81 il Bir Hikaye

by Elif

This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

81 il Bir Hikaye

by

  • Joined Jan 2018
  • Published Books 4
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                     ÖYKÜ TÜRKİYE’Yİ GEZİYOR

Ortalık ağarıp, güneşin doğmasına yakın, sokak fenerleri, teker teker sönmeye başlar Konya sokaklarında. Güneş yavaş yavaş kendini gösterir. Kardelen sokakta da hayat canlanmaya başlar. Erkenden işe giden genç yaşlı, kadın erkek bir çok insanla karşılaşırsınız bu sokakta. Sokak içinde iki katlı, duvarları pembe renkli, çam ağacı ve birkaç meyve ağacı ile güllerin olduğu bir ev vardır. Bu evde Öykü ve ailesi yaşamaktadır. Evin tek çocuğu olan Öykü, 4.sınıfa gitmektedir. Öykü derslerinde çok başarılı bir öğrencidir. Öