kata,terasa çıktılar.Kocaman masmavi devasa bir uçurtma yaptılar.O sırada Ayşe gökyüzüne baktığında gökyüzünün maviliğinde, bembeyaz bulutların arasında süzülmekte olan rengarenk onlarca uçurtma gördü. Hepsi bir kelebek edâsıyla süzülüyordu.
-Babacığım,dedi Ayşe.Bizim uçurtmamız da bu kadar yükseğe çıkacak mı?
-Elbette,diye cevap verdi babası.
O sırada uçurtması gökyüzünde diğer uçurtmaların arasına karışmıştı.Upuzun kuyruğuyla bir gelin gibi süzülüyordu.Akşam olmaya başlamış, güneş hafiften batıyordu.Ayşe’nin bakışları taa uzaklara daldı gitti. Bir gün daha bitmek üzereydi fakat hiçbir şey değişmemişti.Her şey belirsizlik üzerinde ilerliyordu.Bu kadar çok bilinmeyen varken kafasındaki soru işaretlerine bir cevap bulamıyordu.Bir sabah öğretmeninin attığı mesaj ile uyandı.
-Akadaşlar,diyordu öğretmeni. Bundan böyle derslerimizi sanal ortamdan devam ettireceğiz.
Ayşe o an düşündü.İçinde yaşadığı özlem bu şekilde son bulacak mıydı? Tabii ki hayır. Sıralara oturmak, arkadaşları ile tenefüslerde eğlenmek, kâh ağlamak kâh gülmek, bir şişe suyunu paylaşabilmek, tosunun ucundan ısırmak, arkadaşları ile şakalaşmak… Sanal ortamda ne kadar mümkün olabilirdi ki? Ama yine de bir nebze de olsa bu şekilde ders yapmak iyi gelebilir diye düşündü.O günden itibaren sosyal ağlar üzerinden ders işlemeye başladılar.Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyordu.Salgın giderek artıyor ve hiçbir şey değişmiyordu.Alınan önlemlerin de pek bir faydası olmuyordu. Çünkü kimse kurallara uymuyordu.Yaz mevsimi geçmiş, sonbahar gelmiş ve etrafı bir hüzün kaplamıştı. Sokaklar daha bir sessiz ve sakindi.Havaların soğuması ve sıcaklıklarının düşmesi beklenirken, sıcaklıklar artış gösteriyordu.Göllerdeki sular çekilmiş,balıklar karaya vurmaya başlamıştı.Bu neyin habercisi olabilirdi? Barajlardaki sular bile içme sularını 2-3 ay karşılayabilirdi.Ayşe artık güzel bir haber duymak, arkadaşlarıyla birlikte olmak ve okuluna devam etmek istiyordu.Bu arada ilgilendiği tenis sporuna da pandemi nedeniyle ara vermek zorunda kalmıştı.O anda annesi mutfaktan seslendi :
-Kızım,sana güzel bir haberim var.Az önce Mert hocayla görüştüm.Haftada iki gün seni antrenmanlara çağırıyor.
-Harika! Çok mutlu oldum , diye çığlık attı Ayşe.
En azından haftada iki gün de olsa bir aktivitede bulunabilecekti.Tenis oynamak onu rahatlatıyor,hem mental hem de fiziksel olarak ona iyi geliyordu.O sabah derse girdiğinde, öğretmeni Osman Bey güzel bir haber verdi:
-Çocuklar, okulumuz önümüzdeki ay açılabilirmiş.Bugün aldığımız en güzel haber bu olsa gerek, dedi.
Her şey yolunda gidiyor gibiydi.O an Ayşe’nin içinde bir rahatlama oldu.Günler geçti, bütün öğrenci ve öğretmenlerin hayali olan o gün gelmişti.Ayşe’nin içinde kelebekler dans ediyor, kalbi yerinden çıkacakmışcasına atıyordu. O sabah her zamankinden daha bir itina ile hazırlandı.Sanki daha önce hiç hissetmediği duyguları yaşıyordu.Bu kadar heyecanlı olması normal miydi? Okula adımını attığı an arkadaşları etrafını sardı.Sanki ilkokul birinci sınıfa başladığı zamandaki heyecanını hâlâ içinde yaşıyordu.Koşar adımlarla sınıfa girdi, mutlu gözlerle sırasına baktı.O kadar çok özlemişti ki, bu anın sürmesini ve hiç bitmemesini istiyordu.Bunun için içinden dua etti.Okulda,sınıfında olmak, sırasında oturmak ve arkadaşlarıyla paylaşımda bulunmaktan daha güzel ne olabilirdi ki ? Bundan daha büyük bir özlem olabilir miydi? İmkânsız …
Ölümün Rüyası
Soğuk bir ocak ayında 7 numaralı evinin kapısından titreyerek girmişti içeriye.Belki de ömrü hayatı boyunca böyle bir soğuk görmemişti. Girer girmez üstünde çay demlenen sobanın yanına geçip ısınmaya çalıştı. Neredeyse kanı bile donmuştu. Biraz ısındıktan sonra sobanın sönmeye başladığını farketti ve içine balkondan bir kaç odun getirip attı. Atarken aniden harlanan ateş, yüzünü is içinde bırakmıştı bile. Gidip lavaboya elini yüzünü yıkadıktan sonra sessizce sobanın karşısına geçip eşsiz dağ manzarasını izlemeye başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu.
Karısını gerçekten çok özlemişti. Neredeyse 2 yıldır hiç görmemişti ve artık ona sarılıp onunla uyumak istiyordu.Onun öldüğünü resmen unutmuş gibiydi. Sanki onun bir yere gittiğini düşünüyordu. Darmadağınık olan mutfağa gidip bir bardak aldı ve geldi. Sobanın üstünde kaynayan çayı alıp bir bardak demli çay dökerek manzarayı izlemeye devam etti. Yanında duran telefonu alıp karısına mesaj attı “Eve ne zaman döneceksin artık seni özledim.” Karısına attığı 731. mesajdı bu. Bugün karısının ölüm yıldönümüydü ama o bunun farkında bile olmadan karısının öldüğünü reddediyor ve kapısına gelen herkesi kovuyordu. Karısının odasına gidip eşyalarını inceledi bir tişörtünü aldı ve kokusunu ciğerleri onun kokusu dolana kadar içine çekti.
Biliyordu, karısı elbet bir gün dönecekti. Tekrar sobanın başına döndü ve yerdeki hasır halının üzerine uzandı ve oracıkta uyuyakalmıştı. Uyandığında her yeri ağrıyordu. İçeriden bağıran karısını duyunca aniden irkildi, etrafına baktı, bambaşka bir yerdeydi, burası onun evi olamazdı ,soba yerine kalorifer manzara yerine televizyon ve kerpiçten olan evi yerine betonarme bir ev vardı, aniden ayağa kalktı ve sesin geldiği yöne doğru gitti karısına sarıldı: “Bunca zaman neredeydin seni çok özledim.”dedi. Karısı şaşkın gözlerle bakıyordu ,neler olduğunu anlamadı bile, konuşmaya başladı, sen yoktun ölmüştün, neler oldu öyle bize, ben neden yanlızdım. Kafasında olan bin bir soruyu karısına sormaya başlamıştı. Karısı, sadece şaşkın şaşkın bakıyordu. Sanki donuk bir heykel gibi bakıyordu karısına. Dokunduğunda balmumundan olduğunu anlamıştı ve korkuyla, yattığı hasırdan uyandı. Gördüğünün rüya olduğunu anlayınca şoka uğramıştı. Çay üstüne dökülmüş, soba sönmüştü ve ne yapacağını bilemez haldeydi. Yapayalnız kaldığında inanmıştı artık. Tüm hayatı boyunca o ufacık dağ evinde hayatını sürdürmeye devam etti.
GÜZEL MEMLEKETİM
Günlerden bir gün evden ayrılmak zorunda kaldım. Köyümden memleketimden çok uzaklarda yaşadım. Buraların insanları çok soğuktular. Yardım etmekten kaçınırlar, biri düşse ellerini uzatıp da kaldırmazlardı. Oysaki benim memleketimde biri düşse herkes elini uzatıp onu kaldırırdı. Üzüntüyü de mutluluğu da birlikte yaşardık. Buralar bana göre bir yer değildi, alışamıyordum buralara. Memleketimse burnumda tütüyordu. Bir gün bir mucize olsa da memleketime gidip bir daha buralara hiç gelmesem diye dua ediyordum. Her gece her gün bunun umuduyla yaşıyordum işte.
Bir gün köyün meydanında salına salına yürürken karşıma biri çıktı. Bana sorular sormaya başladı. İlk önce konuşsam mı konuşmasam mı diye tereddüt ettim ama sonra bana:
- Benden korkmana gerek yok, ben de buralı değilim. Başka memleketten geldim.
Onun konuşmasından sonra içim rahatladı. Böylelikle tanışmış olduk. Gariptir ki onu sanki hep tanıyormuşum gibi hissettim.
- Adım Efe.
- Ben de Irmak.
O da uzaklardan gelmiş bu köye. O da benim gibi yabancı hissediyormuş buralarda kendini. Sonra bana:
- Seni memleketine götürebilirim.
- Gerçekten mi?
- Evet, istersen.
Çok heveslenmiştim ama pek de inanmamıştım onun bu dediğine. Oradan evimize gitmek üzere ayrıldık.
Aradan zaman geçmişti. Bir gün kapı çaldı. Koşa koşa kapıyı açtım.
- Kim o?
- Efe ben.
Hemen kapıyı açtım. Elinde iki bilet vardı.
- Hazırlan gidiyoruz.
Öylece donup kaldım.
- Nereye dedim?
- Sana söz vermiştim, memleketine götüreceğime.
- Memleket özlemin son bulacak.
Gözlerim doldu. Ağlamaya başladım.
- Öyle ağlama da haydi eşyalarını topla!
Eşyalarımı toparlayıp hemen yola koyulduk. Otobüse yetiştik. Bir gün sonra otobüs memlekete vardı. Öyle heyecanlı öyle mutluydum ki tarif etmek çok zordu. Ailemi, kardeşlerimi görmek için sabırsızlanıyordum. İlk işim onların yanına gitmek oldu. Kapıyı çaldım. Babam kapıyı açtı. Beni görünce şaşırıp öylece kaldı. Babamın boynuna sarıldım, gözyaşlarını sildim. Annem ve kardeşlerim de sevinçten ağladılar. Ben bugün bir hayalimi gerçekleştirdim. Çok mutluydum. Bütün bunlar Efe’nin sayesindeydi. Ona minnettardım.
MAVİ BALONLAR
Erva, uçan balonları izlerken bazı özlemlerin geçmediğini, aksine kendisiyle daha çok büyüdüğünü fark etti. O an anladı ki içindeki o küçük kız asla kendisini bırakmamıştı. Kendisini tek bırakan anılarında silinmeye başlayan küçüklüğüydü. Acıları kopan bir çiçeğin yavaşça ruhunu teslim etmesi gibi yavaşça gitmişti çocukluğu. Elinde sıkıca tuttuğu mektubu ve o uçan balonlarla annesinin gülüşü aklına geldi.
Bir eylül günüydü. “Hadi kızım geç kalıyoruz.” dedi annesi genç kıza. Erva annesinin kendine aldığı balonları birbirine bağlayıp koşarak annesine sarıldı Bugün hayatlarına yeni bir sayfa açacaklardı birlikte. Mutlulukları birlikte daha çok artacaktı. Güneşin göz kamaştıran parlaklığı ve denizin kokusu belki de son gülümseyişi olmuştu. Annesi ile birlikte son kez kontrole gidiyordu genç kız. Hayata biraz daha sıkıca tutunmuştu. Artık biraz daha güçlü hissediyordu kendisini. Yeniden doğmuş gibi. Uzun zaman bir odada tedavi gördükten sonra zor da olsa başarmıştı bu hayata tutunmayı annesi. Düşmüştü, annesinin elini o tutup kaldırmıştı. Açılan yaralarını annesi ile birlikte sarmıştı genç kız. Son kez ümidi ile sıkıca tuttu annesinin elini. “Son kez annem için girip çıkacağız” bu odaya dedi içinden. Bütün testler yapılmıştı annesine, artık beklemesi kalmıştı. Annesi gözleri kızarık şekilde çıkmıştı odadan. Merak ediyordu genç kız ama bir yandan da korkuyordu. “İyiyim” dedi annesi gülümseyerek iyiyim… Sıkıca sarılmıştı Erva annesine. Artık annesi yaşayacaktı, annesi ile kendisi de yaşayacaktı. Ama kendinden gizlenen bir gerçek vardı ortada. Annesi sırf kızı üzülmesin diye söylememişti gerçekleri. Çünkü biliyordu eğer söylerse kızı tekrardan yıkılacaktı. Aradan zaman geçti kızın yüzünden gülümseme hiç eksik olmamıştı. Annesi ne kadar belli etmemeye çalışsa da üzülüyordu kızı için ve annesinden küçük kızına sadece bir
mektup kaldı:
Sen benim gün ışığım;
İlk doğduğun an senin ne kadar güçlü bir kız olacağını anlamıştım. O an bile başın dik, gözlerin parlıyordu. Biliyorum kızacaksın bana, çok ağlayacaksın ama yapma bunu kendine. Sana söylemedim diye belki de küseceksin bana ama senin üzülmen beni paramparça eder. Belki şimdi diyorsun söyleseydin birlikte çabalardık diye ama çok geç. Ne bizim çabalamamız ne de başka bir şey, sona gelmiştik artık. Erva’m güzel kızım mavi balonları sakın unutma. Her gün bir dilek dile ve aynı yerde onları bırak. Ha odandaki çiçekleri sakın soldurma! Onlara sevgi ver ki onlar da senin sevgini sana versin. Bütün güzellikleri sev. Bu dünyada kimseye sırtını çevirme. Sakın gözyaşı dökme. İsmin gibi güçlü ol hep. Etrafındaki herkes senin gücünle mutlu olsun. Sen içini temiz tut, tut ki bütün güzellikler seni bulsun. Ben hep senin yanındayım. Yanı başındayım.
Seni seven annen.
AYRILIK DA ÖZLEMLE BERABER
Sevginin değeri ölçülür mü hiç? Sevenin, sevdiğine duyguları tartışılır mı ki? İşte hikayemiz bundan ibaret. Bizim hikayemiz mesafeleri alt eden bir ilişkimiz ve sizinle olan her şey. Trabzon ve Gaziantep’te yaşayan iki gencin hikayesi Trabzon da tanıştıklarında Savaş ve Selin’in hikâyesi.
Yaz tatilinde ablasının yanına giden Selin ablasının meslektaşları ile tanışırken ablasının en yakın arkadaşı olan Harun’un sözlerinde Savaş ile tanışıp anlaşınca arkadaş karar verdiler ve çok yakın iki arkadaş oldular. Günleri hatta geçirirdiler. Bir ay için Gaziantep’ten Trabzon’a giden Selin dönüş için hazırlığa başladı. Durum böyle olunca Trabzon’dan ayrılmak istemeyen Selin bir yanı buruk bir yoluna doğru yola koyuldu. Havaalanında onu bekleyen kısa zamanda çok sevdiği arkadaşı Savaş’tı.
Savaş:
– Hiç dert etme senin gibi bir arkadaşı kaybetmeye niyetim yok. Onun fırsatta birbirimizi arayacağız. Sonuçta ağabeylerimiz ve ablalarımız arkadaşlar öyle değil mi? Hem yine gelirsin belki bu kez ben gelirim Gaziantep’e.
Selin:
– Senin bizim memlekete gelmen beni çok mutlu eder, hem baklava da yersin.
Tatlı ve güzel muhabbetlerin ardından ayrılık vakti geldi ve Selin uçağa bindi.
Gaziantep’e ailesinin yanına varınca eşyalarını yerleştirirken savaş’tan ufak bir değil alır:
“Önümüzdeki kış tatilde yine hep beraber İstanbul da buluşuyoruz, plan da Ayça ablamdan.”
Bunu duyan Selin’in gözleri parladı.
Altı ay sürekli telefonla mesajlaşarak, konuşarak geçti. Kış geldi. Buluşma gününü dört gözle bekleyen Selin’in İstanbul yolculuğu başladı. Havaalanında ablası ile buluşup teyzelerine giderken içinde mutluluk kıpırtıları bir türlü dinmedi.
İki gün sonra ablası Selin’e:
- Sabah Savaş ve ailesi uçaktan indi bu akşam onlara davetliyiz anne ve babasıyla tanışacağız.
Selin bu duruma çok sevindi, çünkü Savaş onun bütün ailesini tanırken Selin sadece abisini tanıyordu.
Vakit çabucak geçip gitti. Akşam yemeği saati geldi. Savaş’ın ailesi Selin ve onun ablasını çok sevdi.
Kısa süre sonra Selin ve ablasının da ailesi Savaş ile tanıştılar. Bu sayede çok yakın iki aile çocukları oldular.
Karşılıklı birbirlerinin memleketlerini ziyaret ettiler. Böylece aradaki mesafelere birbirini özleyen iki aile dostluğu başladı.
ÇOK UZAKLARDA
Sevdiği kız çok uzaklardaydı. Aklına gözleri geliyordu, sonra gülümseyişi… Onu çok özlemişti. Belki bir telefon kadar uzaktaydı ama arayamazdı çünkü ailesi fark ederse üzerlerdi Özgeyi. Bütün aşklar kavgayla başlar derler ya onların aşkı da öyle başlamıştı. Bir arkadaşının bürosunda karşılaşmışlardı. Aynı zamanda aynı zamanda ortaya çıkmışlar ama yoğun iş temposunda birbirlerini fark etmemişlerdi.
O gün ikisi de çok öfkeliydiler. Başkalarına kızmışlardı ama farklı düşünceleri farklı girmişlerdi. Bir kadından toplumsal ve siyasal aldım bu denli tepki almasına şaşırmış onu izlemeye başlamıştı. Özge öfkeyle iktidarı öyle eleştiriyor, kötü işi iktidara yüklüyordu ki o hararetle konuşmak Mehmet ile göze geldiler. Özge’nin yüzü kıpkırmızı olmuştu, filmin donduğu bir gibi. Sonra nedensiz telefonlar, görüşmeler ve daha sonra her gün birbirlerini görebilme arzusuyla geçen günler …
Elleri birbirine değdiğinde, gözler birbirlerini bulmaya kalplerinin atışları dışarıdan duyulabilecekmiş gibi geliyordu. Aralarındaki ilişkiyi herkes fark ediyordu artık. Sonunda Mehmet Özge’ye aşkını itiraf etti. Özge’nin kalbi çok hızlı atıyordu, konuşamıyordu. Gözlerinden bir damla yaş aktı sadece. Masal gibi güzel, büyülü bir aşk yaşıyorlardı. Bir gün Özge:
– Gitmek zorundayım. Ailem beni çağırıyor. Orada daha çok kazanabileceğim bir işim olacak ve aileme yakın olacağım.
Aslında Özge, Mehmet’in ona kal demesini bekliyordu. Ama Mehmet diyemedi. Çünkü sevdiği mutluluğu için daha önemliydi. Orada daha huzurlu ve mutlu olacaktı. Bütün sevgi sözleri boğazına düğümlendi. “Sadece seni seviyorum” diyebildi. Mutlu olacaksan ailenin yanına git dedi. Özge şaşırdı, anlamadı, anlam veremedi. Kırıldı birdenbire içinde o büyülü kalp ve kırgınlıkla hemen karar verdi. Dediği gibi gitti. Özlem dolu günler geçti. Yıllar geçtikçe birbirlerini unutacaklarını sandılar ama unutamadılar. Birbirlerini günlerinden aradılar. Mehmet onun bir gün mutlaka geleceğini düşündü hep. Özlem dolu günleri, aşklarını her gün biraz daha büyüttü.İkisi de hayallerinde yaşattıkları bir aşk ömürlerini feda sulular. Öyle büyüktü ki aşkları… Ya çok değiştiysek? Ya birbirimizi mutlu edemezsek düşünceleri hayatlarının kâbusu olmaya başladı. Dilekki özlem dolu bir aşk hikayesiydi. Hiç yaşanmamış günlerin sevdasıyla birbirlerine bağlandılar.
AŞEKA
Sustu kadın, hiçbir cümlenin onun derdinin dermanı olmayacağını bildiği, dinleseler de anlamayacakları için. Onun lafın sonunda “Peki, önemli değil.” deyip yutup sessizliğe sığındı kadın. Ne ister ki bir kadın? Sadece sitede sunulan hayat için çalışmak, onun mutluluk anahtarı mıdır? Bir “iyi ki” ye sığdırır kadın mutluluğu. Bu kadar zor olmamalıydı anlaşılmak. Kimse kimseden bir şey beklemeden saygı duymalıydı birbirine, kendi düşüncelerine malzeme olmamalıydı kutsal duygular.
Sonra uzaklardan çıktı rüzgâr özlü o kokuyu. Buz gibi oluyor bedeni. Rüzgâr çarpıyor yüzüne, gözleri kapanıyor rüzgârın şiddetiyle. Sanki gözlerini kapat dermişçesine. Kirpikleri birbirine değiyor ve o atölyesi geliyor gözümün önüne, ona doğru uzanıyor fırçaları. Donup kalıyor olduğu yerde. Bir tuval önünde elinde elinde, boyalar masasında. Tutkuyla, özlemle çizmek için uzanıyor kaleme ama sonra rüzgâr geriye götürüyor onu. Tuvaline kendini tutamıyor, fırçasına sarılıyor sımsıkı elleriyle tutuyor. Buz tutmuş onlara tutunarak ısınıveriyor. Ne çok özlemiş bu sıcaklığını, hiç dokunamadığı boyanın kokusu buram geliyor burnuna. Sarılacakken sanatına kayboluyor birden.Gerçeklikle sertçe yüzleşiyor. Üzülüyor. Özlem tanesi duruyor kirpiklerinde, damlayıp kalbine değiyor.
– Yatağında öyle uzanmayı bırakıp şu masaya otur.
Annesinin söylenmeleri ile dinlenmek için oturduğu yataktan kalkıp tekrar masaya oturtmuştu güçsüz bedeni. Bu varsayılan kötüydü, boğazında düğümlenmiş sözcüklerle konuşmaya çalışıyordu. O kadar çaresizdi ki şu an ağlamak isterken bile ağlayamıyordu. Biliyordu, ağlayınca hiçbir şey geçmiyordu ve kimse anlamıyordu.
– Son girdiğin deneme sonuçlarında netlerin düşmüş. Baban işten döndüğünde konuşacaktır. Her zaman şu masanın başında oturuyorsun. Nasıl puan alma başarıyorsun bilmiyorum.
Annesi odadan çıkarken gözleri bomboş beyaz kâğıdı buluyordu. Elleri uzanır gibi oluyor ama sonra boşluğa düşüyordu. Elleri yokluğuna alışmıştı da asıl sorun rahatça çizmek isteyip çizememekti. Göz bebekleri, kavuşacağı çizimlerinin anını tiyatro haline getirmiş her gece sergiliyordu. Tabii alkışlar yerine gösterinin gözyaşlarıyla özlemi karşılıyordu. Uyuyacağı bir sıkıntıya giriyordu bedenine. Aklına takılıyordu çözemediği sorular. Yarına bırakmak hata mıydı?
– Çok yoruldum ama.
Gözyaşları dizilmiş boğazından gelen sesi boş odasında bir fısıltı olarak duyuldu. Açılan kapı ile yorgun gözleri annesini buldu.
– Çalışıyor musun? Gel de yardım et biraz. “
– Biraz dinleneyim.
Annesinin gözlerine bakınca sustu. Geliyordu. Artık ezberlemişti.
– Hiç yardımcı olmuyorsun. Sınav sonucun gelince görüşeceğiz.
Susuyordu kız. Gözyaşları boğazında acıya sebep oluyordu. Konuşsa biliyordu gözyaşları akacaktı. Gözyaşları safra sorgulanacaktı. Annesi daha bir şey demeden çıktı odadan. Anlamakta zorlanıyordu onları. O, bazen yoruluyordu. Her şeyden, çalışmaktan, düşünmekten. Sadece sevdiği şeylere yönelmek istiyordu: Müzik ve resim. Ne kadar uzun zaman olmuştu? Gözleri beyaz kağıtla buluştuğu zaman, gözlerin önüne eskiden yaparken mutlu olduğu resimleri geliyordu. Gülümsedi birden. Özlemi çok fazlaydı, çok hem de. Müzik özlemi yoktu pek. Her gün dinliyordu sevdiği notaları. Onlar da alınsaydı elinden, neye tutunacaktı?Ama resim yaparken o kadar dalıp gidiyordu ki saatler saatlerdu. Derslerine veremediği başka şeylere zaman hem ailesi kendi kendine kızıyordu. Kendine bile vakit ayırmayı hata olarak görüyordu,
Elleri resimlerini sakladığı dosyaya gitti. Açtı baktı tek tek. Birkaç gözyaşı boy kağıtları. Onlarla başka bir evrende tek olmak isterdi, kimse onları bulamazdı.
– Belki bir gün yine buluşuruz, ben iyi ve rahat olduğum zaman.
Varlığıyla huzur, yokluğuyla gezen soğukluk elbette ki oğul bulacaktı. Onu kaybetme korkusu… İleriye dönük güzel hayallerin huzur… İki duygu beyninde kapışır haldeydi. Kafasını karıştıran özlemin, mesafelerin ardında onu bekleyen sanatı. Ne bırakabilirdi onu ne de onsuz gülebilirdi. Onları mutlu etmekten başka ne hedefi olabilir ki? Biliyordu sanata olan özlemi zor bir savaş ama o direnirdi. Sevgisiyle her şeyi yapar, ona kavuşabilmek için kendisinden istenileni de.
SAHİLE DOĞRU
İşinin yoğunluğundan tarihleri unutan Deniz bir gün iş çıkışında hava almak istemişti. Hayatının monotonluğundan çıkıp bir kaçamak yapacaktı kendince. Havanın güzelliğini, rüzgarın serinliğini, kedilerin sesleri için çıkardıkları sesleri, kuşların cıvıltılarını o kadar özlemişti ki. Uzun zaman sonra sahile doğru böyle bir yürüyüş yapmak içinde ne zamandır öğrenmek bazı duyguları tekrar canlandırmıştı. Huzurluydu Deniz.
Deniz’in sevmediği işi yapıyordu. Zaten o yüzden bu kadar huzursuzdu monoton hayatından.Eskiden yapacağı işi düşünürken akrabalarının, insanların sözlerine kanmıştı ve şimdi huzursuz, mutsuz bir hayat yaşıyordu.Sadece annesi ona “Neyi yaparken mutluysan ona uygun bir iş seç.” demişti. Küçük Deniz aldırış etmemişti bu sözlere ama şimdi çok iyi anlıyordu. Anılarını hatırlarken Deniz sahile varmıştı. Bulduğu bir banka oturma sıraydı şimdi de.Banka oturmak için aklına küçükken sevdiği şeyler gelmişti.Çizim ne kadar da çok severdi eskiden.Annesi hep ona “Ne kadar da güzel çiziyorsun, geliştirirsen ressam bile yazıyor.” derdi.Deniz de böyle övgüler öğrenmek için çizmeyi asla bırakmazdı.
Düşüncelere dalmışken Deniz’in telefonu çaldı. Telefonu açarken gözü tarihe ilişti. Bu gün 11 Mayıs’tı. Deniz tarihice kendini bir aptal gibi hissetmişti. Nasıl olur da her zaman onu destekleyen güzeller güzeli annesinin vefat ettiği günü unuturdu. Hayatından bu kadar bıkmışken bunu bile unutmuştu. Çıkardığı bir kağıt ve annesini çizmeye başladı. Annesi hep onu çizmesini istemişti. Deniz hep annesini çizerdi ama asla ona göstermemişti çünkü annesinin güzelliğini mahvettiklerini düşünürdü o çizimlerin. Ama şimdi annesinin isteğini gerçekleştirme zamanıydı. Annesiyle olan anılarını hatırlayarak kağıda annesini çizmeye başladı. Üzücü de olsa çizmekten o kadar keyif almıştı ki.Kendini bulmuştu adeta.Belki de artık kendi huzuru için yaşaması gerekiyordu Deniz’in.
Resmi bitirdiğinde eski kağıt parçası artık bir şaheser olmuştu onun gözünde. Deniz bu küçücük mutluluktan artık ayrılmak eski hayatına dönmek istemiyordu. Bir sürü resim yapıp hayatını yaşamak istiyordu sadece. Zaten şu zamana kadar mutsuz yaşaması henüz olmamış miydi? Birikimi de vardı sorun yaşamazdı işinden ayrılsa. Hayallere tutunup banktan kalktı Deniz. Şimdi sevdiği şeylerle hayatı huzurla, mutlulukla yaşama sıra ondaydı. Belki de içinde adlandıramadığı duygu buydu. “Özlem”
ÖZLEDİM
20Nisan 2021
Ben Ege. 18 yaşındayım. Küçüklüğümden itibaren hep bir koşmanın içinde büyüdüm. Annem avukattı babam ise doktor. Şu an içinizden ne kadar şanslı bir çocuk olduğumu düşünüyor olabilirsiniz. Ama inanın hiç bir şey göründüğü gibi değildir.
Ben mutlu bir çocukluk geçirmedim. Bakıcılarla büyüdüm. Annem ve babamla, işleri gereği çok fazla vakit geçiremedim. Annem de babam da bakıcım oldu. Ağladığımda, kendimi kötü değildi mesela yanımda; tr mutlu olduğum babam yoktu yanımda …
28 Ocak 2009
Bugün çok mutluydum. Çünkü doğum günümdü. Hızlıca yatağımdan kalktım. Kendimi yorgun hissediyordum ama bugün hiçbir şey neşemi kaçıramazdı. Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra aşağıya indim. Burnuma nefis kokular geliyordu. Sabahları kahvaltı sevmesem günün en önemli öğlendiğini biliyordum.
En sevdiğim yemek patates kızartmasıydı. Ancak bakıcım yememe izin vermezdi. Sağlığıma zararlı olduğunu söylerdi. Ben de çok ısrar etmezdim. Ama bugün doğum günüm olduğu için izin vermişti. Patatesimden bir kaç tane taşıyarak sonra doyduğumu fark ettim. İçimdeki tatlı telaş hala sürüyordu. Heyecanla bana ne yapacaklarını düşünüyordum. İçimden bir ses bu günün çok güzel geçeceğini söylüyordu. Ve ben buna inanmak istiyordum.
Saate baktığımda daha 9.00’u gösteriyordu. Akşama çok vardı. Kendime vakit geçirebileceğim bir şey bulmalıydım. Biraz düşündükten sonra kararımı vermiştim. Resim çizecektim. Resim defterimi ve Kalemlerimi almak için salona gittiğimde bakıcımın bir telefon konuşması yaptığını gördüm. İçimi hafif bir heyecan sarmıştı. Beklemeye başladım. Bakıcım, telefon görüşmesi bittikten sonra bana döndükten sonra babamın eve gelemeyeceklerini doğum günümü kutladıklarını söyledi.
Hayır! Bunu kabul edemezdim. Bugün doğum günümdü benim. Böyle mi bitecekti yani? Sol gözümden yavaşça akan damlayı sildim. Usulca merdivenleri çıkıp odama geldim. Bu günün hiç yaşanmamış olmasını istiyordum. Hayatımdan bugünü çıkarmak istiyordum sanki. Yatağıma gittim. Yorganı çektim. Ve düşüncelere daldım. O an fark ettim ki annemi, babamı çok özlemiştim. Onlara sarılmayı, yanımda olmalarını, diğer çocukların anneleri gibi bana da sürpriz doğum günü hazırlamalarını o kadar çok isterdim ki…
Nefret ediyordum. Annemden de babamdan da nefret ediyordum. Benim yanımda olmadıkları her saat nefret ediyordum onlardan. Keşke onlar olmasalardı benim annem ve babam. Başkaları olsaydı. Bunu içimden geçirdiğim an kendime kızdım. Ne olursa olsun onlar benim annemdi, babamdı. Ve bunları söylememeliydim. Ama çok özlüyordum onları işte… Artık yanımda olmalarını istiyordum. Uyumaya karar verdim. Her şeyden kurtulmanın yolu buydu. Ve ben uyandığımda bu günü hatırlamak istemiyordum… Sabah uyandığımda berbat haldeydim. Gözlerim ağlamaktan şişmiş ve kızarmıştı. Aynaya bakmadan aşağı indim. Bakamazdım çünkü. Kendimi bu halde görmek istemiyordum. Merdivenlerden indiğim sırada bakıcımın bir telefon görüşmesi yaptığını gördüm. Ne konuştuğunu duymak için biraz yaklaştığımda kulaklarımın duyduğu sesle şoka uğradım. Bir polis memuruydu arayan. Annemin ve babamın bir trafik kazası sonucu hayatını kaybettiğini söylüyordu. O an ben de ölmek istedim onlarla birlikte. Hiç yaşamamış olmayı diledim Allah’tan… Benim annemle babam ölmüş müydü şimdi ? Bir daha geri gelmeyecekler miydi?
20 Nisan 2021
Evet böyle başlamıştı hikayem. Hatırlıyorum da ne kadar da çok ağlamıştım o gün. Ne kadar da çok istemiştim dünyada ölüm diye bir şey olmamasını. Ama hayatın bazı gerçekleri vardı. Ve biz bunu değiştiremiyorduk. Ben bunu tam 6 yaşımda anladım. O yaşlarda bunu idrak edemesem de zaman geçtikçe azaldı acım. Hayır hayır! Unutmadım tabii ki. Sadece alıştım. Çünkü bunun adı Unutmak değildi, bunun adı alışmaktı onların yokluğuna … Hep dedim ya ben çok yalnızdım diye şimdi keşke yalnız olsaydım da kaybetmeseydim ve düşünüyorum. Neden mi? Çünkü … Çünkü ben onları çok özledim …
KENDİNİ ÖZLEMEK
“Ben hazırlandım anne! Gerisi sizde …”
derken çok muhtaç kendimi her zaman olduğu gibi hissettim. Her gün diyordum bunu, çünkü yardımsız şu merdivenlerden bile inemiyordum.
“Tamam … Gel bakalım …”
Sonra onun okul günü sırayla koşuşturma başladı. Babam beni sandalyemden kaldırıp kucağına aldı ve aşağı inmeye, annem de tekerlekli sandalyemi arkamızdan indirmeye başladı. Neden kucaktaydım? Çünkü yürüyemiyordum. Çünkü yürümek için gerekli olan iki eksik bende.
Arabaya vardığımızda küçük kardeşim gibi arabaya tek başıma oturamamak, tekrar özlemimin kabarmasına neden oldu. Ne kıskanma ne de imrenmeydi hissettiğim. Sadece bacaklarımı özlüyordum …
İnsan kaybettiği ailesini, uzaktaki sevdiğini ya da memleketini özleyebilirdi. Bir insana, bir yere özlem duyulabilirdi, ama ben kendimden bir parçayı özlüyordum. Onları listesi özlüyordum.
Okula vardığımızda her zamanki gibi beni öğretmenim karşıladı, annem ve babamla sanki bir emanetmişim gibi değiş tokuş edildim. Sonra okuldaki tek moral kaynağımın yanına yerleştirildim. Belki de günün zevkli vakitleri geçirdiğim vakti, Ezgi ile. O benim en yakın arkadaşımdı. Hayallerimi ve hedeflerimi paylaştığım kişiydi. Hayalimin protez bacak olduğunu duyunca gülümsemişti, bana neden onun bir hedef değil de hayal olduğunu sormuştu. İşte o bir fark ettim. Çok umutsuz tıslıyordum ve böyle böyle devam etmemeliydi.Çünkü bu yaptığım kendime eziyet etmekten başka bir şey değildi. Okuldan sonra annemlerle bunu konuşmayı kafama yazdım.
Okul bittiğinde beni annem aldı ve eve geldik. Kardeşim hala okulda olduğu için annemle babamı oyalayan tek çocuk bendim. O yüzden bunun doğru bir zaman olduğunu düşündüm. Öğrenmek da heyecanlanmalarını istiyordum, aynı kardeşimin ilk adımlarını gördükleri gibi … Kardeşim birden mutfağa emekleyerek değil de geldiğinde annem ve babamın yüzleri önce bir şaşırma hali, sonra da sevinçli bir hal almıştı. Hemen videolarla dolmuştu telefonları. Kardeşim de yürümeye evdeki yürüyemeyen tek kişi ben olmuştum. Hem de bebek olmamama rağmen. O yüzden derin bir nefes aldım ve anneme seslendim. Babamı da odama çağırmasını istedim. Sonunda ikisi de odama geldiğinde telaşlandılar.
“Bir şey mi oldu, iyi misin tatlım?”
“İyiyim … Ama daha iyi olabilirim baba.”
Ve ondan sonra protez bir bacağı ne kadar istediğimi, yürüyebilirsem neleri daha kolay halledeceğimizi heyecanlı bir şekilde anlattım. Onlara yürümeyi ne kadar özlediğimi söyledim. Babam ve annemde beni heyecanlı ve anlayışlı bir şekilde dinlediler. Sonra da protez bacak hedefimin ilk adımını gerçekleştirecek şeyi söylediler:
“Biz de senin kadar böyle bir şey istiyorduk. O yüzden araştırmamızı başlatıştık ama kesin bir şey olmadan sana söylemek istememiştik.” dedi annem ve babam da devam etti.
“Ve araştırma yaptığımızda bizi maddi olarak biraz aştık gördük ama sen merak etme, halledilmeyecek şeyler değil.”
Babam ve annem beni desteklediklerinde gerçekten çok mutlu olmuştum. Ayrıca çokta heyecanlıydım. Ama ilk olarak şu maddi sıkıntımızı halletmemiz gerekiyordu. Ondan sonra hedefime ve özlediğime kavuşmam yakındı …
Yine aynı rutinlerden geçerek okula geldim ve buraya girdiğimi hayal ettim. Tekerlekli sandalyemin tekerleklerini umutla Ezgi’nin yanına sürdüm. Ve hemen ailemle konuştuklarımı anlattım. O da çok sevindi ve her şeyin umduğum gibi olmasını istediğini söyledi. Buna karar vermemin çok büyük sebeplerinden biri de Ezgi’ydi. İyi ki tanışmışım diye düşündüm.
Günler sonra kahvaltımı yaparken babama bir telefon geldi. Babam telefonunu açtı ve konuşmaya başladı. Konuşmanın sadece tek tarafını duyabildiğimiz için tam olarak anlayamıyorduk ama babamın sevinçli bir haber bilmeliydi. Telefonu kapattıktan sonra tekrar masaya dönüş ve heyecanla konuşmaya başladı.
“Eslem, sonunda bacaklarına kavuşacaksın!”
Haberi ilk duyduğumda idrak edemedim. Ama annem heyecanla bana sarıldığında parayı toplayabildiğimizi anladım.
“Gerçekten mi! Çok teşekkür ederim! Nasıl … Nasıl oldu peki? Kimle konuştun baba?”
Annem de başını babama döndü ve ondan cevap bekledik.
“Sanırım arkadaşın Ezgi öğretmenlerinin durum bahsetmiş ve onlarda aralarında yardım için bir miktar para toplamışlar. Bizim de biriktirdiğimiz parayla birleştirince bütün para tamamlanmış oldu!”
“Yaşasın! Anne, baba ne zaman olacak peki? Yeni bacaklarım için … Daha zamanı var mı?”
“Hemen doktorunla görüşeceğiz tatlım. En kısa zamanda yeni bacaklarına kavuşturacağız.”
O günden sonra her gün aynı zamanda daha keyifli geçti. Özlediğime kavuşacaktım çünkü. İki yeni bacağa … İçimdeki umut, sevdiklerim sayesinde filizlenmişti, yeşermişti. Yürümeye kavuşunca da meyve verecekti belki …
KARANLIĞA DOĞRU
Gözlerimi açtığımda beyaz, uçuşan kanatlarımla birlikte görev aldığım ağacın önünde buldum kendimi.Bu seferki görevimi merak ediyordum.Dün lise öğrencilerinden birini arkadaşına zorbalık için kuyuya düşürmüştüm.Gözlerimi açtığımda etmenin cezaları vardır.
Ağacın önünde beklerken karşıdan gelen uzun, siyah saçlı ve beyaz tenli bir kadın gördüm.Kadının elindeki köpek kadına yön veriyordu.Arkada iki gölge fark ettim ve arkadan gelen gençleri görmem fazla sürmedi.Kadının kolundan tutuyor, kulağında bir şeyler fısıldayıp taciz ediyorlardı. Gençlerden biri tuğla ittirince beyaz tenli kadın düştü.Gerçekten ona kıyamıyordum. Elime aldığım taşlardan birini gencin kafasına fırlattım ve diğerinin de düşmesine sebep oldum.Bu yaptığım yasak olduğunu biliyordum ama daha fazla katledilmesine dayanamazdım.Kadın “Teşekkür ederim, teşekkür ederim.”Diyerek ağlıyordu.O bir sanki beni görüyordu, sanki bana teşekkür ederim.Kadın kalktı, korkan köpeğini kucağına alarak evine doğru yürüdü.Evinin kapısının önündeki kedileri görünce görünce çok şaşırdım çünkü onlarca kedi vardı. İçeriye girdi ve bir poşet çıkarttı.Kedilerin hepsine tek tek mama verdi.Bu çok güzel bir şeydi o bir iyi insanın var olmasını istedim.Artık Rahip ceza verse bile içim rahat olacaktı. Kadın içeriye gir sonra oradan uzaklaştım.
İşte yine yeni bir güne başladım.Bugünün iyi geçmesini diliyordum.Biraz dolaşmak istedim ve sokak aralarına girdim.Bir kalabalığa doğru ilerlediğimi fark ettim.Bu bir cenazeye benziyordu.Aralarına girdim ve o bir ne anlamadım.Sonradan fark ettim ki bu kadındı, o iyi kalpi kadın.Taciz edilip öldürülmüştü.Bu beni gerçekten çok üzdü.
Aylar geçti.Neden bilmiyorum ama adının “Melek” olduğunu öğrendiğim kadın,beni çok etkilemişti.Onu kurtaramamıştım.Ben düşüncelere dalmışken dünyadaki görevimin bittiğini hatırladım.Her günün sonunda yaptığım gibi yine Rahip’e gidecektim.
Geldiğimde ortalığın karışık olduğunu gördüm.Belli ki bugün hesap günlerindendi.Yaklaşırken yüz fark ettim.Beyaz tenli kadın.Bana döndüğünde beni tanımış olacak ki “Sen benim hayatımı kurtarmıştın” dedi.Şaşkın bir şekilde “Sen beni görüyor muydun?” Diye sordum.Biraz düşündü “Hayır, tısladıdum” dedi. Onu özlemiştim.Aslında değil iyi insanlar özlemiştim.Evrenin değil bu yana insanlar git gide kötüleşiyordu Artan kadın cinayetleri, katledilen hayvanlar, duyarsız gençler… Ama şunu bil ki ki hepsi çekecekti.Birden rahip konuştu “İyiler tısladı ve o da seni tısladı.Yaratıcı iyilere yardım yardım yardım yardım yardım yardım eder, kötüler ise elbet bir gün cezasını alır. Dünya karanlığa gidiyor ve insanlar pişman olacaklar.Özlediğimiz iyi insanlar elbet çoğalacak. “
ZOR GÜNLER
Bursa’nın küçük bir semtinde Ayşe adında bir tehlike vardı.Kocası yıllar önce vefat etmişti, çocukları ise başka şehirde yaşıyorlardı.Bu yüzden tek yaşıyordu ve yalnızlığa alışmıştı.Yalnız yaşadığı için kendi işini görürdü.Ama virüs olduğu için çarşıya gidip gelirkenedeydi.
Bir gün başına geleceklerden habersiz bir yolda çarşıya çıktı, alışverişini yaptı ve eve geri döndü.Bir kaç saat geçti, yemeğini yaptı fakat canı bir şey istemiyordu.İştahı gidivermişti.Yemeğini sonra yemeye karar verdi, yatağına uzandı.Bir süre sonra midesi bulanmaya başladı, halsizdi ; Uyuyakaldı.Uyandığında sabah olmuştu ve boğazlarının ağrıdığını fark etmişti.Bunlar covid-19’un belirtileriydi.Hazırlanıp hastaneye karar verdi.Hastanede testi pozitifti.Ayşe Teyze yaşında doktorlar hastaneye yatırma kararı aldılar.Durumu iyiye gideceğine gündenye yoğunye yoğunye aldılar. Yazılıyordu.Sanırım Ayşe yanlış Teyze virüsü yenemeyecekti.Rahat rahat nefes alabildiği, ilaç kullanmadığı ve sağlıklı olduğu günleri özlüyordu.Yoğun bakıma geçeli iki hafta olmuştu.
Ayşe Teyze yoğun bakıma girmesinden bir ay geçtikten sonra doktorların çabalarıyla yavaş yavaş iyileşmeye, hayata geri dönmeye başlamıştı.O özlem duyduğu günlere dönmesine çok az kalmıştı.Ayşe Teyze o anda mutlu insan olabilirdi.Birkaç gün ya geçti ya geçmedi Ayşe Teyze virüsten kurtuldu ve o özlem duyduğu eski günlere geri dönebildi.
İÇİMDEKİ SIZI
Yıllardan 1958
Bursa’nın İznik ilçesinin köylerinden Sansarak köyünde küçük, yıkılmaya yüz tutmuş bir evde yaşıyorduk. Ev küçük dediğime bakmayın kalabalık bir aileydik: babam, annem, kardeşlerim, ağabeyim, dedem ve nenem. Öyle böyle geçinip gidiyorduk. Babamın dedesinden kalma bir tarla var orayı sürüp ekerek para kazanıyordu. Ağabeyim de köydeki kıraathanede çay servis edip üç beş kuruş bir şey kazanıyordu .Yine de çok mutluyduk. Hiçbir zaman zengin çocukları gibi şımarık olmadık ne ben ne de kardeşlerim, her zaman şükretmesini bildik. Her zaman birbirimizin arkasını kolladık, destekçi olduk. En önemlisi de çok seviyorduk birbirimizi sevginin üstesinden gelmemesini kolaylaştırıyordu. Kardeşlerimin iş yeri Mustafa’nın yeri ayrıdır.Anam onu sınıfta olduğu için Mustafa benim elimde büyüdü. İlk kelimesi “abam” oldu, ortalıkta “abam” diye dolaşır kucağıma doğru koşardı. Ben büyüttüm diyebilirim onu hep “Melek abam üzerimde hatrın çok büyük” der durur. Böyle dediğime bakmayın büyüdü o abam diye gezinen çocuk kucağa sığmaz artık, genç delikanlı oldu. Askerlik çağı gelmişti. Bir gün köydeki çeşmeden su doldurup dururdum. Bir gün iki kız kendi aralarında fısıldaşır durur, ilerde de köy delikanlıları benim Mustafa’ma bakıp konuşurlarmış meğer. Benim Mustafa’mın sevdiceği varmış, çekindiğinden herhal dedim, soramadım söylemedi. O günlerde askerliğe gitmesi için eve kağıt geldi. Hazırladıklarını, Kütahya’ya ellerimizle uğurladık.Gittiğinden beri sürekli mektuplaşıyorduk, bu vesileyle kızla da tanıştım. Acemi birlikten çıktığı için oradan Kütahya’dan Adana’ya gitti. Kavuşmamıza az kaldı içim onun mektupta kıpır kıpır oluyor. Büyük ağabeyim şehit düştüğü için herkes tek yürek olmuş, Mustafa’nın geleceği günü sayıyorduk. Topu topu 30 gün kalmıştı. Anam sayılı gün geçer der dururdu. Hepimiz dört gözle yolunu gözlüyoruz, köy arabasından inmesini eve gelmesini sağlayabilir. Gelince kızla nişanlanacak zaten konuşmuştuk mektuplarda. Mektuplarda anlatmıştı. Onun mektupta “gelince” diye başlıyordu, hayallerini anlatıyordu. Çocuklarına baktığım gibi bakacağını söyler dururdu.Abam sen yaşlanınca el öpmeye getiricem onları sana demişti son mektupta. köy arabasından inmesini eve gelmesini sağlayabilecek. Gelince kızla nişanlanacak zaten konuşmuştuk mektuplarda. Mektuplarda anlatmıştı. Onun mektupta “gelince” diye başlıyordu, hayallerini anlatıyordu. Çocuklarına baktığım gibi bakacağını söyler dururdu. Abam sen yaşlanınca el öpmeye getiricem onları sana demişti son mektupta. köy arabasından inmesini eve gelmesini sağlayabilecek. Gelince kızla nişanlanacak zaten konuşmuştuk mektuplarda. Mektuplarda anlatmıştı. Onun mektupta “gelince” diye başlıyordu, hayallerini anlatıyordu. Çocuklarına baktığım gibi bakacağını söyler dururdu.Abam sen yaşlanınca el öpmeye getiricem onları sana demişti son mektupta.
Günlerden Pazar, asker arkadaşları nehre girip yüzmeye karar vermişler, bizimki yüzmeyi biliyor elbet ama başına dert almak istemiyor herhal. İzin günleri ama gelmesine 2 hafta kalmış. Arkadaşı kurtarmak istiyor, bizim oğlan arkadaşının peşine atlıyor. Üç arkadaşta orada veriyorlar. Biz ise evde her şeyden habersiz oturmuş, dört gözle geleceği günü yapacak. Haber geldi elbette bizim beklediğimiz haber değil. Kulaklarımdan anamın çığlıkları, babamın feryatları çıkmıyor. Elime bir zarf veriyor çantasıyla birlikte. Zarfı açıyorum ama hala sessizim çıtım çıkmıyor. Sessizce ağlıyorum bir yandan da zarfı açmaya çalışıyorum Kalbime bir kor gibi, künyesi avucuma düşüyor. İçimi öyle bir şey kaplıyor ki hiç kimseye anlatamıyorum. Ondan sonra kimseyle gerekmedikçe konuşmadım. Aldım künyeyi, boynuma taktım. Kaç vakit geçti, kaç kez güneş battı ben hala takıp dururum. O anki boğazıma yumru gibi oturmuş kaç sene geçse de o yumru oradan geçmiyor. İçimde hasreti halen yüreğimi yakar durur. Ne zaman oğlum kucağıma annem diyerek koşsa Mustafa’mın abam diyerek koşuşu gelir aklıma, gözlerim doluverir. Ah Mustafam …
AVAZ AVAZ YANAN HASRET
Yıl 1963… Almanya’ya iş, güzel bir yaşam için gitmiş örnek işçiden biriyim. Geride ailemi, çocuklarımı en önemlisi de mutluluğumu bıraktım. Adeta yolda katlanamaz oldu içimdeki huzursuzluk, aileden uzak kalma hüznü, gibiydim ailemin yüzünü kaybediyor. Onlarca yıl yaşamama rağmen ilk defa yolda gördüm memleketimin gerçek yüzünü. İnanıyorum ki bir gün kavuşacağım eski yaşamıma, daha iyi bir şekilde.Yolculuğum sırasında son kez gördüm sanki memleketimin dağını, taşını, toprağını. Şimdi kanaat getirdim, annemin neden “Ölürüm bu vatanın dağı, taşı, toprağı, için.” dediğine. Cahildim, anlayamadım burada maddiyatın hiçbir zaman maneviyat olamayacağını. Memleketteki yiyeceklerin aynısı bile o tadı vermiyordu orada.Ne zaman memleketim hakkında bir şey görsem ağlarım, içerlerim, kokar memleketim içimde bir yer. Hiçbir sekilde inanmazdım, gurbete iyi dediklerinde.1961’de kandım onlarca göç edene, mektuplarında bana mutluyum, burası güzel diyenlere. Gerçeklerle karşılaştım sanki ilk defa kandırılıp burayı övdüklerinde.1961’de kıskançlıktan mı, para hırsından mı bilemedim neden burayı istedim. Eğerki dedikleri gibi olsaydı manevi kaygı olmazdı, ona zaman geldiğinde içimde bir ağrı, sızı.Memleket havası farklıymış anladım, Almanya’da ilk adımda kokusunu aldığımda yapaylığın, onun yeri sanayi kokan buranın.Korktum ülkemin ileride burası gibi olacağından.Otobüsten indiğimde açtım, derdimi anlatacak insan bulamadım.İlk zamanlarta kaldımım olmadı.San ben gurbette ben gurbette değimki benim içimdeydi, sanki “yere batsın bu gurbet“ sözleri içimi yakıyordu.Karımın mektuplarını okuduğumda içimde başkalarından duyduğum bir söz “Gurbet acı gelir sözlerime, dayanamaz oldum hasretine. ” Annem, babamın mektuplarını okuduğumda anlıyorum değerini, bana öğrettiklerini.Küçük kızımın onun mektubunu okuduğumda anlıyorum onu nasıl özlediğimi, sevdiğimi.Her gece oturup öpüp, kokluyorum resimlerini.Adeta mektuba döküyordu bana giderken dediklerini.Yarama tuz bası veriyordu bu durum, bir umut veriyor veriyor onlar beni özleyip yazıp unutmamaları.İple çekiyorum onlara kavuşacağım.Gurbette olmak zor iş günü, gerek aileye özlem, gerek memlekete; gerek katlanmak bu zalim yapmak.Özleme katlanmakta zor işmiş, arkadaşın olsa da yanında değil.Memleketimi özledim ben, buradaki beni dostlarımı bağrıma bastım.İlerde belki de ailem gelecek yarama merhem olmaya da ben gideceğim dayanam dayanamayıp buraya.Ah nekadar dönmek isterim ve oğullarım güne, kızımın bana son kez ”baba” dediği güne.
VATAN UĞRUNA
Penceresi kırık, soğuk bir ahşap evin betonuna oturmuş sobadan çıkan seslere kulak veriyordum. Elime iliştirdiğim mektubu okumaktaydım. Sene 1940 aylardan Kasım. Savaş döneminde komutanlar savaş için yiğitler aramakta. İçeri babamın girmesiyle başlamıştı muhabbetimiz, saçlarının beyazlığı siyahlarını kapatmış bana hafif bir tebessümle çay uzattı. Anın huzurunu hiçbir şeye değişemezdim. Çayımı yudumlarken babamın sessizliği dikkatimi çekti, gözleri gözlerime ilişkilerti ve sözüne başladı. ”Oğlum artık vakti geldi, vatan senin ve senin gibi yiğitlere ihtiyaç duyuyor“ Birden duraksadım işte o anladım zamanın bilmiyorum. İçimde bir burukluk vardı, bir yandan da vatan sevgisiyle yanıp tutuşuyordum.Babamın lafının üstüne “Haklısın babacım vakit” dedim. Babamın tebessümü yüzüne yansıdı, o mesaj odaya anacığım geldi. Daha önceden babamla konuşmuş savaşa gideceğimi biliyordu .Gözlerinin kızarıklığı, buruk gülümsemesiyle bana cesaret devam ediyordu. “Kazasız belasız Allah’ın izniyle gidip geleceksin oğul, yüreğim hep seninledir“ diyerek toparladı cümlesini.
Çok az zaman kalmıştı gitmeme. Alışmaya, kendimi hazırlamaya çalışıyordum. Sevdiğim bir kız vardı adı “Firuze” geldiğimde evlenecektik. Sabahın ilk ışıklarında kalktım, güzel kıyafetler giyip kapısına gittim. Geldiğimi gördü, hemen aşağıya indi. Hasret giderip konuşmaya başladık. Gideceğimi yokluğumu hissettirmeden sağ salim geleceğimi söyleyip yüzündeki üzüntüyü gidermeye çalıştım. Kalbinin ve dualarının her zaman benimle olacağını söyledi, beni bekleyeceğine söz verdi. Uzun uzun konuştuktan sonra sarıldık ve vedalaştık. Eve dönmeden önce arkadaşlarımla da son kez vedalaştık. Firuzeyi en yakın arkadaşım Mehmet’e emanet ettim. Evime geri döndüm ve çantamı hazır etmeye başladım. Hani ailenizi, yuvanızı, dostlarınızı, sevdiklerinizi hiç bırakmak istemezsiniz ya işte istemediğim şeylerin olması zamanın bir oyunuydu sanki. Daha ben doyamadan sevdiklerime, gitme vaktim gelmişti. Gidip vatanım için asker olmaya hazırdım ,anam ve babamın ellerinden öpüp helallik istedikten sonra yola koyuldum .Yolculuk kışlayaydı, birçok genç de benimle birlikteydi, yola koyulmuştuk. Vardığımız da bir çok insanla kaynaştım, bir süre geçirdikten sonra arkadaşlarım, komutanlarım oldu. Bu süre için de eğitim aldık ve karar çıktı bazı arkadaşlarım ve benim için hazırsınız dediler. İçim de bir korku, tedirginlik vardı. Büyüdüğüm memleketi, en yakın dostlarımı, ailemi ve Firuze’yi şimdiden özlemiştim bile. Gitmeden önce haber verip onlara olan özlemimi ifade edeceğim bir mektup yazdım. Gönderdiğim mektubuma yanıt alamadan savaşa gitmeye hazırlanmıştık, gece geç saatte bizi kaldırıp savaş meydanına götürdüler. Kalabalık ,tüfek sesleri, bağırışlar, her an yaralanan askerler sanki rüyadaydım. Hepimiz canımız pahasına gece gündüz savaştık. Meydan biraz durgunlaşınca bizden sonraki askerler geldi, bizi kışlaya geri götürdüler. içimde o ateş hattından sağ salim çıkabilme sevinci, hasret içinde olduğum sevdiklerimi tekrar görebilme umudum vardı. Elinde bir sürü mektupla bizi karşılayan komutanımız yüzündeki gülümsemeyle elimize mektuplarımızı tutuşturdu. Mektup babam ve anamdandı. Çok iyi olduklarını, sağlığıma ve vatanımıza duacı olduklarını yazmışlardı. Burnumda tütüyordu ikisi de. Fakat Firuze’mden beklediğim mektup gelmediği için içim burkulmuştu. Ne oldu acaba düşünceleri kafamı kurcalarken çok geçmeden yeniden savaş meydanına gitme zamanımız gelmişti. Bu şekilde aylarca savaştık. O savaş anlarının çaresizliği sevdiklerimin beni düşündüğü fikri hep bir umut veriyordu bana. Savaşın artık biteceği sözleri kulağımız geliyor ve bu bizi daha da umutlandırıyordu. Evime dönmeme, sevdiklerime kavuşmama çok az kalmışken hain bir bomba yüzünden yaralandım ve maalesef bir bacağımı kaybetmiştim. Biliyordum savaşa bu riskleri göze alarak gelmiştim ama canım değil yüreğim acıyordu. Ailem, Firuze’m, arkadaşlarım beni böyle ister miydi? Bir süre dinlendikten sonra mektup yazıp aileme gönderdim. Cümlelerim şöyle dökülmüştü kağıt parçasına. ”Canım babam ve annem, her şey yolunda en kısa zamanda size kavuşacağım. Yalnız en yakın dostum savaşta bacağını kaybetti, kimsesi yoktur, isteğim bizimle yaşamasıdır. Buna rızanız var mıdır? Bir de Firuzeden haber alamıyorum, iyi midir? Herkese selam eder, ellerinizden öperim. “ Mektubuma yanıt hemen geldi, yüreğim kuş gibi çırpınırken okumaya başladım. “Oğlum, Ferit’im annen ve ben seninle gurur duyuyoruz, sana sarılmayı, aynı masada muhabbet edip yemek yemeği çok özledik. Yavrum biliyorsun savaştan dolayı zor günler geçiriyoruz. Elimizde avucumuzda bir şey kalmadı, yokluk içindeyiz. Annenin sağlığı da eskisi gibi değil, hekim zor işler yapmasın diye tembihledi. Kendimize mecalimiz yok ona nasıl bakarız.(İçime oturan bir acıyla okumaya devam ettim) Ferit, üzülmeni istemem oğlum annen söyleme dedi ama içim el vermedi. Firuze’yi Mehmet’e verdiler. Sakın üzme kendini, gücünü kaybetme biz seninleyiz… Gözlerimden düşen yaşlar mektubu ıslatırken, içimdeki o acı, okuduğum bu cümlelerle yaşarken ölmüştüm sanki. Aslında o benim baba, bacağını kaybeden bendim diyemedim. Günlerce bu acıyla yaşadım, canıma kıymak buna son vermek istedim. Ama bu Yaradan’a karşı gelmek olurdu. Arkadaşlarım, komutanlarım üzüntüme ortak oldular, derdime çare bulmaya çalıştılar. Komutanımdan beni de savaşa götürmesi için yalvardım, derdime bunun deva olacağını söyledim. Şehit düşüp milletim için son kez savaşmak… Bilin ki benim haberim ve bu mektup elinize ulaştıysa sizi en güzel yerden gözetmekteyim :”Canım annem ve babam son kez sağ salim boyunuza sıkı sıkı sarılmayı çok isterdim. Sesini, yemeklerini, “canım oğlum “diye başımı okşamanı çok özledim annem. Babacım seninle de baba oğul muhabbet etmeyi, “seninle gurur duyuyorum oğlum “deyişine hasret kaldım. Sadece sizlere yük olup her gün bana acıyan gözlerle bakmanıza dayanamazdım lütfen benim için üzülmeyin, benimle gurur duymaya devam et babam, oğlun vatana olan aşkıyla şehit oldu. Firuze kalbimde seni de götürüp gidiyorum buralardan, sana olan sevgim hiç bitmeyecek … HEPİNİZE SELAM, HEPİNİZE HASRET…
Okuduğum bu mektup 50 yıl öncesine dayanmakta… Şehit düşen, kendini bütün cepheyi patlatacak bombaya sarıp birçok yiğidin hayatını kurtaran Ferit’e ait. Ailesine ve sevdiklerine olan özlemiyle yaşadığı zorlukları anlatmakta, tıpkılar gibi.
KENDİ SUYUMDA BOĞMAYIN BENİ
Maviydi, güneş dalgalarında ahenkle dans ediyordu; derindi, içinde birçok canlı barındırmaktadır. Temizdi çünkü insanlar daha kirletmemişti.
İznik Gölü “Yaşamak istiyorum!” Dedi üzgün ve kızgın tavırlarla. Kollarından akan sular artık zehir akıtıyordu, damarlarını fabrikalar çekiyordu. Kanalizasyondan akan atık sular, içerisine atılan çöp, cam şişeler, plastikler, dökülen yağlar, kimyasal atıklar kirli kirletmişti.
Balıklar… Haykırırcasına “” Bedenimiz çürüyor ”diyorlardı. “Nefes alamıyoruz, yapmayın!” Dercesine.
Göçmen kuşlar… Kış geldiğinde üşümesin diye gölün mavi sularını örterlerdi adeta. Artık onlar da yoktu.
3,5 sakar meke yaşam mücadelesi veriyordu.Yalvarırcasına bağırıyorlardı: ”Kirletmeyin!” diye.
Martılar… Artık eskisi gibi dans edalarıyla dolaşamıyorlardı. Gökyüzünde sesleri titrek, balığı olmayan göle kızarcasına onlar da insanlara kızıyordu aslında.
Dalgalar… Duyuramıyorlardı seslerini artık, onlarda hırçın değildi eskisi gibi. Birbirlerine çarparak şarkı söylemeyi onlarda dans etmeyi özlemişti tıpkı martılar gibi.
Kurbağalar… ”Yok ettiniz bizi“ diyorlardı. Onların da şarkıları yarım kalmıştı. Şikayet bile edemiyorlardı. Tek çare terk etmekti İznik Gölü’nü.
Sinekler…Bayram edercesine kaplamıştı İznik Gölü’nün maviliğini. Vız vız onlar bağırıyorlar artık martıların, göçmen kuşların, kurbağaların yerine.
Eda “Hepsi haklı değil miydi aslında öyle ya bir gün Evliya Çelebi İznik’i ziyaret ettiğinde İznik Gölü için söyledikleri geldi aklıma .Suyunda civar ahali çamaşır yıkar hiç sabun sürmedikleri halde yine de bembeyaz olur, 70 çeşit balıktan bahsetmeden geçmedi. Evliya Çelebi 1648’de geldiğinde gördüklerini söylemişti peki ya görmedikleri.? Artık barındırdığı 70 çeşit balıktan bir elin parmaklarını geçmeyen balıkların kalması ne kadar üzücü değil mi? Çamaşır yıkamayı bırakın bizler yüzmek için bile giremiyoruz. Nazım Hikmet’in şiirinde bahsettiği” “Bu göl İznik Gölü’dür durudur, karanlıktır, derindir, bir kuyu suyu gibi.” dediği göl İznik Gölü değil miydi yoksa?
Senelerdir komutanıup kolunu taşı taşları dünyanın ilk 10 keşfi arasına girmişti. Tarihi safra içinde barındıran İznik Gölü’nün değeri bu mu olmalıydı? ” İznik Gölü “Balıklarım bitmeden önce balıkçılık diye bir meslek vardı. Gerek suyumun kirlenmesi gerek bilinçsiz avlanma balıklarımı bitirme dile getirdi. Kaç medeniyet gördüm hiç bu kadar yıpranmadım. Temiz sularımda insanlar yüzerdi, derin ve serin sularımda ise balıklar yüzer güneş mavi bedenimi ısıtırdı. ”
Uzaklaşıyorum uzaklaşıyoruz artık giderken ellerini birbirlerine sallayan insanlar gibi ayrılık vakti geliyor mu bilmem. Üzerimde dolaşan matılar, ördekler, kurbağalar, göçmen kuşalar dolaşıyor azalıyor. Onlar da balıklar ile aynı kaderi paylaşıyor tıpkı benim paylaştığım kader gibi ne olur artık kirletmeyin beni.
KÜÇÜK BİR YÜREĞİN ACISI
Genç kız bir gürültüyle uykusundan uyanmıştı, aşağıdan sesler geliyordu. Bu durum onu iyice korkutuyordu. Sonunda kapısı açıldı. İçeri giren annesiydi, kız hemen kalktı. “Anne neler oluyor bu sesler ne?” Annesi bir görüntü kapıyı kontrol ediyordu. “Kızım şimdi beni iyi dinle. Ben aşağıya ineceğim ve sen burada kalıp yatağın altına gir ama sakın oradan çıkma. ” Kız iyice korkmaya başlamıştı. ” Anne ne söylüyorsun? Ben korkuyorum. ” Annesiyse” Bala lütfen! Sözümü ikiletme diyorsam onu yap. Sakın oradan çıkma benim gitmem lazım. Hadi! ” Kız korkmuştu ama annesini üzmemek için dediğini yaptı.Kendi kendine tekrarlamaya başladı. “Sakın korkma! Geçecek bir şey yok. Annem ne dedi hem onu dinlemezsem üzülür. ” Bir vakit sonra aşağıdan silah sesleri gelmeye başladı.Kız sessiz hıçkırıklarla ağlamaya başladı.Bir Başka yerde de kendini telkin ediyordu Onlara Bir Şey diye ama bu telkinler ona henüzmedi. Tam o Skype kapı açıldı.Siyah ayakkabılı Bir Adam girdi odanın icine Hızlı Hızlı Yürüdü. Sonra genç kız kendini susturmaya Calisti Odanın icinde sessiz çığlıkları o Adam Asshole Aldım Fiziksel Olarak Orada olsa safra ruhu Orada Aliyormusun Sonra o adam Aşağı bağırdı “Burda kimse yok Bu dünyayı.” Adam odadan çıktı.Gençkız hemen yatağın altından çıktı.Aşağı inmeye korkuyordu ama indi. Ve inmek istemediğine bin kere kanaat etti. Yerde gördüğü manzara çok acıydı, hemen oraya koştu. “Anne, baba! Kalkın, ne oldu beden? Hemen ambulansı arıyorum. ” Genç kız telaş ve korkudan numarayı yazamıyordu. Sonunda doğru tuşa basabildi. Ama bu sefer ağlamaktan konuşamıyordu. “Yardım edin! Lütfen! Yardım edin. ”Sonra hattaki kadın onu sakinleştirmeye çalıştı. Ve ambulans sonunda geldi. Görevliler anne ve babasının öldüğünü söylediler. Genç kız kendini koca küpündeki bir yıldız gibi hissetti. Yapayalnız bir yıldız, sanki o yıldızünden ışık hızıyla yeryüzüne düşüyordu. O an gözleri karardı ve yere düştü. Koca bir aile öylece yok oldu. Bala Atlasın, yalnız hikayesi de o gece başladı.
Gözlerini hastane odasında açtı. Ailesi ölmüştü. Bala artık yalnızdı. O an odaya teyzesi girdi. Artık Bala’yla teyzesi ilgilenecekti. Teyzesinin yüzü çöküktü , gözlerindeki yaşam sevinci yoktu, bu durum Bala’yı iyice korkutmuştu. Teyzesi“Bala iyi misin? Ağrın falan var mı?” dedi. Bala sadece “ Annemle babam nerede?” diyebildi. Teyzesi hiçbir şey söylemedi ve odadan çıktı. Onların öldüğünü anladı çünkü teyzesi hoşuna gitmeyen bir konuda hemen oradan kaçardı. Ailesini düşündü. İçinden şunları düşündü.”Hüzün hazan sarısı rengiyle üstüme çöktü. Ve ben beyazımla altında kaldım. En güzel günlerimde yanımda onlar vardı, belki de bu yüzden en güzel günlerimdi. Bir soluk kadar yakın, yıldızlar kadar uzak derler sevgi için, uzanırsın yetişemezsin, yetişirsin dokunamazsın, dokunursun vazgeçemezsin, vazgeçersin ama unutamazsın. Bu cümle bana hep saçma gelirdi meğer ne doğru bir cümleymiş. “Ayağa kalktı ve cama gitti. O an camda kendi gölgesini görene kadar ağladığını anlamamıştı. Çok kötü görünüyordu. İçeri hava girsin diye camı açtı ve bir anlık soğuk yüzüne vurdu. Gecenin soğuğu onu titretti. Asıl annelerinin gidişi onu daha çok titretmişti.
Hastaneden çıkmıştı.Teyzesinin evine yerleşti. Odasında kendi kendine konuşuyordu.”Geceler çığlığımı duymuyor,yorgun düşüyorum sabaha. Gözlerim gözlerini arıyor, esir oluyorum hasretine yine çaresiz, uykusuz, mutsuzum en önemlisi sizsizim.” Bala odasından hiç çıkmıyor, saatlerce boş duvara bakıyordu. Kimseyle konuşmuyor, sadece boş boş bakıyordu. Teyzesi odasına gitti. “ Bala odadan çıkmıyorsun, hadi bak yemek hazırladım. Yemeğe gel! Saatlerce bu odada yalnız kalamazsın. Tek başına olmaktan sıkılmıyor musun?” Bala hızlı bir şekilde başını teyzesine döndürdü. “ Yalnız olduğumu nerden çıkarıyorsun teyze? Ben tek değilim!” Teyzesi korkmuştu, ne saçmalıyordu yeğeni böyle? “ Bala ne demeye çalışıyorsun teyzecim? Artık senin için endişeleniyorum. Kim var bu odada?” “Teyze bu oda da yalnız değiliz. Odam çok kalabalık 7 kişiyiz. Sen, ben, 4 duvar ve yalnızlığım var.” Teyzesi korkmuştu. “Bala aşağı in ütfen!” Bala inmek istemedi ama teyzesini kırmak istemediği için inmek zorunda kaldı. Sonuçta bu hayatta sadece teyzesi kalmıştı. Bala aşağıda yemeğiyle oynayıp durdu. Sonra tekrar odasına çıktı, her zamanki gibi yine ailesini düşündü.” Rüyamızda gördüğümüz insanlar bizi özleyen insanlarmış anne, ben sizi her gece rüyamda görüyorum, acaba siz de özlüyor musunuz beni”
YILDIZLARIN SEYRİ
Gözlerimi açtığımda kendimi penceresiz hücre gibi bir odada bulmuştum. Benim gibi sıradan kendi halinde yaşayan bir gazetecinin burada ne işi olduğuna anlam veremedim.Burası neresiydi,beni kim buraya kapatmıştı ve neden buradaydım?Bu sorulara cevap bulamadığım için çok öfkelenmiştim ki bu içimdeki öfkeyle her yeri yakıp yıkabilirmişim gibi kapıya koştum, var gücümle yumruklamaya avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Öyle ki boğazım acı içinde yanıyordu ve gücüm de tükenmişti artık. Birisinden bir ses veya bir işaret gelmesini ummaktan başka çarem olmadığını kabullenerek kendimi bezgin bir et torbası gibi yatağa bıraktım ve odayı incelemeye başladım. Köşede bir kanepe onun yanında dolap ve ortada ise bir sehpâ vardı. Kafamı toparlayıp düşünmeye çabaladım ancak şu durumda kaygılardan başka aklıma hiçbir şey gelmedi ve o odada kaygılarımla birlikte bir başına bırakıldım.
Çok acınası bir durumdaydım, her gün yalnızlık ve çaresizlik yer etmiş yatağımdan kalkıp umutsuzca kapıları yumruklamaya devam ediyordum. Kapıyla olan büyük savaşım ardından bitap düşüp yıldızları seyrettiğim rüyalarımdan uyanınca sehpanın üstünde yemek ve su görmek içimde büyük bir öfkeyi alevlendiriyordu.
Günlerim bu şekilde geçip gidiyorken artık hayallerim ve rüyalarım bana yetmemeye başladı. Özgürken her gece yıldızları seyrederdim en büyük tutkumdu benim. Yıldızları ve doğayı izlemeden bir günüm geçsin istemezdim fakat şimdi bunlardan mahrum bırakılıyordum. Yokluğumda beni özleyecek birileri yoktu zaten benim sadece yıldızlarım vardı sanki, kendimi sadece yıldızları izlerken huzurlu hissediyordum
Hayatımın en zorlu zamanlarını yaşıyordum. Uzun süredir burada olduğum için bir şeylerin zorunda olmak ve çaresizliğe çok alışmıştım. Artık o kadar umutsuzdum ki kapıları yumruklamayı ya da avaz avaz bağırmayı kesmiştim çünkü biliyordum ki kimse gelmeyecekti. Umutlarım solan bir çiçek gibi yok olmuştu. Kanatları kesilip her şeyi olan uçma yeteneği aynı zamanda özgürlüğü elinden alınmış bir kuş gibi hissediyordum,tam da bu haldeydim.
Bu süre zarfında en çok özlemini duyduğum şey gökyüzü ve yıldızlar olmuştu. Ama onları bile düzgün hatırlayamıyordum artık. Hani bir şeyi uzun zamandır görmediğiniz zaman bütün aklınıza kazınmış en ince ayrıntılardan itibaren zihninizden silinir ve sadece silueti kalır o zaman artık ne hayal kurabilirsiniz ne aklınızda canlandırabilirsiniz, ne acı değil mi? En sevdiğiniz şeyin sizin elinizde olmadan zihninizden kayıp gitmesi… İşte asıl çaresizlik budur.
Uzun zamandır böyle bir yerde olmak insanın psikolojisini çok kötü etkiliyor, düşünsenize upuzun bir zaman içerisinde çaresizliğe alışmak özgürlüğünüzün tamamıyla elinizden alınması, (gerçi özgürlük sanıldığı şey değil bence aslında kendinizi özgür sandığınız anlarda bile başkasının hakimiyeti altında olduğunuz gerçeği var.) en kötüsü de özlemek, her şeyi özlemek; sevdiğin yemekleri, sevdiğin aktiviteleri, gökyüzünü özlemek… Ne berbat. Tam olarak ne kadar zamandır burada olduğumu kestiremiyordum. Zaman kavramı gerçekliğini yitirmişti.Odada pencere de olmadığı için gece,gündüz,saat,dakika hepsi bir yanılsamaydı. Duygu ve düşüncelerim çok sık değişmeye başlamıştı artık. Deliriyor muydum ya da psikolojimin bana bir tepkisi mıydı bu bilmiyordum.
Bir gün her zamanki gibi yatağımda uzanıyordum ve ısrarla gökyüzünü hayal etmeye çalışıyordum.O sırada kapı açıldı ve içeri elinde bastonla bir adam girdi. “Siz kimsiniz, ben neden hâlâ bu iğrenç yerde tutuluyorum?” dedim. Adam tiksindirici, alaylı bir kahkahayla:
“Bunların cevabını daha sonra da duyabilirsin, şimdi seni uyarmak için geldim düzgünce beni dinle. Öncelikle yazdığın yazılara dikkat et, daha önce evine bir kaç tane uyarı gönderdik fakat hiçbirini dikkate almadın şimdiyse cezasını çekmiş oldun.Bu sana ders olsun eğer bir daha böyle yazılar yazarsan her şey daha da ciddileşir, ne ortada bir sen kalır ne de senden geriye bir şey. Bugün çıkıyorsun odanla vedalaş.” dedi. Ve ben oradan giden adamın arkasından sadece bunlara anlam vermeye ve şaşkınlığımı üstümden atmaya çalıştım.
MART AYI
Ayşe Kara’nın konuşmasından esinlenerek…
Babaanneme ithaf;
Mart ayı; soğuk ama bir o kadar da güzel havası tüm benliğiyle beni adeta büyülüyor. Gençken uzun kollu penyeler ile dururken, şimdi kat kalın kazaklarla battaniyenin altında televizyon izleyerek zaman öldürüyorum. Bazen eskisi gibi taklalar atıp ağaçlara tırmanmak, ormanda şelalenin altından geçip suyun en dibine dalmak istiyorum. Bir kuş gibi özgürce havalanmak, Bursa Ovası’nı Uludağ’ın eteklerinde uçarken seyretmek istiyorum. Ne yazık bana ..! Bu ince, vücut ve tutmayan kolları, yürümeyen bacaklarla Bunlar yapılmam mümkün değil. Gençlik bana verilen büyük bir nimetmiş, şimdi ise tarihi eserden bir farkım yok.
Tüm bunlar çelimsiz kalbime yetmezmiş gibi birde Korono denilen illet başımıza çıktı. Daha dün gibi hatırlarım babacığımın sözünü ”SÜKKEM diye diye diye diye diye diye gribe benzeyen daha kuvvetli bir mikrop gelecek ve kâfirlerin üzerinde çok büyük bir etki oluşturacak. Fakat Müslümanlar daha az etkilenecek, iki altında da kayıp olacak. ” Benim gibi 82 faydalı bunak bir kadın içinse; ölümününe geldik demek oluyor. Kaderde bu da var demek, Allah’ın işine karışamayız, o ne derse o olur. Böyle bir günde çocuklarım ve torunlarımla bir arada olduğum için şanslıymışım. Bu illet elbet bana da gelecek, ölümden korktuğumuz yok ama bu şekilde ölmek istemem. Boğazıma da iyi bakarım aslında: kaymak, helva, çikolata, cips, gazoz….iş çok seviyorum. Çocuklarım “Kalbin var ana, kolesterolün yükselecek, kalp damarların tıkanacak yok miden delinecek…” gibi ithamlarla kızıyorlar. Siz de yiyorsunuz, ben beden muyum yahu kızıyor! Korona denilen bu illet yüzünden artık sevdiğim yiyecekleri de aldıracak insan sa bulamıyorum. İşkence çektiriliyor adeta öl dercesine… Televizyonu niye seviyorum sanıyorsunuz.Geçen günkü programda bir kızcağız ağzımdan lafı aldı vallahi! Bana da korona hakkında ne düşündüğümü sorsalar, özünde bu kızcağızın sözü çıkar karşımıza. “Allah onun belasını versin! Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet!Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam. ben size muyum yahu kızıyor! Korona denilen bu illet yüzünden artık sevdiğim yiyecekleri de aldıracak insan sa bulamıyorum. İşkence çektiriliyor adeta öl dercesine… Televizyonu niye seviyorum sanıyorsunuz.Geçen günkü programda bir kızcağız ağzımdan lafı aldı vallahi! Bana da korona hakkında ne düşündüğümü sorsalar, özünde bu kızcağızın sözü çıkar karşımıza. “Allah onun belasını versin! Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet! Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam. ben size muyum yahu kızıyor! Korona denilen bu illet yüzünden artık sevdiğim yiyecekleri de aldıracak insan sa bulamıyorum. İşkence çektiriliyor adeta öl dercesine… Televizyonu niye seviyorum sanıyorsunuz.Geçen günkü programda bir kızcağız ağzımdan lafı aldı vallahi! Bana da korona hakkında ne düşündüğümü sorsalar, özünde bu kızcağızın sözü çıkar karşımıza. “Allah onun belasını versin! Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet! Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam. İşkence çektiriliyor adeta öl dercesine… Televizyonu niye seviyorum sanıyorsunuz.Geçen günkü programda bir kızcağız ağzımdan lafı aldı vallahi! Bana da korona hakkında ne düşündüğümü sorsalar, özünde bu kızcağızın sözü çıkar karşımıza. “Allah onun belasını versin! Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet! Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam. İşkence çektiriliyor adeta öl dercesine… Televizyonu niye seviyorum sanıyorsunuz.Geçen günkü programda bir kızcağız ağzımdan lafı aldı vallahi! Bana da korona hakkında ne düşündüğümü sorsalar, özünde bu kızcağızın sözü çıkar karşımıza. “Allah onun belasını versin! Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet! Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam. Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet! Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam. Bizi evlere tıktı, kendisi ülke ülke geziyor! ” Beni ne güldürdü ama! Haklı tabi, sadece eve tıkmadığı gibi sevdiğimiz her türlü şeyden de mahrum bıraktı illet! Sizin keşfedeceğiniz şehirde çok zor, biz ne yapalım! Gerçi ben başimi dipçik gibi hissediyorum. Gençliğimi özlüyorum onu da elimden alamaz ya, özlüyorum işte napam.
SAHİPSİZ MEKTUPLAR
Yıl 1944. Ahıska’dan göç ettim, ettirildim. O günden bu yana vatanıma hasretim büyüktür. Ben Lelizar Teyfur 1920 doğumluyum. Genç yaşımda hissettiğim bu hasrete daha da dayanamam. Bulduğum bu kağıt parçalarına hasretimi yazıyorum. Belki bir gün biri bulur da derdime ortak olur. 1944 yılında trene ilk bindirildiğimiz gün yuvama veda etmek zorunda kaldım.
Evim, dağlarım, anılarım, orada burnumda tütüyor orada yaşadığım. O ufak penceremden giren güneşin ısısını düşünüyorum sanki. Onun gününü öten o kuşların sesini işitiyorum. O güzelim çiçeklerin kokusu hep burnumda. Belli ki benim ruhum hep orada hep yuvamda ilelebet de orada kalacaktır.Bedenen ayrıldığım bu yerden ruhumu kimse ayıramayacak. Başkasının memleketinde, benimdir diyemediğim bu topraklarda yalnız değilim. Benim gibi kadınlar, adamlar, Çocuklar da var elbet. Lâkin onlar da benim gibi. Özlem aynı, hasret aynı, hisler aynı. Burada güneş yine aynı güneş ama sıcağı başka. Çiçek yine aynı tür çiçek- açelya- ama kokusu başka. Hele de o güzel kuşların sesi bambaşka. Meğer o karanlık onları dinleyişimmiş. Meğer o karanlık oğul kez koklamışım o açelyaları, oğul kez hissetmişim o güneşin sıcaklığını. Şimdi çıkıp biri gelse memlekete dönüyoruz dese sevincim dünyalara sığmazdı. Hoştur ki düşüncesi bile mutluluk veriyor. İnsan işte hep bir umut ışığı buluyor.Belki bir gün diye. Özlemim sadece güneşe, kuşlara, çiçeklere değil elbet. Çok özlediğim bir gök var mesela ya da çok özlediğim bir ağaç veyahut çok özlediğim bir dağ. Bitecek her biri, hepsi, vatanımı vatan yapan tüm özellikleri, tüm yanları, uzaklarda da olsam bile bir umut veriyor. Elbette bir gün döneceğime dair. Kağıt parçalarıım bitmek üzere içimdeki bu hasreti yazım yetmez. Eğer başka bir kağıt bulursam devam edeceğim. Şimdilik burada bırakıyorum ama hep dediğim gibi. Bedenen ayrıldığım bu yerden ruhumu kimse ayıramayacaktır. Yıl 1944, Lelizar Teyfur. Belki bir gün diye. Özlemim sadece güneşe, kuşlara, çiçeklere değil elbet. Çok özlediğim bir gök var mesela ya da çok özlediğim bir ağaç veyahut çok özlediğim bir dağ. Bitecek her biri, hepsi, vatanımı vatan yapan tüm özellikleri, tüm yanları, uzaklarda da olsam bile bir umut veriyor. Elbette bir gün döneceğime dair. Kağıt parçalarıım bitmek üzere içimdeki bu hasreti yazım yetmez. Eğer başka bir kağıt bulursam devam edeceğim. Şimdilik burada bırakıyorum ama hep dediğim gibi. Bedenen ayrıldığım bu yerden ruhumu kimse ayıramayacaktır. Yıl 1944, Lelizar Teyfur. Belki bir gün diye. Özlemim sadece güneşe, kuşlara, çiçeklere değil elbet. Çok özlediğim bir gök var mesela ya da çok özlediğim bir ağaç veyahut çok özlediğim bir dağ. Bitecek her biri, hepsi, vatanımı vatan yapan tüm özellikleri, tüm yanları, uzaklarda da olsam bile bir umut veriyor. Elbette bir gün döneceğime dair. Kağıt parçalarıım bitmek üzere içimdeki bu hasreti yazım yetmez. Eğer başka bir kağıt bulursam devam edeceğim. Şimdilik burada bırakıyorum ama hep dediğim gibi. Bedenen ayrıldığım bu yerden ruhumu kimse ayıramayacaktır. Yıl 1944, Lelizar Teyfur. uzaklarda da olsam safra bir umut veriyor. Elbette bir gün döneceğime dair. Kağıt parçalarıım bitmek üzere içimdeki bu hasreti yazım yetmez. Eğer başka bir kağıt bulursam devam edeceğim. Şimdilik burada bırakıyorum ama hep dediğim gibi. Bedenen ayrıldığım bu yerden ruhumu kimse ayıramayacaktır. Yıl 1944, Lelizar Teyfur. uzaklarda da olsam safra bir umut veriyor. Elbette bir gün döneceğime dair. Kağıt parçalarıım bitmek üzere içimdeki bu hasreti yazım yetmez. Eğer başka bir kağıt bulursam devam edeceğim. Şimdilik burada bırakıyorum ama hep dediğim gibi. Bedenen ayrıldığım bu yerden ruhumu kimse ayıramayacaktır. Yıl 1944, Lelizar Teyfur.
Kayıtlara geçsin.
Bu notları bulduğum yıl 2010’dur. Ufak bir kutu bahçemde ki ağacın hemen dibine gömülmüş. Ben Özbekistanlı bir kadınım. İsmim Sevara Usmonova. Kağıtlarda ne yazdığını bilmiyordum. Kelimeler dilime ait değildi. Çevirmek, kelimeleri bulmak epey zaman aldı. Bulmasaydım belki bu hasret çeken kadının derdine ortak olamazdım. Lelizar Teyfur bu ismi araştırdım fakat bulduğum tek iz sürgün edilmiş bir Ahıskalı olmasıydı. Yazdıklarına bakacak olursak iki istediği vardı. İlki yuvasına kavuşmak,ikincisi bir dinleyici… Onun dilinden anlayan, hasretine ortak olacak birisi. Umarım o çok özlediği kuşların sesini işitiyor, o güneşin sıcaklığını hissediyor ya da o açelyaları kokluyorsundur. Bana bıraktığın bu mektuplar, evet mektup diyorum çünkü Lelizar Hanım o kağıtların okuyucusuna kavuştu. Bana hasret nedir.özlem nasıldır? Tüm bunları öğretti. Meğer o özlem bir kafesmiş insan ise bir kuş. İçine sıkışıp kalmış,kurtulamamış. Meğer o hasret bir yaraymış bitene dek kapanmayan. 24 yaşımda bu mektupları bulmam ne kadar tesadüf bilmiyorum. Tüm iyi dileklerim seninle . Umarım şuan mutlusundur ve umarım sabahların aydındır. Özlediğin o dağlar o ağaçlar hep seninledir. Bu yaşımda bana hasreti, özlemi öğrettin. Ben de bu yazdıklarımı bana bıraktığın kutuya koyuyorum belki benden sonra bir başkası daha bulur, derdine ortak olur diye. Umarım bir gün zamanın birinde karşılaşırız. Teşekkür ederim Lelizar Teyfur. Bana kattıkların için…Hayatımın bir yerinden bir parçası olman çok güzeldi. Belki bir gün benzer şeyler başıma gelir. O zaman aklıma sen düşersin. Yıl 2010, Sevara Usmonova.
GÜNEŞİM
Herkes için normal, sıradan bir gündü. Hasan dağınık, pis, kokan içinde eski, yayları yatıyordu. Koyu yeşil perdesinin minik serisinden karanlık kasvetli odaya bir ışık ışınları, Hasan’ın yüzüne vuran ışık onun uyanmış henüz. Yatıp doğruldu ve: “Günaydın gülüm! Bu gün ne kadar da güzelsin. ” Dedi. Yataktan kalktı, suratında garip bir tebessüm ile yüzünü yıkamak için banyoya yöneldi. Banyonun aynasında baştan aşağı bir süre süzdü kendini. Yüzünü yıkadı, iki dış fırçasının olduğu bardaktan mavi fırçaladı dişlerini. Bugün özel bir gündü. Tıraş olmaz karar verdi, pek fazla tıraş olmazdı, aldı jileti başladı kesmeye: “Aaahh!”diye bağırdı ardından, yüzünü kesmişti ama bu gün onu hiçbir şey üzemezmiş gibi mutluydu. Deli divane gibi dolaşıyordu evin içinde. Üstüne çok şık tertemiz bir takım giyip çıktı evden. Hasanı gören komşuları “Ayol ne olmuş bu meymenetsiz adama bir gülümsediğini görmediğim adamın yüzünde güller açar” diyorlardı arkasından. Hasan Çiçekçi Ayten’in sokağın kenarındaki küçük tezgahına gitti ”dedi. Bana oradan bir demet sarı papatya verebilir Ayten, sana zahmet olmazsa ”dedi. Ayten kendisiyle alay düşünüyordu: “Yolda görse yüzüme bakmaz beya ne olmuş bu adama, saksı falan mı düşmüş başına?“ Diye geçirdi içinde. Ayten: “Abe senin ne işin vardır burda beya, kimedir aha bu güzelim çiçekler?” Hasan ”Karıma, güneşime” diye cevap verdi.Ayten şaşırıp kaldı, Hasan parayı uzatıp buketi nazikçe aldı “İyi günler, kolay jelsin Ayten” dedi ve yürümeye devam etti Ayten arkasından şaşkınlıkla devam etti “Delirmiş bu adam yahu” dedi arkasından. Hasan küçük kasabanın dar taşlı yollarından küçük bir sokağa girdi sonra sokağın sonundaki bakkala girip selam verdi ”Selamın aleyküm Niyazi nasılsın?” dedi. Bakkal Niyazi: “Çember! Hasan aleykümselam iyi ne olsun koşuşturmaca, o elindekiler ne öyle mi? ” Hasan” Karıma aldım çok sever. Niyazi “Oğlum iyi hoş da burası küçük yer, böyle gezme, adın çıkacak sonra.” Hasan ”Ah be Niyazi bugün güneş benim için doğmuş sen ne anlatıyorsun.” deyip raftan bir paket sigara alıp pazarlayarak. Ziya arkasından bakakalmıştı.”Hasan” Ah be Niyazi bugün güneş benim için doğmuş sen ne anlatıyorsun. ” deyip raftan bir paket sigara alıp pazarlayarak. Ziya arkasından bakakalmıştı. ”Hasan” Ah be Niyazi bugün güneş benim için doğmuş sen ne anlatıyorsun. ” deyip raftan bir paket sigara alıp pazarlayarak. Ziya arkasından bakakalmıştı.
Hasan yine dar yollardan sahile inmişti bir anda durup derin bir nefes aldı ve güneşe bakıp: “Parlayan cildin gözümden çok kalbimi yakıyor be güneşim” dedi.Bu arada uzaktan bir ses duydu “Hasaaaan! “ Salih abinin sesiydi bu.El sallıyor,onu yanına çağırıyordu. Hasan Salih Abi’nin teknesini her gördüğünde midesi bulanırdı. Salih abi: “Hasan gelsene ne zamandır görüşemiyoruz,sohbet ederiz biraz” dedi.Hasan kıramayıp yanına gitti, oturdular karşılıklı.Hasan güneşin batmaya yakın olduğunu görünce panikle kalktı masadan ”Görüşürüz abi,Allaha emanet “ dedi,koşmaya başladı.Sahile,kumlara indi.Aldığı papatyaları sıkı sıkı tutuyordu. Oturdu kuma,çekti dizlerini gövdesine ”Karanlıkta kalacağımı bile bile izlemesi ne hoş seni.Güneş gibi doğdun kalbime derler ya hani, sen yokken benim kalbim hep karanlık.Biliyor musun yemek yapmayı öğrendim.ilk başlarda zorlandım tabi ,tavaların yerini bile bilmezdim sen varken.Şimdi olsan hiç seni yormam,ne güzel yemekler yaparım sana. Sen gittin ya ben çekilmez bir adam oldum” dedi.Sanki çiçeklerin kokusu, dalgaların şarkısı, rüzgarın fısıltısı, onlara bu hoş sohbetine ortaklık ediyordu.” Keşke hiç gitmesen be gülüm… Doğru diyorsun “Güneş gitmezse yıldızlara bakarken güneşi özlemeyiz” Sahilde sızmış sarhoş adama gözü kaydı. Adam birden Hasan’a dönüp ” Senin için yanmış kardeş” dedi. Hasan: “Abi içimi yakan güneşimdir” diye cevap verdi .Sarhoş adam zorla da olsa kalkıp şarkı söyleye söyleye uzaklaşıyordu.Hasan sigarasından bir dal alıp yaktı.Batan güneşe uzun uzun baktı. Arkasından gelen bir ses:” Hasan abi iyi misin? “ dedi.Salih Kaptanın çırağı Murat’tı bu.Hasan “İyiyim iyiyim” diye geçiştirdi .Murat tekne malzemelerini alıp tekneye götürdü. Paspasını alıp güverteye çıktı . Güvertede oturan Salih Kaptan’a “ Kaptan sen bilirsin,bu Hasan Abi’nin neyi var?“ diye sordu.
Salih Kaptan derin bir iç çekerek “Ah be murat hayat Hasan’a acının en beterlerinden birini verdi çok genç yaşta. Bir gün tekneyle denize açılmıştık ne sisli ne kasvetli bir geceydi o.Ne aptalmışız diyorum şimdi. “ Murat ”Ne oldu ki o gece?” diye ısrarla soruyordu. Salih Kaptan ”Hasan’ın eşi o gece hayatını kaybetti, dalgalar sadece onu alıp götürdü. Hasan’ın güneşi o gündür doğmaz. Bugün eşinin yani Güneş’in doğum günü.Her yıl eşinin doğum gününde sahile gelir, oturur,güneşin batışını izler.Aldığı sarı papatyaları kuma bırakıp gider. Çok genç yaşta kaybetti eşini gel sana yeni bir hayat arkadaşı bulalım dediyseler de kabul etmedi. Onun kalbideki karanlığı sadece Güneş’i aydınlatabilirdi. Sanki körün güneşe olan özlemi gibi ,hisseder sıcaklığını ama göremez .” Murat” Kaptan ciğerim soldu be, bugünlük paspas yapmasam olur mu? ”Salih kaptan yüzünü ona çevirip kaşlarını çatıp ” Vaay demek işten kaytarmak için anlattırdın bunca şeyi, hemen işinin başına yürü!” diye bağırdı .Murat paspası alıp güverteyi temizlemeye başladı mahcubiyetle. Bu sırada güneş kaybolmak üzereydi, Hasan elindeki çiçeği yavaşça kuma bıraktı ve son kez baktı güneşe ”Doğum günün kutlu olsun Güneş,sen kalbime hep güneş gibi doğ olur mu?” dedi.
KAYBEDİŞ
Siyah sedan arabasının kaputuna yaslanmış elindeki sigarayı yudumluyordu bir yandan ise sahili izliyordu. Güneşin batmasıyla o karanlık silüeti beliriyordu Aniden cebinde çalan telefonu ile sigarasından son yudumunu aldı ve yere fırlattı sonrasında cebindeki telefonu çıkarttı. Efendim patronu! ” Dedi sert ama bir o kadar da naif sesiyle. Karşı tarafı dinleyip konuşmaya başladı ” Geliyorum efendim ” deyip telefonu cebine koyup arabasına bindi ardından sahilin o karanlık havasını geri bıraktı. Gelmek istediği yere varınca arabasını park hemen indi. Kapıdaki korumalara selam verip hızla patronun bulunduğu yerde doğru ilerledi. ” Enes hoş geldin oğlum! Dedi ellili yaşlardaki adam.Siyah takımıyla gayet şık görünen adam, pencerenin önünden ayrılıp tekli koltuğa oturdu. Enes ‘ e oturması için el komutuyla işaret etti. Enes ” Efendim beni buraya hemen çağırmanızın sebebini öğrenebilir miyim? ” Yaşlı adam koltuğunda gergince kımıldayarak konuştu. ” Biliyorsun ki bir yıl önce batmakta olan bir şirkete ortak olup piyasa işlerine girdik. Fakat ortak olduğumuz şirketin gerçek sahibi Muhsin Bey sürekli borç alarak kendini epey çıkmaza soktu.Tek bana da değil diğer şirketin ortağı olan Adnan’a da aynısını yaptı ve şimdi bataklıkta. Kulağıma gelen bilgiler Adnan parasının ödenmesi içim Muhsin Bey’in koruyucu ailelik 12 oğlunu kaçırmış ve parasını vermediği oğlunu göremeyeceğini söylemiş.Fakat o dengesiz Adnan’ın sağı solu belli olmaz kısacası senden tek isteğim o alıp bana getirmen. ” Enes düşündü bunu yapabilir miydi? Ama yapmak zorundaydı, paraya ihtiyacı vardı. Daha fazla düşünmeden kabul etti. Ve hemen yola çıktı.
Yaklaşık bir haftadır Enes tüm şehri darmaduman edip sormadık adam, araştırmadığı yer kalmamıştı. Fakat bir iz bulmuştu bulundu şehre uzaktı ama olsun yapmak zorundaydı. Saatler saatler kovalarken Enes çok uğraşması sonucu Muhsin Bey’in oğlunu bulmuş ve hiçbir sorun çıkmamıştı. Ve Enes görevi tamamlamıştı geriye sadece çocuğu patrona götürmek kalmıştı. Enes siyah sedan arabasını ıssız sakin bir yerde durdurdu ve cebindeki telefonu patronu aramak için telefonu cebinden çıkarttı. O twitter arkadan bir ses geldi ” Beni niye onlardan kaçırdın mı? ” Diye. Enes ilk sesini duymanın şoku ile biraz şaşırmıştı fakat sonrasında hiçbir mimiğini oynatmadan sessiz kaldı. Çıkarttığı telefonu sağındaki koltuğa fırlattı ve direksiyona başını yasladı. Yorulmuştu artık hem de çok bu yaşadığı hayatına fazla geliyordu.
Başını yavaş yavaş kaldırdığında bir yandan da gözlerini araladı burada uyuyakalmıştı hemen arkadaki koltuğa baktı çocuğun orda olmama ihtimali onu korkutmuştu fakat düşündüğü gibi olmadı.Çocuk arka koltukta huzurla uyuyordu. Nefes alamadığını hissedip arabadan bir an önce çıkmak istedi. Ve düşündüğü gibi de yaptı aldığı bu temiz hava onun yine iyi hissetmesine yetmemişti. Arkadan kapı sesi duyulunca arkasına dönmek istedi fakat dönemedi. Küçük çocuk yanına gelince ilk Enes’e baktı daha sonrasında ‘’Günaydın’’ dedi. Enes yine hiçbir tepki vermedi. Daha sonrasında çocuğun aç olduğunu düşünerek konuştu. Arka koltukta simit poğaça içecek var.Ye sonra yola çıkacağız’’ dedi ve cebindeki sigara paketinden bir sigara çıkarttı. Yarım saatin sonunda yola çıkmışlardı.Enes sessizliğini korurken küçük çocuk konuşmaya başladı. ‘’ Bana ne yapacaksın?’’ diye bir soru sordu fakat cevap alamadı ama çocuk vazgeçmedi tekrar konuştu ’’Adım Mert senin adın ne abi?’’ Adının Mert olduğunu öğrenen Enes kendi ismini de söyledi çocuğun susmasını umarak fakat hiç de umduğu gibi olmadı. ‘’ Enes abi, biliyor musun ben gerçek ailemi hiç tanımadım, beni bir yetimhaneye bırakmışlar ve sonrasında gitmişler .Ardından Muhsin babam bana sahip çıktı.Benim en güzel şekilde eğitimimi almamı sağladı fakat son günlerde işleri kötü olduğu için çok mutsuz.’’ dedi.Konuşmaya devam etti ‘’ Biliyorum, beni de bunun için kaçırdınız borçlarını ödemesi için ya ödeyemezse o zaman beni öldürecek misiniz?’’ Enes’in dili tutulmuştu kendini çok kötü hissetti. Ne diyecekti buna ne diyebilirdi ki..
Mert yol boyu anlatmaya devam etti.Saatler saatleri kovalarken sonunda Mert yorgun düşüp uyuyakalmıştı. Enes ise düşüncelerinden yorgun düşmüştü. Mert olduğu yerde sayıklıyordu kurduğu cümleler pek anlaşılmasa da en net olan kelimeler :‘’Bana yardım edin!Anne! Baba!’’ ve korkuyla uyandı. Enes arabayı durdurdu kemerini çözüp hemen arka koltuğa yöneldi. Enes ‘’ Mert ben burdayım,aslanım sakin ol!’’ dedi sakinleşmesi için. Mert hızla kalkıp Enes’e sarıldı.Mert ‘’Rüyamda gerçek annem ve babamı bulmuştum ,onlarlaydım Enes abi çok mutluydum bunların hepsi bitmişti ,mutluydum!’’ dedi Enes orada öylece durdu ve hiçbir şey yapmadı yapamadı. Önüne döndü ve arabayı çalıştırdı. Mert tekrar anlatmaya başladı’’ Yetimhaneye çok küçük yaşta bırakılmışım daha sonrasında yetimhaneden kaçtım ,sokaklarda kaldım günlerce hatta aylarca sonra yine yetimhaneye getirildim. Sonrasında karşıma Muhsin babam çıktı beni ailesi olarak gördü. Bu yüzden Muhsin babam benim için çok değerli’’ Enes kendi hayatını Mert’te görmüştü sanki. İçi burkulmuştu ,düşündü Mert’in mutlu olması için ne yapabilirdi ,eğer Muhsin Bey’ e verse yine onları ayırırlardı. “Düşün dedi içinden düşün Enes ,bu çocuğun mahvolmasına izin verme!.”
Mert’in gerçek ailesini bulabilir miydi bunu başarabilir miydi? Canı pahasına ne olursa olsun Mert’i mutlu edecekti o ailesine kavuşacaktı. Enes kavuşmamış olabilirdi ama Mert onun kaderini yaşamayacaktı, kendi kendine söz verdi. Daha çok gaza yüklenerek hızla bulunduğu bölgeden uzaklaştı. Telefonunu pencereden attı ,patronu dinlemeyecekti.
Mert’in acıktığını düşündü ve uygun bir yerde mola vermeliyim diye düşündü. Gözüne güvenli gelen ve güzel yemekleri olduğu düşündüğü yerde durdu ,arabayı park etti. İlk olarak arabadan Enes çıktı sonra Mert.Enes hayatı boyunca kimsenin elini tutmamıştı tutması için kimse ona elini uzatmamıştı fakat o bunu istemiyordu. Mert’in tutabileceği bir abi eli sunmuştu. Mert çok şaşırmamıştı ama Enes’in hemen elini tuttu. Birlikte içeriye doğru ilerlediler. Mert Enes’in elini tutmayı bırakmıştı ve çok acıktığını belli edermişçesine hemen yemeklere saldırmıştı. Mert’’ Enes abi burda istediğimi yiyebilir miyim?’’ dedi. Enes başta şaşırmış olmasına rağmen başını onayladı. Geçirdikleri iki saat ikisinin de arasında özel bir bağ kurmalarına sebep olmuştu ama ne Mert nede Enes bundan pişmandı. Enes artık hayatta yalnız değildi onun bir aslan gibi bir erkek kardeşi olmuştu. Mert de aynı şekilde artık Muhsin Bey dışında bir abisi olduğunu biliyordu. Oda biliyordu bu kadar kısa zamanda birini bu kadar sevmesi ona da sürpriz olmuştu. Enes, onu canı pahasına koruyacaktı. Ne olursa olsun artık onu kolay kolay bırakmayacaktı. Ve mutlu olması için elinden geleni yapacaktı.
Düşündüğü gibi olmadı Patron dediği Kenan Bey’in adamları peşlerine düşmüştü ama o pes etmeyecekti. Daha çok gaza bastı.Bastı ve sonrası savaş alanına döndü. Siyah sedan araç ile diğer araç kaza yapmıştı. Enes” Mert “dedi ‘’Mert iyi misin?’’ Enes’in kafasında durmak bilmeyen kanaması başında şiddetli bir ağrıya sebep oluyordu. Kemerini çözüp arkaya döndü Mert kanlar içindeydi,hiç dokunmadan telefonunu bulmaya çalıştı. Bulduğu gibi de hemen ambulansı aradı. Ambulans on dakikanın sonunda geldi hızla Mert’i bindirdiler Enes de hemen bindi ve ama artık çok geçti.
1 hafta sonra
Enes bir şeylerin düzeleceğine dair inancını artık tamamen kaybetmişti. Onun yüzünden küçük bir can hayata gözlerini kapamıştı. Enes’in yaşadığı bu hayatı Mert yaşamasın diye düzeltmek istemişti ama yapamamıştı. Mert’i özlüyordu. Keşke onu daha önce tanısaydım da gerçek bir yardımda bulunabilseydim diye iç geçirdi. Enes eski hayatını özlüyordu. Askerlikten atılmadan önceki hayatını.O zaman daha neşeliydi ama şimdi hiç mutlu değildi. Enes küçük bir bedene sahip çıkamamıştı. Onun o masmavi gözleri geldi aklına.Masaya yöneldi, oturduğu sandalyeden kalkarak masanın üzerinde duran siyah kapaklı deftere uzandı. Ve şöyle yazdı :”Özür dilerim Mert seni kurtaramadım. Seni çok az tanıma fırsatım oldu ama ben senin o kalbini o kadar çok sevdim ki seni şimdiden çok özledim. Gözyaşları önündeki kağıda ince dökülüyordu .Belki şimdi benim yüzümden orda öylece yatıyorsun ve ben bunu taşıyamıyorum artık, bana kızma olur mu kardeşim? “
Ardından masanın diğer ucunda duran sakinleştirici haplara ve silaha kaydı gözü. Ya hapları seçecekti hayatına bir ızdırap şeklinde devam edecekti ya da ölümü seçip kardeşine kavuşacaktı. Enes bu sefer mantıkla değil de duygularıyla başbaşaydı ve kardeşini seçecekti. Silahi eline aldı, gözyaşları içinde kafasına dayadı. Tam o Önünde Mert belirdi ve gülümsedi .Enes de ona gülümsedi, ardından bir el silah sesi. ..
BEŞ AY
En yakın arkadaşımla küsmenin üzüntüyle uyandım. Dün olanları hatırladığımda tekrarladığımda sinirlendim ve sinirlendiğimde gibi yine gözlerim dolmaya başladı. Düşünmeyi durduramazsam hüngür hüngür ağlayacağımı fark edip düşünmeyi bıraktım ve şu ana geri döndüm. Saatin 07:10 olduğunu görünce hızla yataktan kalktım ve hazırlanmaya başladım. Servisim 07: 55’te gelecekti. Hemen hazırlandım ve çantamı da alıp evden çıktım. Yine kahvaltı vakit bulamamıştım. Servisim geldiğinde hemen her zamanki yerime şoförün yani Ali ağabeyin yanına oturdum. Ali ağabey çoğunu benden sonra alıyordu, bu yüzden erken kalkmak zorunda kalıyordum. Okula vardığımızda içeri girmek hiç istemedim.Birazdan sınıfa gittiğimde Deren’i görecektim. Sonunda okulun bahçesine girdim ve binaya doğru yürümeye başladım. Binaya girdiğimde nöbetçi masasında Erva, Ayşe, Şeyma ve Seyda’yı gördüm ve yanlarına gittim. Orada biraz konuştuktan sonra beraber sınıfa çıktık.
Her zamanki sırama baktığımda sırada Deren’in çantasını göremedim. Öğretmen masasının önündeki sıraya batığımda Deren ve Esma’yı otururken gördüm. Deren ben ve Esma dışında kimseyle yakın değildi yani eskiden, artık benle de yakın sayılmazdı. Daha fazla o tarafa bakmayıp sırama oturdum. Artık yalnız oturuyordum. İlk teneffüs zili çaldığında Şeyma ile kantine indik ve birer poğaça aldık, ben poğaçamı bastırırken aklıma yine Deren geldi. Poğaçamı bastırdığımda hep söylenirdi:”Öyle poğaça mı yenir?” derdi. Neden bu kadar duygusal olduğumu düşünerek Serkan ağabeyin verdiği poğaçamı aldım ve kantinde oturup poğaçalarımızı yemeye başladık. Kantinden çıktığımızda direkt laboratuara çıktık, dersimiz fen idi. Dersler çok çabuk geçmişti ve bütün gün Deren ile hiç yüz yüze gelmemiştim. Sanırım bu iyi bir şeydi. Sonunda eve geldiğimde ödevlerimi ve diğer işlerimi hallettim. Bu gün gerçekten yorucu geçmişti akşam yemeğinden sonra hemen uyudum.
Deren ile küsmemizin üzerinden bir ay geçmişti ve biz hiç konuşmamıştık. Aslında Deren sadece benimle değil kimse ile konuşmuyordu ama onun yapısı buydu, yalnız kalmayı severdi. Bugün okulun son günü olduğu için okul kıyafetlerim yerine en sevdiğim kıyafetlerimi giydim ve Şeyma’yı beklemeye başladım. Şeyma da geldiğinde beraber okula gittik. Merdivenlerde Deren ve Esma ile karşılaştık, yüzüme bile bakmadan Şeyma’ya selam verdi ve gitti. Sınıfa çıktık ve karnelerin verileceği saati beklemeye başladık. Sonunda karnelerin verileceği saat geldiğinde sınıf öğretmenimiz Ahmet Hoca geldi ve karnelerimizi verdi. Karnelerimizi aldıktan sonra Şeyma, Ayşe, Erva ,Seyda ve ben göle gidip biraz oturduk ve sohbet ettik. Yedinci sınıf bitmişti ve seneye sekizinci sınıfa gidecektik. Seneye bu okuldaki son yılımdı ve ben Deren ile küs ayrılmak hiç istemiyordum sorun şu ki neden küstüğümüzü bile tam hatırlayamıyorum. Akşamüstü evlere dağıldık, ben çok yorgun olduğum için yine emekten sonra erkenden uyudum:
“Yine her öğlen yaptığımız gibi Deren ile kantinden birer karışık tost ve ayran aldık. Serkan ağabey tostlarımızı yaparken bir yandan da onunla sohbet ediyorduk. Tostlarımızı alıp bahçeye çıktık ve her zaman oturduğumuz banka oturup konuşmaya başladık. Sonra yanımıza diğer kızlar da geldi ve hep beraber gülerek bir şeyler konuşmaya başladık. Dışarıdan çok eğleniyor gibi görünüyorduk, gerçekten de öyleydi. Yemeklerimizi yedikten sonra Deren ile okulun ilerisindeki bakkala gittik ve birer dondurma aldık. Elimizde dondurmalar ile okula doğru yürüyorduk ki ayağım takıldı.”
Ve birden uyandım, hepsi rüyaydı. Hemen yataktan kalktım ve saate baktım, neredeyse öğlen olmuştu. Günüm olaysız ve çok sakin geçmişti. Sonraki günler Deren’i neredeyse hiç düşünmedim ta ki okulların açılmasına bir hafta kalana kadar. Yaz tatili çok hızlı geçmişti ve okul ile bağlantımı neredeyse tamamen kestiğim için Deren’i çok fazla özlememiştim. Ama şimdi okulların açılmasına bir hafta kalmışı ve o aklımdan çıkmıyordu. Onu gerçekten çok özlüyordum. Son bir hafta bütün tatilden daha hızlı geçti ve okulun ilk günü geldi çattı.
İlk gün okula yine evi bana çok yakın olan Şeyma ile gidecektik. Gece yatmadan önce alarmımı kurdum ve Deren’i yeniden görmenin verdiği heyecan ile uyudum. Sabah Şeyma ile buluşup okula gittik. İstiklal Marşı töreninden sonra müdürün konuşmasını dinledik ve sınıflarımıza çıktık. Bu sene sınıfımıza yeni gelen arkadaşlar ile tanıştık ve derslere başladık. Dersler yine çok hızlı geçmişti ve öğlen arası gelmişti. Tam sıramdan kalkıp Deren ile konuşmaya gidecektim ki kızlar yanıma geldi Şeyma “Çok açım hemen kantine gidelim lütfen” derken Erva “Hadi artık aşağı inelim.” diye yalvarıyordu. Onları daha fazla bekletmeden cüzdanımı aldım ve kantine indik. Tostumu beklerken bahçeyi gören camdan dışarıyı izlemeye başladım. Deren ve Esma hep üçümüzün oturduğu banka oturup tost yiyorlardı. Küs olduğun biri ile sürekli aynı ortamda olmak çok zordu ama barışmak isterken barışamamak daha da zordu. Bütün gün Deren ile nasıl barışabileceğimizi düşündüm ama aklıma söyleyecek bir şey gelmiyordu. Okul çıkışı evi okula çok yakın olan Erva’nın evine gittik. Biraz ders çalıştıktan sonra sohbet ettik ve evlere dağıldık.
Yaklaşık 2 hafta geçmişti okullar açılalı ve ben hala Deren ile konuşamamıştım. Bu gün beşinci dersimiz bedendi, eşofmanlarımızı giyip spor salonuna gittik. Öğretmenimiz normalde basketbol kursları verdiği için derslerde genel olarak basketbol maçı yaptırırdı. Bu gün de bizi guruplara ayırdı ve maç yapmaya başladık. Deren basketbol oynamayı çok severdi. Aklıma geçen sene katıldığımız basketbol maçı geldi, çok güzel geçmişti ve maçı bizim takım kazanmıştı. Şu ana geri döndüğümde maça başladık. Ders saatinin bitmesine beş dakika kalmıştı ve maç berabere gidiyordu. Hoca maçı durdurdu ve “Bu kadar yeter sınıfınıza gidebilirsiniz.”dedi. Tekrar okul kıyafetlerimizi giyip spor salonunun çıkışına doğru yürümeye başladık. Spor salonundan tam çıkacakken Şeyma “ Öğlen yemeğini dışarıda yiyelim mi?” diye sordu. Deren Esma’ya bakıp “ Biz kantinde yiyeceğiz” dedi. Şeyma “ Yeter artık bıktım sizin küslüğünüzden. Küsmeden önce hiç ayrılmazdınız hatta Rüya bizden çok Deren ile yakındı. Şimdi küstünüz birbirinizin yüzüne bakmıyorsunuz. Artık barışın.” dedi. Söyledikleri doğruydu ben de Dereni çok özlemiştim, uzakta olan birini özlemekten daha zordu yanında olan birini özlemek. Deren “ Gerçekten ben de bıktım Rüya, neden küstüğümüzü bile hatırlamıyorum, üzerinden beş ay geçti ve artık rüyalarıma girmeye başladın. “dedi tek nefeste. O an ne demem gerektiğini bilemedim, o da beni özlemiş ve rüyalarında görmüş. Sonunda cesaretimi toplayıp” Ben de bıktım seninle küs kalmaktan ve ben de seni rüyalarımda görmeye başladım. Ben de neden küstüğümüzü bile hatırlamıyorum ama seni çok özledim.” dedim. Kızlar birden gülmeye başladı, onları öyle görünce biz de gülmeye başladık Seyda” Sizi barıştırmanın bu kadar kolay olduğunu bilseydik önceden yapardık.” dedi ve gülmeye devam etti. Erva “ Hadi sarılın da barışın artık.” dedi. Deren ile sarıldık ve barıştık. Hep beraber öğlen yemeğimizi yedik. Yemekten sonra okula döndüğümüzde Deren’in çantasını aldım ve eski yerine yani benimkinin yanına koydum. Günün geri kalanında küsken yaşanan olaylardan bahsettik. Deren ile küsmek geçekten yaptığım en büyük hatalardan biriydi. Çok saçma sebeplerden en yakın arkadaşım ile beş ay ayrı kamıştım ve onu gerçekten çok özlemiştim ama sonunda barışmıştık. Bir daha onunla küsmek ve ayrı kalmak gibi bir niyetim yoktu.
Okullara Özlem
Tarih, 20 Aralık 2019.Koronavirüs adı ile anılan virüsün çıkış tarihi. İlk olarak Çin’in Wuhan kentinde görüldü. O zamanlar aradan 1 sene geçmiş geçmiş rağmen aklımda.
İlk zamanlar televizyonlardan Wuhan kentini, virüsün çıktığı yeri, izliyorduk orada yaşayan insanlar çok garipsemiştik, “ne kadar ilginç maske ile dolaşıyorlar” diyorduk. Virüs kısa zamanda tüm ülkeyi sarıverdi onun gün yüzlerce insan ağlıyordu. Virüs hız kesmeden Almanya, ABD, Fransa, İspanyan ve bunun gibi çevrede yayılarak insanların canını devam ediyordu. Dünya nüfusu gitgide azalmaya başlamıştı.
11 Mart 2020 tarihinde ise ülkemize de sıçradı. O gün 1 kişi de virüs tespit edildi ve hemen karantina altına alındı. Tüm ülke evlerine kapanmış, birbirleriyle sohbet etmekten korkar olmuştu. Kimse evinde misafir kabul etmiyordu. İlerleyen vakitlerde ise virüs ülkemizde hızla yayılmaya başlamıştı. 16 Mart 2020 tarihinde okulların 1 hafta kapanma kararı alınmıştı ama bu süre 1 haftayla kalmayacaktı. O zamanlar 8. sınıftım yani Haziran ayında sınava girecektim bu olayın bana avantaj sağladığını düşünüyordum çünkü okulda öğretilen tüm konular önceden çalışıp bitirmiştim. 26 Mart 2020 gününden itibaren uzaktan eğitim alındı.İlk zamanlar çok heyecanlanmıştım çünkü hayatımda ilk kez internet üzerinden derse girecektim.Tabii bir süre sonra artık kabak tadı büyümüyordu çünkü öğretmenlerimin anlattığı her şeyi biliyordum.
Sınav günü geldi ve okuluma gittim, belki de okulumda geçirdiğim son günümdü. Sınavımı kendimden emin bir şekilde bitirdim, üstümden bir yük kalkmıştı artık yaz tatilinin tadını çıkaracaktım, çıkaracaktım da virüs denen bu hastalık her gün bütün dünyada can almaya devam ediyordu ve herkesi karamsarlığa sokuyordu. Yaz tatili doyasıya eğlendim ve dinlendim artık bir lise öğrencisi oluyordum.
Yeni okulumda dersler yine uzaktan eğitimle yani internet üzerinden devam ediyordu, artık cidden çok sıkılmıştım. Okula başlayalı iki ay oldu ama hiçbir arkadaşımın daha yüzünü bile görememiştim. Bir yandan okulların açılması için uğraşılıyor diğer yandan da bu virüsün sonunu getirecek aşı çalışmaları sürüyordu. Okullar kısım kısım “seyreltilmiş biçimde” ilk olarak 8 ve 12. Sınıflar ardından ilkokul ve liseler açılıyordu. Bir grup pazartesi ve salı diğer grup ise perşembe ve cuma günleri gidiyor çarşamba günleri bütün okul dezenfekte ediliyordu. Çok mutlu olmuştum okulumu ilk defa görecektim ama bu mutluluk maalesef sadece iki hafta sürdü ve yine evlere kapandık.Hâla arkadaşlarımın birçoğunu görememiştim.
Yeni yıla girmiştik ve bu virüsün biteceğini ve umuyorduk, aşı tüm dünyada gelişme kaydediyordu insanlar yavaş yavaş aşılmaya başlayacak safra ama okulların açılacağına dair bir duyuru henüz yoktu. MEB virüsün seyrine göre okulları açmayı planlıyor.Acaba ilerleyen vakit neler olacak…
ÖZLEM
Bazı özlemler değişmiyor, biraz zamanla daha da büyüyor. 34 plakalı sarı taksi, site kapısından girip 43 Numaralı Bahçeli yazlığın önüne yanaştığında, Cemil yeni kalkmış, sabah serinliğinde gül fidanlarını hem seviyor, hem de sulama.
Arabadan inen, orta yaşı biraz geçmiş orta boylu, zayıfça, sol elinde baston aksakallı, nükteleriyle, gün görmemiş sözleriyle insanları düşünce ve kahkahalara boğan, Ahmet Efendi’den başkası değildi. Arabadan zorlukla inen, etrafına gözlerle bakan Salihâ Hatun, yine ayaklarını zorlayarak baston yardımı ile bahçe kapısından içeri girip vişne ve kayısı ağaç sırtını vermek; “Maşallah oğlum, ne kadar çok meyve vermişle,” diyordu. Cemil kapıya doğru koşarak; “Baba, anne bu ne güzel sürpriz siz nasıl geldiniz,” deyip kucaklaşarak ellerini öpüyor. ” Niye bana, haber vermediniz, ben gelir sizi alırdım.” Diyordu. “Oğlum ben istedim gidelim şu oğlan ile gelini bir daha görelim,Babanın da canına minnet o da çok özlemiş ki,
Canım anacığım bir bahar esintisi gibi- Anam de sarıl – Ne kadar da özlemişim– Dokun o şefkatli yüreğine – Öp yüzünden ellerinden – Ona farklı hissettir -Zaman ayır sohbet et – Kucağına bir demet çiçek bırak – Mutlulukla içilen bollü bir kahve – Hayatın ana tadıdır- Koş geç olmadan .-
Ana yüreğini fotoğraflayabiliyorsanız ama bir dokunsanıza. Sıcacık yüreğine gözlerinde koca yaşamı.
Yürüdük birlikte çiçeklerin, ağaçlarınasında, yorgunluk kahvesini buraların zeytin ağaçlarını yalayarak gelen oksijen dolu hav, bahçede içtik. Onları çok özlemiştim. Daha şimdiden bu yaz birlikte yapabileceğimiz aktivitelerin planlarını yapıp düşünmeye başladım. Babamın çok sevdiği mangalda pirzolayı, üzerine soğuk soğuk içtiği kolasını, yaz meyvelerini, bir sabah kahvaltısını bazen çınarın altında yapmak yapmak. Annemin çok istediği bir türlü bitiremediğim güzel annemin portresini bitirmek ilk aklıma gelenlerdi. Tüm Bunları rüyamda görmüştüm.
Dün gece almaküm rüyayı hayra yormam çok isabetli olmuştu. Sabahın serinliği uykulu gözlerimi yalarken her zaman yaptığım gibi içimden gelen duygularımı, özlemimi şiirleştirmeye çalıştım.
Canım -Annem ve Babam – Dün gece yorgundum – Hemen de uykuya daldım – Sizin için dua, edemedim -Bu sabah farklı uyandım – Sizleri göremeseydim- Kendimi asla affetmeyecektim-
BATAN DERE
Yıl 1999. Annem, babam ve ben Dursunbey ilçesinde, iki katlı bir evde oturuyoruz. Ben zayıf, kara kuru, dokuz yaşında çelimsiz bir kızım. Babam, anneme daha çok benzediğimi söyler her zaman. Saçlarımı üzerine almışım. Annemin de upuzun, yumuşacık saçları var.
Babam derenin epey uzağında bir postanede çalışıyor. Sabah erkenden işe gider, ben uyandığımda evde olmaz. Biz de annemin gözü gibi bakıp büyüttüğü çiçeklerin arasında kahvaltımızı yaparız: Çıtır çıtır köy ekmeği, ayağımın altında gıdaklayan tavuklar… Okuldan çıkar çıkmaz da mahalleden arkadaşlarla, Hasibe Teyzelerin cevizinde kurduğumuz sallanırız. Akşam ezanına kadar saklambaç oynamaktan kan ter içinde eve gelir, uyuduğumuz yeri bilmeyiz. Her pazar günü, babamla evimizin karşısındaki dereden balık tutmaya çalışırız. Ama ben bir kez safra tutabildiğimizi hatırlamıyorum. Onun seferinde babam gidip merkezden balık alır. O tuttuğumuzu söyler. Ben de inanırım. Aslında ikimiz de biliriz birbirimizi kandırdığımızı.Bir keresinde de Serapla gitmiştik bu dereye ayaklarımızı sokmaya. Sonra baştan aşağı ıslandık. Serap’ın annesi çok kızmıştı. O günden beri adı “Batan Dere” aramızda kaldı. Ne güzel günlerdi…
Ben şimdi karşıdaki kurumuş bu dereye bakıp tüm çocukluğumu düşünürken annemin sesiyle kendime geldim: “Nesrin! Nesrin! Bak ne buldum. ” Eski okul albümlerim, çocukluk oyuncaklarım, ne var ne yok, koşa koşa geliyor atmış dört dört kadın çocuk gibi. Babamın ölümünden Sonra iyice duygusallaştı. ONUN hatıra onun için çok kıymetli. Ben de onu çok boşladım tabi tayinimi Balıkesir’e aldırana kadar. Zaman ne kadar hızlı hızlı Otuz senede ne kadar değişmiş her şey Batan Dere de sahiden önünde batmış ya gözümüzün önünde.
YENİDEN DOĞAN GÜNEŞ
Küçük kız annesiyle yürürken birden durdu. Gözü karşıdaki parka takılmıştı. Orada olmayı arkadaş edinmeyi o kadar çok istiyordu ki. Ama annesi buna izin vermezdi. Ayrıca gitmesi gereken bir balya kursu vardı. Yine de şansını deneyip annesine “anne biraz oturabilir miyiz?” dedi. Annesi kızgınca “hayır geç kalıyoruz” dedi. Balya kursuna vardıklarında işe gitmesi söyleyip ayrıldı. Küçük kız annesinin gidişini izledikten sonra koşarak soyunma odasına gitti. Balya öğretmenleri Aslı Hanım biraz katı bir kadındı. Kimse onu kızdırmak istemezdi. Küçük kız hemen hazırlanıp sınıfa girdi ama Aslı Hanım çoktan derse başlamıştı ve küçük kızı fark etti. “Güneş yine mi geç kaldın sana kaç kere bu okulun kuralları olduğunu hatırlatmam gerek” diyerek kızdı. Sınıftakiler kendi aralarında Güneş ‘ e gülmeye başladılar. Güneş sınıftakilerin ona güldüğünü duyunca hızlıca yerine geçti. Bu kursa gelmek istemiyordu. Burada herkes ondan nefret ediyordu. Kendisini çok yalnız tısladı. Ama annesi bunu görmüyor. Güneş sadece diğer Çocuklar gibi arkadaşlarıyla oturmak, gezmek, eğlenmek istiyordu. Bale onun değil annesinin hayaliydi. Bunları düşünürken zaman hızla geçmiş gitme vakti gelmişti. Güneş hızlıca hazırlanıp annesini beklemeden kurstan çıktı. Hep o gitmek istediği parka doğru yürüyordu. Parka vardığında oradaki Salıncaklardan birine oturdu. Tam sallanırken yanına yaşıtı bir kız geldi. Güneş’e kendisiyle oynayıp oynamayacağını sordu. Güneş şaşırmıştı çünkü daha önce hiç arkadaşı olmamıştı. Şaşkınlık ve mutlulukla “olur oynarım tabi ki” dedi. Aradan 1 saat geçmişti ki Güneş annesinin ona doğru koştuğunu gördü. Annesi telaşla “Güneş niye haber vermiyorsun kızım bizi korkuttun” dedi. Ama Güneş mutluydu çünkü gelmek istediği o hayallerindeki yere gelmişti. İlk varsayılan arkadaş edinmişti. Yıllardır özlemini duyduğu o arkadaşlık hissini Güneş de sonunda tısebilmişti. Zamanını hep yeni arkadaşıyla geçirmek istiyordu. Annesine dönerek “Anne ben baleye gitmek değil, arkadaşlarımla vakit geçirmek istiyorum.” dedi. Annesi şaşırmıştı çünkü Güneş’in baleye gitmeyi sevdiğini düşünüyordu. Güneş’i ilk varsayılan böyle mutlu gördüğü için. Kızına dönerek “Sen nasıl mutluysan bundan sonra öyle yaparız kızım” dedi. Ve sevinçle arkadaşlarına doğru koşan Güneş’i seyretti. Yıllardır özlemini duyduğu o arkadaşlık hissini Güneş de sonunda tısebilmişti. Zamanını hep yeni arkadaşıyla geçirmek istiyordu. Annesine dönerek “Anne ben baleye gitmek değil, arkadaşlarımla vakit geçirmek istiyorum.” dedi. Annesi şaşırmıştı çünkü Güneş’in baleye gitmeyi sevdiğini düşünüyordu. Güneş’i ilk varsayılan böyle mutlu gördüğü için. Kızına dönerek “Sen nasıl mutluysan bundan sonra öyle yaparız kızım” dedi. Ve sevinçle arkadaşlarına doğru koşan Güneş’i seyretti. Yıllardır özlemini duyduğu o arkadaşlık hissini Güneş de sonunda tısebilmişti. Zamanını hep yeni arkadaşıyla geçirmek istiyordu. Annesine dönerek “Anne ben baleye gitmek değil, arkadaşlarımla vakit geçirmek istiyorum.” dedi. Annesi şaşırmıştı çünkü Güneş’in baleye gitmeyi sevdiğini düşünüyordu. Güneş’i ilk varsayılan böyle mutlu gördüğü için. Kızına dönerek “Sen nasıl mutluysan bundan sonra öyle yaparız kızım” dedi. Ve sevinçle arkadaşlarına doğru koşan Güneş’i seyretti.
80’lere Hasret
Soğuk bir kış günü yatağımda yatıyordum, cama vuran yağmur damlalarının sesiyle birden kendime geldim. Ne zaman yağmur damlalarının çıkardığı sesi duysam içimi huzur kaplardı. Yatağımdan zar zor kalktım. Yağmur eşiği uyumak beni ağırlaştırmıştı. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra salona geçtim. Pencerenin yanındaki koltuğa oturmuş, ellerini yanağına koymuş ve usul usul buharı `kahvesiyle, derin bakışlarıyla yağmura karşısına çıkan annemin yanına gittim. Beni gören annem “Günaydın kızım, gel, yanıma.” Dedi. Sonra anlatmaya başladı.
“Yağmuru başka köydeki eski gecekondu evimizi hatırladım. Yağmur yağdığında tahtmiş o güzel koku, ağaçların yapraklarının kokusu, toprak kokusu hala burnumun ucunda, çamur çamur. Şimdi ise yağmur yağdığında sular kaybolup gidiyor. Şehir onu yutuyor. Eskiden yağmur şiddetli yağdığı zamanlar çatıdan sızan sular için altına leğenler koyar, taşanların yerine evin içi yağmur suyu olmasın diye başka leğenlerle değiştirme telaşı yaşar, camlar rüzgâr incelemeleri açılmasın diye önüne koyduğumuz taşlar, yine de rüzgârın inatla bulup geldiği cam boşluğu uğultular, yağmur dindikten sonra tavanın kuruması için yaktığımız soba, çaydan suyun kaynayan suyun sobaya dökülüp çıkardığı ses, kestanelerimizin kavrulmasını heyecanla beklediğimiz o an, sobanın telindeki kurumayı bekleyen sayısız sarı bezler, sobanın boş teker teker oturup konuşulan güzel sohbetler, sıcacık içilen çaylar, elektrik kesilse safra lambasının hemen yardımımıza koşması… O kadar aç kalmışım ki eski zamanlardaki o telaşlı tedirgin ama bir o kadar da güzel inceliklere. Şuan hiçbir şey anlam ifade etmiyor. Burnumda tüten o toprak kokusunu, yemyeşil ağaçların yavaş yavaş rüzgârda dans edişini arıyor gözlerim. Ama nerde? Simdi ise onun yer beton onun yer apartmani. Ağaç dikecek yer yok. Ailemle, arkadaşlarımlağim sohbet ne olursa olsun kesilmezdi. Sonunu getiremez büyük bir zevkle saatlerce sohbet eder, konuşurduk. Simdi bizimizi zor görüyoruz. Eski sohbetlerin, eski zamanlardaki sıcaklığı şimdi anlaşılıyor. Köyde oynadığımız oyunlar, kimsenin hile yapmadığı, birbirimize saygılı olduğumuz zamanlar, ayakkabılarımızın çamura bata çıka gittiği okul yolları, annemizin çevre ekinlere basma korkusu, komşularımızın bahçesinden sokağa sarkan erik dalından yaptığımız küçük kaçamaklar, geceleri bahçemize, ekinlerimize hayvanların yakınlaşmaması için kurduğumuz kapanlar susmak bilmeyen sesi, sabah kapımızda “beni doyursun” diye konuşan aç kedi, yazarken bile olsak hafif esen soğuk o rüzgâr, onun eşli arkadaşlarımızla beraber yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli çiçekler, okula gelmeden yolun ortasında kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” komşularımızın bahçesinden sokağa sarkan erik dalından yaptığımız küçük kaçamaklar, geceleri bahçemize, ekinlerimize hayvanların yaklaşmaması için kurduğumuz kapanlar çıkardığı susmak bilmeyen sesi, sabah kapımızda “beni doyursun” diye bekleyen kedi, yazında bile olsak hafif esen beni doyursun diye açacak kedi, yazında bile olsak soğuk soğuk o rüzgâr, onun arkadaş arkadaşla beraber yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli renkli çiçekler, okula gelmeden yolun ortasında bulunan kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” komşularımızın bahçesinden sokağa sarkan erik dalından yaptığımız küçük kaçamaklar, geceleri bahçemize, ekinlerimize hayvanların yaklaşmaması için kurduğumuz kapanlar çıkardığı susmak bilmeyen sesi, sabah kapımızda “beni doyursun” diye bekleyen kedi, yazında bile olsak hafif esen beni doyursun diye açacak kedi, yazında bile olsak soğuk soğuk o rüzgâr, onun arkadaş arkadaşla beraber yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli renkli çiçekler, okula gelmeden yolun ortasında bulunan kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” ekinlerimize hayvanların yaklaşmaması için kurduğumuz kapıda onların çıkardığı susmak bilmeyen sesi, sabah kapımızda “beni doyursun” diye bekleyen aç kedi, yazında bile olsak hafif soğuk esen o rüzgâr, onun eş arkadaşlarımızla yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli çiçekler , okula gelmeden yolun ortasında bulunan kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” ekinlerimize hayvanların yaklaşmaması için kurduğumuz kapıda onların çıkardığı susmak bilmeyen sesi, sabah kapımızda “beni doyursun” diye bekleyen aç kedi, yazında bile olsak hafif soğuk esen o rüzgâr, onun eş arkadaşlarımızla yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli çiçekler , okula gelmeden yolun ortasında bulunan kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” yazında safra olsak hafif soğuk esen o rüzgâr, onun eşli arkadaşlarımızla beraber yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli renkli çiçekler, okula gelmeden ortasında bulunan kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” yazında safra olsak hafif soğuk esen o rüzgâr, onun eşli arkadaşlarımızla beraber yürüdüğümüz yollar, yolun kenarından öğretmenimize vermek için topladığımız renkli renkli renkli çiçekler, okula gelmeden ortasında bulunan kimsesiz armut ağacı… Ah ne güzel günlerdi. Kar yağdığında o kadar sevinirdik ki okullarımız kesin tatiller. Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ” Çünkü dizimizi aşan boyutta kar yağardı, tam da onunki gibi kış aylarında. Şimdi ocak ayındayız bırak dize kadar kar yağmasını adam akıllı tutacak bir kar bile yağmıyor. ”
Annemin anlattıklarını dinledim. Dinlerken onun çocukluğuna, çocukluk zamanlarının yağmuruna, karına bile hasretini anlamaya çalıştım. İnsan her yağmurda su akıtan damını özler mi? Annemin yaşına gelince özlüyormuş. Belki de özlü çocuksu hayalleri, saf duygularıydı. Şimdilerde çok uzaklarda kalan sağlık ve neşesi. Bilemiyorum ama rüzgarla açılan camı insan özler mi? Özlüyormuş… İnsan alıştığı her şeyi seviyor ve ondan ayrı kalınca özlüyormuş. Ben de yaşlandığım zaman her gün zorla gittiğim okulu özler miyim?
HAYAT
Şu an bir rüyanın içindeyim, elimde iki seçenek var. Birincisi uyanıp bu kâbusu görmemek; diğer uyumaya devam edip ailemi hatırlayıp üzüntü, özlem, yalnızlık ve korku duygularının ruhumu ele geçirmek izin vermek vermek. Ve ben ikinci seçeneği seçeceğim. Çünkü onları o kadar özledim ki hayal dünyasında bile olsa yüzlerini, ses tonlarını, mimiklerini, davranışlarını görüp birkaç dakikalığına bile olsa yanımdalarmış gibi hissetmeye, mutlu olmaya ihtiyacım var. Belki de acı çekmeyi seviyorumdur kim bilir…
Yanımda yıllardır bıkmadım beklediğim o kadın sevgili (!) Annem. Elimden tutarak kocaman mavi bir binaya dile getirdi. Binanın kapısının önünde bana ‘Kızım biz baban ile bir yolculuğa çıkacağız ve sen küçük olduğun için bizimle gelmek yerine bu maviş bina ablalar ile oynayacaksın tamam mı?’ Beş boyutlu küçük bir kız çocuğu ‘Tamam anne seni bekleyeceğim’ der. Ama ben sanki annemin bir daha dönmeyeceğini hissetmiş gibi annemin dizlerine yapışıp ‘Bırakma beni anne, ben oynamak istemiyorum, ne olur bırakma anneciğim! diye yalvarmıştım. ‘Simay’ ım canım kızım işleri zorlaştırma. Sana, seni alacağım diyorsam alırım ben. ‘ Sesi başlarda kalbimi ısıtacak olsa da sonrada kalbimi dondurup geçmişti. Sonra ağlarken büyümüş, dört duvar arasına hapsolmuş, dalga geçilmiş, kendini yalnızlığa itmiş Simay görünüyor.
Daha fazla kendime acı çektirmemek için yatağımdan kalktım. Ve o aynadaki daha on altı yaşındaki minik, hasta bedenime baktım.
Bu arada ben beş yaşında o mavi yetimhaneye bırakılan, on bir yıldır yetimhanede yaşayan, on dört yaşına kadar ailesini umut ile, sevgi ile, inanç ile, özlem ile bekleyen Simay’ ım. Diğer iki yıl sadece özledim ve umutlarımı, sevgimi, inancımı kaybettim.
Kendimi bildim bileli astım hastasıyım fakat hep eksiklerle yaşamaya alışık olduğum için pek dert ettiğim bir durum değildi hastalığım. En azından bu son iki yıla kadar. Doktorlar hastalığımın iyice ilerlediğini ve ilaçlarımı zamanından almazsam nefes alamayacağımı ve acı bir şekilde öleceğimi söylüyorlar. Fakat benim ‘ Kızım ilaç saatin geldi .’diyecek bir annem ve babam olmadığı için ilaç saatlerimi bazen aksatıyorum. Her ne kadar yetimhanenin görevlisi Neriman teyze hatırlatmaya çalışsa da onun benden başka ilgilenmek ile görevli olduğu yüzlerce evladı var.
Ayna ile tuhaf ve düşünceli bakışmamı bir kenara bırakıp okul için hazırlanmaya başladım. Okulumu pek sevdiğim söylenemezdi. Çünkü İstanbul’un İstanbul Lisesi’nde olarak okuyordum. Ortaokulda sırf annemler geri döndüğünde ‘Sizsiz de bir şeyler başardım.’ demek için hep çalıştım. Yeri geldi kendime anne olup derslerimi hatırlattım. Yeri geldi baba olup düşük notlarım için kendime kızdım. Tek başıma başaramadığım tek şey ise beni bırakıp giden, minicik omuzlarıma dağlar kadar yük yükleyen ailemi özlemeyi bir türlü bırakamadım. Keşke ben doğar doğmaz beni yetimhaneye bıraksalardı. Belki o zaman ne bu kadar özlerdim onları ne de bu kadar ağır gelirdi yalnızlık duygusu. Yaşadıklarımın en kötü tarafı da özlediklerimin beni özlemediği düşüncesi…
Bugün ilk derimiz edebiyattı. Dersi ne kadar dinlemeye çalışsam da olmuyordu, dikkatimi derse veremiyordum. Sabah o kadar dalgındım ki yine ilaçlarımı almayı unutmuştum. Nefes aldıkça ciğerlerimin acısı yetmezmiş gibi dersin konusu da Cemal Süreya‘ dan özlem temalı şiirlerdi .
‘’Özlemek, ölmekten iki fazla be çocuk! ’’ Bu cümle neden beni kötü hissettirmişti ki? Onlar benden vazgeçti. Ben neden onları özlüyordum ki? ‘’Özledim. Söyleyeceklerim bu kadar kısa ve derin. ‘’ Artık ciğerimin ağrısına kalbimdeki o tuhaf duygu da eşlik edince daha fazla dayanamadım. Dersten izin istedim. Bir an önce yetimhaneye gidip ilaçlarımı almalıydım.
Yetimhaneye vardığımda öksürüklerim şiddetini artırmıştı. Artık her öksürdüğümde ağzımdan kan geliyordu. Ellerim titrediğinden ve bedenimin gücü kalmadığı için çekmeceyi de açamıyordum. Bütün bunların üstüne titreyen elimi, masanın üstünde duran dört yaşımdayken ailemle çekildiğim eski fotoğraf çerçevesine çarpmıştım. Onlara ait tek anımı da yerle bir etmiştim.
Kırılan çerçevenin ve yere düşmemin verdiği o kötü hisse rağmen ilaçlarıma uzanabildim. Kalbim, ciğerlerim ve vücudum artık iradem dışında davranıyordu. Sanki bir el boğazımı sıkıyordu. Neriman teyzenin geldiğini hissediyordum. Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım. Neriman teyze başucumda beni bekliyordu. Gülümsedi. “Beni korkuttun, Simay. İlaçlarını düzenli almalısın.” Dedi. Boğazımı sıkan o el gitmiş yerine elime tutan bir el gelmişti. O el özlem dolu kalbimin acını dindirmişti.
BEN BURALARA NASIL GELDİM
Köpeğim Şitar’sız, titreyerek bankın başında uyandım. Mesajlarından uykumu alamamıştım. Çok uzun zamandır yemek de yememiştim. Karnım çok açtı. Nerede, nasıl yemek yiyebilirim diye düşünmeye başladım. Bu sohbet Şitar’la birlikte yaptığımız son kahvaltıyı tanıdım. Yine iştahım kaçtı.
Ey sabah uyanamamıştım. Dalgındım. Önemli bir toplantıya geç kalmak üzereydim. Hızlıca giyimimi giydim. Bir şeyler atıştırmak için mutfağa gittim. Onun sabah olduğu gibi kahve için ocağa su koydum ve kendime bir tost hazırladım, bana arkadaşlık yapan köpeğim Şitar’ın mamasını koydum. Geç kaldığım için tostumu safra yemeden telaşla evden çıktım. İş yerine gittiğimde toplantı çoktan bitmişti. Odama geçtim. Hala dalgındım üstümde yorgunluk vardı. Sandalyeme oturdum. Gözlerimi kapatıp uykuya dalmıştım.
Telefonun sesiyle uyandım. Komşum Neriman teyze beni arıyordu. Telefonda söylediklerine inanamadım. Evimde yangın çıkmış. Hemen itfaiyeyi aradım. Alelacele evin yolunu tuttum. Sokağın başında geldiğimde evimin önündeki kalabalık beni iyice telaşlandırdı. Yol boyunca bu haberin kötü bir şakadan ibaret olmasını dilemiştim. Ancak evime yaklaştıkça simsiyah dumanı görüyor, kokusunu alabiliyordum. İçimde tarifi imkansız bir korku ve telaş vardı. Evimde Şitar vardı. Ona ne olmuştu? İtfaiye daha gelmediği için komşular hortumla kovayla yangını söndürmeye çalışıyordu. Şitar’ı gören olmamıştı. Daha fazla dayanamayıp evin içine girdim. Onun yer dumandı, önümü bile göremiyordum. O anda itfaiye ekipleri geldi. Beni içeriden çıkardılar. Ciğerlerim acıyordu. Hem dumandan hem Şitar’ı bulamamaktan. Beni ambulansla hastaneye götürdüler. Hastanede çok kalamadım. Çünkü Şitar’ı merak ediyordum. Şitar’ın kurtulup olmadığını henüz öğrenememiştim. Dahası bütün bu olanlardan kendimi sorumlu tutuyor, kendime kızıyordum.
Hastaneden çıkar çıkmaz evime gittim. Sabah bıraktığım yerde artık bir kömür yığını vardı. Yetkililer inceleme yapıyordu. Bir itfaiye erinden köpeğimin kurtulduğunu öğrendim. Veterinere götürülmüştü. Ben de Şitar’ın olduğu veterinerin yolunu tuttum. Tüm vücudu yanmıştı, durumu çok ağırdı. Veteriner hekim Şitar için umutların tükendiğini söyledi. Kendimi dışarı attım. O kötü haberi almak istemedim. Evimi kaybetmiştim ve en yakın arkadaşımı da kaybedecektim. Bütün bu olanların tek sebebi geç kalmamak için yaptığım telaştı. Ocağı kapatmamıştım. Zavallı Şitar! Kendini koruyamamıştı.
YARIM KALAN MEKTUP
21/06/1971
” Sabahın erken saatlerinde, penceremin önündeki kuşların cıvıltısıyla açtım gözlerimi. Geç uyumama rağmen oldukça dinçtim. Yatağımdan kalkıp bir bardak su içtim ve kitapıma yöneldim. Ne okusam diye düşünürken, gözüme daha önce defalarca bitirdiğim başyapıt çarptı. Uzandım ve onu elime aldım. Rastgele bir seçim açıverdim. “Söyleyecek söz bulamıyorum, ne yapayım. Öyle bir sessizlik çöktü ki, bu sessizliğin içine seslenemiyor insan. ” Kafka yine yüreğime dokundu. Hani olur ya; çok şey söylemek istersiniz ama kelimeler artık çıkıvermez ağzınızda. İşte o an hissedersiniz çıkmaza girdiğinizi ve her şey için çok geç olduğunu. Belki de göğe gideceğinizden kaçacak bir yol bulacaksınız ancak yüzünüzde gözlükleri olacak ve tek alınacağınız uzunca bir duvar olacaktır. Biz o kapısı görmezden gelip daima başımızı yukarı kaldıranlardan olalım sevgili Brian. Hem bunu yapmazsak hayatı yaşamanın ne manası kalır öyle değil mi?
İki gün önce şahit olduğum bir olayı anlatmak istiyorum size. Evimin çiçeklerle dolu bahçesine çıkmış, çayımı yudumluyordum. Aynı zamanda da yoldan geçen insanları seyrediyor ve onlar hakkında varsayımlarda bulunuyordum.
Küçük çocuklar top oynarken, yolun bitişiğindeki duvara elindeki tebeşirle ailesinin resmini çizen, aşağı yukarı 6 yaşında olan bir kız gördüm. O küçük kız resme o kadar dalmıştı ki kendini üç beş adım geriden izleyen adamı fark etmedi bile. Babası olduğunu düşündüğüm bu adamın sırtından kanatlar çıkıyordu. İçimde bir burukluk oluştu. Kızın yanına gidip ‘’ Üzülme sen küçük, baban seni cennete bekliyor olacak.’’ deme isteği doğdu yüreğimde. Gidemedim yanına, belki de bunu yapacak cesareti bulamamıştım kendimde. Ah küçüğüm, nasıl da kırgındır şimdi hayata. Belki de kahramanı uçuverip gitti yanından…
Ben o minik kıza dalıp gideli saatler olmuştu. Hava neredeyse kararmak üzereydi. Gökyüzünü turuncuya çalan renkler süslüyordu. Az önce yorulmaksızın oyun oynayan çocuklar, çoktan evlerine gitmişlerdi. Mahalle sessizleşmiş, camlardaki kadınlar içeri girip perdelerini çekmişlerdi bile.
Hafiften rüzgâr esti ve bu esinti yıllar önce omuzlarıma attığın yeşil battaniyeyi sokak kapısına yaklaştırdı. Bir ayağı kısa olan sehpama dayalı bastonumu alıp yerimden yavaşça kalktım. Ağır adımlarla sizin armağan ettiğiniz battaniyeme yaklaştım. Belimi tutarak yere eğildim ve tekrar ağır bir şekilde ayağa kalktım. Eş zamanlı olarak birkaç damla yaş süzüldü sarkık yanaklarımdan. Tam karşımda, sokak kapısının önünden birbirinin koluna girmiş yaşlı bir çift geçiyordu. “Bu adil değil.” dedim mırıldanarak. Bu sefer hızlı bir şekilde evime girip koltuğuma oturdum.
Onlar biz olabilirdik Brian. Omzunuza yaslanmış bir şekilde yürüyen ben olabilirdim ya da elimi belime koyan kişi siz olabilirdiniz. Kızgınımdım, hayal edebileceğinizden daha kızgındım Brian. Hani siz yazmayı çok severdiniz? Hani yazılanları okumaktan zevk alırdınız? Senelerce sizden sadece bir mektup bekledim. En azından yaşadığınızı belirten küçük bir not gönderebilirdiniz. Gidişinizden itibaren üç buçuk yıl boyunca mektuplar yolladım size. Ancak bir cevabı çok gördünüz. Önce korktum sizin için. Birkaç sene sonra yayımlanan kitabınızı gördüm. Her gazetede boy boy fotoğraflarınız yer aldı. Üstelik yalnız da değildiniz o karelerde. Siz, karınız ve kızınız vardı. Korkum büyük bir kedere dönüştü. Yalan söylemeyeceğim Brian. Kalbim çok kırık. Yazar olmak istediğinizi söyleyip beni öylece ortada bırakıp yok oldunuz. Üstelik döneceğinize dair söz vermiştiniz. Size güvendim, belki bir gün gelirsiniz diye evimi hiç değiştirmedim…”
İhtiyar kadın hasret dolu mektubunun son cevapında, elindeki dolma kalem yere savruldu ve yıllardır beklediği huzura kavuştu…
TOPAÇ
Cadde kenarında küçük, müstakil evde babam, annem, ablam, ben birlikte yaşıyoruz. Evimizin bir de maskotu var. Topaç. Topaç tatlı mı tatlı bir köpek balığı. Yaklaşık iki buçuk bizimle aynı evi paylaşıyor. Ailemizin beşinci üyesi oldu. Hatta bazen nakledilebilir okula safra giderdim. Okul dönüşü, ödevlerimden sonra top oynardım.
Üniversite sınavına hazırlandığım yıl sadece benim değil, ailemin de düzeni değişti. Birlikte geçirdiğimiz saatler azaldı. Ne kadar istesem de Topaç için de vakit ayıramıyordum. Bir akşam molasındayken Topaç’ın yemeğini ben vermek istedim. Onunla biraz hasret gidermek ve temiz hava almak düşüncesindeydim. Ama elimde mamayla dışarı çıktığım zaman… Topaç, kulübesinin yanında, mama kabının önünde hareketsiz yatıyordu. Kapının açılma sesiyle bize doğru neşeyle koşan, kulaklarını dikip “Evet, amadeyim emrinize.” Der gibi bakan Topaç kımıldamadan yatıyordu. Yanına yaklaşamadım korktum. Anneme, babama seslendim. Babam koşarak yanıma geldi. Topaç’ı gösterdim. Bu twitter annem de geldi. Sesimden çok korktuğum anlaşıldığı için olsa gerek bana sarıldı. Sakinleştirmek için beni eve götürdü. Kalbimin sesini annemin bile duyduğunu düşündüm. Korku, telaş ve merak… Bütün bu duyguları aynı anda yaşıyordum. Babam derin bir sessizlikle odaya geldi. Kimsenin yüzüne bakamıyordu. Sesi titreyerek Topaç’ın artık aramızda olmadığını söyledi. Gözleri dolmuştu. Onu daha önce hiç bu kadar üzgünüm hatırlamıyorum. Annemin bana daha sıkı sarıldığını hissetim. Sanki ben Berin değilim, Topaç’ım. Beni bir daha hiç görmeyecek, kokumu hiç hissetmeyecek, benimle bir daha hiç vakit geçiremeyecek gibi sarılmıştı. Canım annem! Hem beni teselli hem kendi üzüntüsünü gizleyemiyordu. Bense gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum. Döktüğüm gözyaşları onu geri getirebilecekmiş gibi hissediyordum. Ne kadar çok ağlarsam o kadar çabuk hareketlenecek, yine küçük bahçemizde koşacak ve sokaktan geçenleri havlamasıyla korkutacaktı. Ama kabullenmeliydim, kabullenmeliydim ki,
Babam ayağa kalktı. Pencereye yöneldi. Topaç’ın kulübesinin olduğu yöne doğru baktı, baktı. “Birazdan gelirim.” Diyerek odadan ayrıldı. Ben annemin kollarının arasında yavaşça kalktım. Pencereden dışarıya baktım. Babam onu götürdü.
O gece hiç uyuyamadım. Ağlıyor ve olduğumuz fotoğraf karelerine bakıyordum. Sonsuza kadar onu büyük bir özlemle anacaktım. Gecenin sessizliğinde ağlarken uyuyakalmışım… Sabaha doğru uyandım. Gözüm birden dolabımın üstünde aynaya takıldı. Gözlerimin ağlamaktan şişmiş olduğunu fark ettim. Bu mesaj babam sessizce oda kapısından girdi girdi. “Uyuyamadın mı? Dedi. Ben ne diyeceğimi bilemedim. Başımı manasızca aşağı yukarı hareket ettirdim. “İstersen Topaç’ı ziyaret edebiliriz.” Dedi. Neden olduğunu bilmiyorum ama içim rahatlamıştı. Onun için yapabileceğimiz tek şey onu ziyaret etmekti. Gülümseyerek “Olur.” Diyebildim.
AİLE ÖZLEMİ
Ahali sabah namazından çıkmış, evlerine dağılıyordu. Köy meydanında jandarma komutanı yanında beş askerle köylüyü durdurdu. Aslında köy halkı bu gelişin sebebini biliyordu. Komutan daha geçen hafta gelmiş ve eli silah herkesin soracağı bildirilmişti. Ömer Efendi “Demek oğlanın askere gitme vakti gelmiş.” Diye düşündü. Herkes evlerine çekildiğinde köyün imamı ve muhtarı komutanın yanına gittiler. “Devletin bu kadar çok mu askere ihtiyacı var mı?” dedi muhtar gür bir sesle. Komutan pek sinirli birine rağmen şaşıracak şekilde bir şekilde ilan edildi. Muş’ta ne kadar eli silah tutan belgeli belgeli belgeye göndereceğiz. ” diyerek sigarasını yaktı. Komutan, sert görünüşünün ardında sakin yaratılışlı biriydi. Ama askere geleceklerin yumuşak için sert görünmesi öğretildi. İmam Efendi kendinden emin bir şekilde ve biraz da sitemkâr bir ses tonuyla “Oraya nasıl bu kadar adamı götüreceksiniz? Hadi götürdünüz, nasıl getireceksiniz? ” dedi. Komutan bu sefer afallamıştı. Çünkü üst rütbeli kişilerden bu konuda bilgi bilgi sadece adam toplamaya gönderilmişti. “Bu durum bizi alakadar etmez! Onlar koskoca adam başının çaresine bakarlar. ” diye kükredi İmam Efendiye. Mahcup olmayı ama bunu hissettirmemek için sırtını köy meydanındaki direğe yasladı ve bulutunu izlemeye başladı. Onlar koskoca adam başının çaresine bakarlar. ” diye kükredi İmam Efendiye. Mahcup olmayı ama bunu hissettirmemek için sırtını köy meydanındaki direğe yasladı ve bulutunu izlemeye başladı. Onlar koskoca adam başının çaresine bakarlar. ” diye kükredi İmam Efendiye. Mahcup olmayı ama bunu hissettirmemek için sırtını köy meydanındaki direğe yasladı ve bulutunu izlemeye başladı.
Namazdan `Ömer Efendi arifesi geldi. Ev halkı telaşlıydı. Ayrılık dile getirmek istemediklerinden konuşamıyorlardı. Mehmet hızlı bir şekilde tarhana çorbasını içtikten sonra eşyalarını toplamak için odasına gitti. Peşinden karısı Rümeysa’nın tısladı ama dönüp yüzüne bakamadı. Çünkü o gidiyordu artık ve Rümeysa’nın babası ve anasının yanına bırakacaktı. Odaya girdiğinde iki parça eşyasını alıp çalışırken kullandığı bohçasına koydu. Hızlıca odadan çıkmak için hamle yaptıysa da hanımı kolunu tutmuştu artık. “Hakkını helal et bey.” dedi titreyen bir sesle. Mehmet dönüp karısının yüzüne baktı ve yüzünde yumuşak bir tebessüm oluştu “Asıl sen hakkını helal et Rümeysa. Seni önce Allah’a sonra anamlara emanet ediyorum. Kendine ve aslan oğlum Emir’e dikkat et. İneği satmamaya gayret edin, yavrucak sütten mahrum kalmasın. ”Dedi. Rümeysa artık kendini tutamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Mehmet daha fazla karısının yanında kalırsa kendisinin de ağlayacağını fark etti ve oğlunu öpüp odadan dışarı çıktı. Annesi “Ömer Efendi, oğlana köyün çıkışına kadar ben de karşımda edeyim.” dedi. Olmaz Sultan Hanım. Otur oturduğun yerde! ” diye azarladı.
Köy meydanına ilk gelen Mehmet’ti. Meydanda Muhtar, İmam Efendi, komutan ve komutana karşılılamak için gelen birkaç asker vardı. Aradan birkaç dakika geçmeden Mehmet’in can yoldaşı Mustafa da geldi. Selamlaştıktan sonra pek konuşmadılar. Artık ortalık kalabalıklaşmaya başlamıştı. Köyün çocukları bir kenardan ya abilerini ya da babalarının gidişini izleyip ağlıyorlardı. Mehmet, iyi ki Emir bu yaşında değil, yoksa o da ağlar ben de üzülürdüm diye kendini teselli etti. Komutan sayım başlatıp hızlıca bitirdi. Zaten az kişi vardı. Son kez babalarının gözlerine bakan yeni askerler sessizce komutanın peşine takıldılar.
Asker kafilesinde çıt çıkmıyordu. Zaten Muş kışlasına az kalmıştı. Uzaktan yükselen “SAĞOL!” sesleri yaklaştıklarının habercisiydi. Komutan arkasını dönüp baktı ve “Evet beyler, kışlaya geldik. Allah gazamızı mübarek eylesin.” dedi. Mehmet yolculuk esnasında ilk defa içi huzurla dolmuştu. Çok uzun bir yoldan gelmelerine rağmen pek yorulmadıkları emin ve hızlı adımlarından anlaşılıyordu. Kışlaya girdiklerinde barut kokusu alacaklarını zannetmişlerdi ama anlam veremedikleri hoş bir şey kokuyordu. Komutan askerlerin bir şeyi garipsediklerini fark etti. “Ne oldu yiğitlerim?” diye sordu. Aralarından biri çekingen bir şekilde, “Burası çok güzel kokuyor. Bu kadar güzel kokmasının sebebi nedir komutanım?” dedi. Komutan onurlu bir ses tonuyla, “Şehadetin kokusudur. Sevdiniz mi?” diye sorduğunda tüm gözler bir anda aydınlandı. Artık Muş’un dört bir yanından gelen askerlerle kaynaşmaları gerekiyordu. Çünkü aynı cephede aynı düşmana silah doğrultacaklardı.
Kışlaya geldikten iki gün sonra Yemen’e gitmenin vakti gelmişti. Herkes hızlıca toparlandı ve yola çıktılar. Önde üst rütbeliler ortada askerler en arkada da ihtiyaçları taşıyan öküzler vardı. Mehmet kışlada geçirdiği iki gün boyunca uyuyamadığı için biraz yorgundu ama bunu dışa yansıtmamak için elinden geleni yapıyordu. Muş ile Yemen arası bin kilometreden fazla. Ama askerlerin içlerindeki iman ve vatan sevgisi sayesinde bu uzun ve çileli yolculuğa katlanıyorlardı.
Aradan haftalar geçmişti ve Yemen’e artık varmışlardı. Yol onları çok yıpratmıştı ve yaklaşık olarak yolda 500 şehit vermişlerdi. Şehitlerden biri de Mehmet’in can yoldaşı Mustafa’ydı. Bu durumu Mehmet için kabul etmesi zor olsa da gerçek buydu. Mehmet düşmanla karşılaşmadan önce moralini yüksek tutması gerektiğini biliyordu. Bu yüzden Mustafa’yı fazla aklına getirmemek için çabalıyordu. Ancak bu sefer de evi, ailesi ve oğlu aklına geliyordu. Onları çok özlemişti. Yolda onların hayallerini görüyordu. Bu duruma pek aldırış etmemesine rağmen şu sıralar daha çok onları görmeye başlamıştı.
Düşmanla karşılaşacakları vakit gelmişti. Herkes hücum emrini bekliyordu ama zaman geçmek bilmiyordu. Ortalıkta gerçek anlamda ölüm sessizliği vardı. Ve o bekledikleri emir geldi. ”ATEŞ!” Ortalık “Allah Allah!” naralarıyla inliyordu. Karşı cepheden atılan bir bomba Mehmet’in tarafına düşmüştü. Etrafında yaklaşık 15-20 kişi vardı. O an aklından geçen tek şey; bu vatanın evlatları savaşmalı oldu. Ağzından “Bir ölür bin diriliriz!” cümlesi dökülerek kendini bombanın üstüne kapattı ve infilak etti. O şehadete kavuşmuştu artık. Savaşta şehit düşen ilk kişiydi. Belki de onu tarih hiç tanımayacaktı ama oğlu Emir gibi nice yavrular yaşasın diye kendini atmıştı.
Muş’ta herkes günlük yaşantısına geçmek için çabalıyordu ancak bu durum pek mümkün değilmiş gibi gözüküyordu. Çünkü genç erkekler askere gittikten sonra işler kadınlara kalmıştı. Rümeysa da işler altında eziliyordu. Ama onun bir avantajı kayınbabası Ömer Efendi’ydi. Ömer Efendi yaşlı olsa da oldukça dinçti ve oldukça cesurdu. Ömer Efendi, oğlunun bir daha dönemeyeceğini hissediyor, yine de bu özlemin nihayete ermesi için dua ediyordu.
BABADAN YETİM HATUN ANA OĞLU ALİ’NİN HİKAYESİ
Zamanın birinde bir Türk diyarında Ali adında bir yiğit yaşarış. Ali obası ile birlikte her mevsim göç eder,cenk zamanı da orduya katılıp savaşırmış. Ali bir sefer sonrası,Sultan,yanlarına vardığında savaşta almadığı yarayı almış. Bu yaranın sahibi Sultanın yanında duran yeğeni Ayşe hatunmuş. Ayşe hatun Sultanın yanında bir güneş gibi parlıyormuş,Ali bir anda Ayşe hatuna tutuluvermiş.
Obaya döndüğünde anasına sevdasını anlatmak istemiş,lakin Hatun ana oğluyla bey kızının izdivacını uygun görürmüş. Bundan dolayı anasına bu durumdan bahsetmemiş. Ali kendi çadırında sevdasıyla pişedurmuş. Bu pişme öyle hiddetliymiş ki Ali günlerce yemeden,içmeden,uyumadan,talim etmeden sadece Ayşe hatunu düşünmüş.
Hatun ana bu durumdan rahatsız olmuş. Temiz havanın iyi geleceğini düşünerek Aliyi ava yollamış. Ali biraz nazlansa da Hatun anasının sözünü dinleyip varmış ormana. Ali bir Kurt,bir Ayı,bir Keklik avlayıp obanın yolunu tutmuş. Yolda birkaç ses duymuş. Merakına yenilip yavaşça seslerin geldiği yere doğru ilerlemiş. İlerde bir mağara varmış ve sesler oradan gelmekteymiş. Ali yayını gerip mağaradan içeri girivermiş. Önüne çıkanları oklamış oku bitince de gök pusatıyla haklamış. Kafir bitince başka kimse var mı diye ilerlemiş. Ali yürürken birkaç kıpırtı sesleri duymuş. Yavaşça ilerleyip Sesin geldiği yere gitmiş. Vardığında yerde bir hatun yatıyormuş,Ali yerde yatan hatunun nefesini kontrol etmek için yüzünü çevirdiğinde dona kalmış. Yerde yatan hatun Alinin yareni Ayşe hatunmuş. Ali hemen Ayşe hatunun elleri ile ayaklarını çözmüş. Ayşe hatun baygın olduğundan Ali ayılmasını beklemeye karar vermiş.
Hava kararıp,soğumaya başladığından Ali dışarıdan birkaç odun toplayıp getirmiş. Ateş yakmaya çalışırken Ayşe hatun kendine gelmiş. Ellerinin çözük olduğunu fark edince yerden Alinin getirdiği odunlardan birini alıp kafasına indirmiş.
Ayşe hatun bayılttığı kişinin yüzüne bile bakmadan dışarıya koşmuş. Mağaranın girişinde cesetleri görünce kuşkulanmış. Geri dönüp Aliyi bağlamış. Ali ayılınca kim olduğunu,Kendisini kaçıranlarla ne alakası olduğunu sormuş? Ali kendisinin sesleri duyduğunu,avdan döndüğünü ve bir sorun olduğunu anlayıp mağaraya daldığını söylemiş. Ayşe hatun dediklerine inanmış,ellerini çözmüş.
Ali havanın karardığını yarın yola çıkmaları gerektiğini söylemiş. Ayşe hatun hak vermiş ve ateş yakıp karşısında oturuvermişler. Ayşe hatun,Aliye kim olduğunu sormuş. Ali anlatmış,Ayşe hatun dinlemiş. Ali,Ayşe hatuna kendisine tutulmasından başka her şeyi anlatmış.
Sabah olduğunda yola koyulmuşlar. Yolda muhafızlarla karşılaşmışlar. Ayşe hatun muhafızlara kendilerinin saraya gittiklerini,onların Şehitleri ailelerine teslim etmeleri için söylediği yere varmalarını emretmiş. Ali ve Ayşe hatun saraya vardıklarında onları baş hatun karşılamış. Sultanın Ayşe hatunu yanına beklediğini söylemiş. Ayşe hatun hemen sultanın huzuruna varmış,Sultana olanları anlatmış,Aliden bahsetmiş. Sultan Aliyi huzuruna çağırmış. Ali,Sultanın taktirlerini almış. Sultan Aliyi ödüllendirmek için onu Bin beyi makamına atamak istemiş lakin Ali Sultana aflarını belirterek reddetmiş. Sultana Bir tesadüf sayesinde Ayşe hatunu kurtardığını ve bunun boynunun borcu olduğunu söyleyip huzurdan ayrılmış.
Ali obaya vardığında Bey ve Hatun anası onu karşılamış. Kurttan üst,Ayıdan post,Keklikten aş yapıp önüne sermişler. Hatun ana Aliye temiz havanın iyi geldiğini zannedip sevinmiş.
Aylar,haftalar,birbirini kovalamış,zamanla Alinin yarası tekrar açılmaya başlamış. Bir gün obada talim ederken saray muhafızlarından birisi Aliye,Ayşe hatunun mağarada kendisini beklediğini söylemiş. Ali merak ve heyecanla mağaranın yolunu tutmuş.
Mağaraya vardığında Ayşe hatun ateş yakmış başında Aliyi bekliyormuş. Ali,Ayşe hatuna neden çağırdığını sormuş. Ayşe hatun,onunla konuştuğunda başlayan sevdasından bahsetmiş. Ali duyduklarına inanamamış. Çünkü görür görmez sevdalandığı Ayşe hatun aynı şeylerin kendine de olduğunu söylüyormuş.
Ayşe hatun cümlesini bitirip Aliye,daha önce başkasına sevdalandın mı diye sormuş? Ali sevdalandığını söylemiş. Ayşe hatunun gönlü kırılmış ve Aliye bu sevdanın sonsuza değin süreceğini söyleyip yerinden kalkmış.
Ali Ayşe hatunun arkasından sevdalandığı kişinin kendisi olduğunu söylemiş. Ayşe hatun arkasını dönüp meraklı gözlerle sormuş. Ali,onu sefer sonrası Sultanın yanında gördüğünü,aynı kendisi gibi sevdalandığını ve bu sevdanın şu ana kadar imkansız olduğunu düşündüğünü anlatmış.
Ayşe hatun Alinin yanına gelip elini tutmuş,ardından konuşmaya devam etmişler. Ali Ayşe hatuna bu sevdadan başka kimin haberi olduğunu sormuş? Ayşe hatun yalnız Sultanın bildiğini söylemiş. Ali telaşlanmış ama Ayşe hatun Sultanın sevda konusundaki tutumunun olumlu olduğundan bahsetmiş.
Aylar,haftalar birbirini kovalamış,Ali ile Ayşe hatun her vakit buluşurlarmış. Bir buluşmalarında Ayşe hatun Ali’ye gayrı Hatun anasını yanına alıp neden kendisini istemediğini sormuş? Ali,anasının gönlünün bey kızında olduğunu başkasını istemediğini söylemiş. Ayşe hatun,Sultanın Hatun anayı ikna edebileceğini söylemiş. Ali Ayşe hatuna,anasının inat ettim mi sultanı bile dinlemeyeceğini söylemiş. Ayşe hatun telaşla Ali’ye,Hatun anayı ikna edememe durumunda kendisini mi bırakacağını sormuş? Ali Ayşe hatuna,bu durumu anasısın gönlünü kırmadan halletmek istediğini söylemiş.
Ali obaya vardığında Hatun anasının Bey otağında beyle konuştuğunu öğrenmiş. Destur isteyip Bey otağına girmiş. Hatun anasının yanına oturmuş. Hatun ana Bey’e,geliş nedeninin Beyin kızını istemek olduğunu söylemiş. Ali ayağa kalkıp Hatun anasına ve Bey’e kızını istemediğini söylemiş. Bey Aliye, neden kızını istemediğini sormuş. Ali,gönlünün başkasında olduğunu ve Bey kızını kardeşi gibi gördüğünü söylemiş.
Bey,Hatun anayla yalnız konuşmuş.Hatun anayı inadından çevirmiş ve oğlunun gönlündeki gelini almasını istemiş. Hatun ana Alinin yanına gelip sevdalandığı kızı sormuş. Ali,Sultanın yeğeni Ayşe hatun olduğunu söylemiş. Hatun ana ilkin şaşırıp,Ayşe hatunun gönlünün kimde olduğunu sormuş? Ali Ayşe hatunla başından geçenleri,aradaki tek engelin kendisi olduğunu,artık hiçbir engel kalmadığı söylemiş.
Ali bu haberin sevincini Ayşe Hatun ile paylaşmak için sarayın yolunu tutmuş. Ayşe hatunla ıssız bir köşede buluşmuşlar ama Ayşe hatunun suratı asıkmış. Ali fark edip sormuş. Ayşe hatun,bugün saraya sınırlardaki kale darların cesetlerinin vardığını ve sultanın hiddetlenip orduyu hazırlamaya başladığını söylemiş. Bu durumda izdivacın zaferden sonraya erteleneceğinden bahsetmiş. Ali,Ayşe hatuna bunun bir ayrılık değil aksine zafer ve düğün toyunun denkleşmesi ile çifte bayram olduğundan bahsetmiş. Ayşe hatun,kavuşamadan şahadete ermesinden telaşlandığını anlatmış. Ali,elini tutmuş ve Ayşe hatuna,cenkten zaferle döneceğini ve bu dönüş ayrılmaz sonları olacağından bahsetmiş. Lakin alına yazılan yazının değişmeyeceğini hatırlatmış. Eğer şahadet şerbetini içerse kendisini öbür diyarda bekleyeceğini söylemiş.
Sultan az bir zamanda ordusunu toplamış. Sınırlara doğru sultanın dev ordusu yola çıkmış. O kadar büyükmüş ki Tekfurlar daha yola çıkmadan nasıl baş edeceklerini tartışmaya başlamışlar. Kafir diyarları karışmış. Kral,Tekfurları toplayıp yaklaşan tehlikeyle ilgili istişare yapmış. Kral,Tekfurlara sultana elçi yolladığını ama olumsuz cevap geldiğimi söylemiş. Ülkeyi teslim etmekten başka çarenin kalmadığından bahsetmiş. Baş Tekfur Kralın bu sözlerine karşı çıkmış oracıkta Kralı boğarak öldürmüş. Bu olaydan sonra Tekfur Kral olarak kafirlerin başına geçmiş.
Tekfur kardeşini yanına çağırıp Sultanın ordusunu Anadolu da ki,ordunun tamamının geçemeyeceği bir geçitte telef etmesini istemiş ve elinde bulunan askerlerden bir birliği kardeşine vermiş.
Sultan ordusu ile iyice ilerlemiş. Yanına Aliyi çağırıp,yol üzerinde bulunan dar bir geçidin güvenliği için erkenden bir birlik göndereceğini,bu birliğin başında kendisinin olmasını istediğini söylemiş. Ali birliği ardına alıp dar geçide varmış. Birik tam güvenlik için dağılacakken öndeki askerler okla vurulmuş. Ali birliği bir araya toplayıp oklardan korunmuş. Ok yağmuru bittikten sonra cenk başlamış. Bu cenk sonrasında tekfurun kardeşi ve birlik yok olmuş. Sultan tekfura kardeşinin kellesini yollamış.
Tekfur kardeşinin ardında bıraktığı gözcülerden kardeşini Ali denen bir cengaverin öldürdüğünü öğrenmiş. Tekfur yanına bütün Tekfurlarını toplayıp bir plan hazırlamış. Bu plan Sultanın ordusuyla karşılaşıp,Aliyi kaçırmak ve ardından savunmaya geçmekmiş.
Bu iki ordu bozkırda karşılaşmışlar. Sultanın ordusu kafirleri ezip geçiyormuş. Tekfur Kral Hemen hamlesini yapıp Alinin başında olduğu birliğin etrafını sarmış. Bu çemberi Sultanın bozamaması için savunma birliğinin arkasına geçmiş. Birlikteki Ali dışındaki tüm askerleri öldürtmüş. Aliyi ise bağlayıp kaleye götürmüş. Alinin üstünü başka bir askere giydirip kale savunmasına çekilmiş.
Tekfur Kral Aliyi ülkenin en ucundaki kalesine hapsetmiş. Ali ayıldığında Tekfur karşısındaymış. Ali Tekfura,kim olduğunu sormuş. Tekfur Aliye kardeşini öldürdüğünü ve bu yüzden kendisine inanılmaz acılar çektireceğini söylemiş.
Sarayda düğün hazırlıkları sürerken ulak gelmiş. Bu ulak Ali’nin öldüğünü ve Sultanın ülkeyi fethedene kadar saraya dönmeyeceğini haber vermiş. Ayşe hatun Alinin öldüğünü işitince yere yığılmış. Günler,aylar,yıllar birbirini kovalamış lakin Ayşe hatun o günden beri odasından çıkmamış. Kimseyi de içeriye sokmamış. Bir gün içeri gelmek isteyen Alinin anası Hatun ana olmuş. Ayşe,Hatun anaya kapıyı açmış,oturup iki kelam etmişler. Hatun ana Ayşe’ye,oğlunu ne kadar sevdiğini sormuş.Ayşe hatun,oradan ne kadar göründüğünü merak etmiş. Hatun ana,buradan yataklara düşecek kadar az olduğunu söylemiş. Ayşe hatun,Ali’yi kaybettikten sonra ne tadının nede tuzunun kaldığını söylemiş. Hatun ana Ayşe hatuna,tadının da tuzunun da intikam ile geleceğini söylemiş. Ayşe hatun meraklı gözlerle Hatun anaya bakmış. Hatun ana,Ayşe hatuna ne kadar yiğit bir hatun olduğunu hatırlatmış ve Ali’nin intikamını sultanın yanında cenk ederek alabileceğini söylemiş . Ayşe hatun o gün Hatun ananın dediklerini düşünmüş ve Sabah namazını kılıp yola revan olmuş.
Ali artık zamanı saymayı bırakmış,Tekfurun onu unuttuğunu ve burada çürüyeceğini düşünmüş. Aliye burada her gün eziyet ediyorlarmış ama Ali bu eziyetlerin hiçbirisini hissetmiyormuş,bunun nedeni her gün daha fazla içini yakan özlemmiş.
Ayşe hatun sultanın yanına varmış. Meydanda savaşmış,akılda yarışmış. Sultan stratejik hareketleri yeğeniyle beraber düşünür,plan yaparken ona sorarmış. Bu durum Emirleri rahatsız etmiş. Tekfur bu vaziyetten haberdar olmuş ve Emirlerle bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre Tekfur,Ayşe hatunu öldürecek,Emirlerde Tekfura,Alinin obasına varmasına yardım edeceklermiş.
Tekfur bu anlaşmadan sonra Alinin yanına varmış. Aliye Emirlerle yaptığı işbirliğini anlatmış. Ali duyduklarına dayanamamış. Bağırmış,çağırmış ama elinden hiç bir şey gelmemiş. Ali kahrından hastalanmış. Tekfur,anasının öldüğünü görmesi için Aliyi tedavi ettirmiş.
Tekfur Anlaştığı Emirlerin koruduğu sınırlardan geçip Alinin obasına varmış. Obadaki bütün her kez i öldürmüş,Hatun ananın cesedini de yanına almış. Alinin bulunduğu kaleye varmış. Hatun ananın cesedini Alinin önüne atmış ve Aliye,sende bu cesetle birlikte burada çürüyeceksin deyip kaleden ayrılmış.
Sultana obaya baskın yapıldığı haberi ulaşmış. Yanına Ayşe hatunu çağırıp olanları anlatmış. Ayşe hatunun gözlerinden yaş akmış. Sultan Hatun ananın bulunamadığını söyleyince,Ayşe hatunun içine bir şüphe düşmüş. Bu şüphesini Sultanla paylaşmış.Sultan böyle bir şeyin olamayacağını,olduysa da Aliyi bulacağını söylemiş.
Tekfur anlaşmanın kalan kısmını tamamlamak için Emirler vasıtasıyla Ayşe hatunun çadırına sızmış. Tam Ayşe hatunu hançerleyecekken Ayşe hatun uyanmış. Aralarında önemli bir kapışma olmuş, Tekfur yaralanmış. Birazdan askerlerin geleceğini tahmin ederek kaçmış.
Sultan bu iki olaydan sonra bütün emirlerini kafesli çadıra tıkmış. Tahkikat sonrasında suçlu Emirleri astırmış,masumları saldırmış. Sultan bütün bu olaylardan sonra Tekfurun haddini aştığını ve bu durumda yaşamasının haram olduğuna karar vermiş.
Dev mancınıklar hazırlanmış ve ordunun karşısına çıkan her şeyi yerle bir etmiş. Ayşe hatun cenk meydanında ölesiye savaşıyormuş. Bir yanda Aliye olan özleminin dinmesi için ölmek istiyormuş, Lakin diğer taraftan da Alinin kanını yerde bırakmamak için vazgeçiyormuş. Tekfur köşeye sıkışmış artık onu koruyan kaleleri yokmuş. Kaçacak yeri kalmayınca teslim olmuş.
Tekfuru sultanın karşısına çıkarmışlar. Tekfur sultandan af dilemiş. Sultan yeğenine dönmüş ve karar senin demiş. Ayşe hatun Tekfurun karşısına geçmiş ve Tekfuru oracıkta öldürmüş.
Sultan geriye kalan askerleri serbest bırakmış ve varmadığı kalelere yeğeninin varmasını istemiş. Ayşe hatun Kaleleri dolaşıp nizam getirmiş. Ali’nin bulunduğu kaleye varınca bir tane tutsak olduğunu öğrenmiş. Askerlere mahkumu özgür bırakmalarını emretmiş. Askerler mahkumu serbest bırakmak için aşağıya inmişler. Lakin mahkumun gözünü açacak hali olmadığını görünce şifacıya yetiştirmişler. Ali iğleşmiş. Karşısında Türk erlerini görünce çok sevinmiş.
Sultan,Ayşe hatunu yanına çağırmış. Ayşe hatunda gitmeden yaralı mahkumu görmek için yanına varmış. Ayşe hatun mahkumun Ali olduğunu görünce sevincinden ve şaşkınlığından dona kalmış. Ayşe hatun kendine geldiğinde pusatını çekmiş ve bağırmaya başlamış. Ayşe hatunun sevinci dindiğinde Ali, başından geçen olayları anlatmış,Ayşe hatun hüzünlenmiş. Ali şifa bulunca Ayşe hatun ile saraya varmışlar.
Kırk gün,kırk geçe düğün yapmışlar,Ok atıp çadır kurmuşlar,Sultanın huzuruna çıkmışlar. Sultan Ali ile Ayşe hatuna şu sözleri söylemiş. Biz bir Dede Korkut olamayız lakin duamız bir olsun. Bismillah diyelim dua edelim hanım. Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli koca ağacın kesilmesin. Aksakallı babanın yeri cennet olsun. Ak zülüflü ananın yeri cennet olsun. Oğul ile kardeşten ayırmasın. Son nefesinde imandan ayırmasın. Amin,amin diyenler Allahın cemalini görsün. Derlesin toplasın yüce Allah günahımızı adı güzel Muhammed Mustafa’nın yüzü suyuna bağışlasın,hanım hey!..
Published: Jan 23, 2021
Latest Revision: Jan 23, 2021
Ourboox Unique Identifier: OB-1015507
Copyright © 2021
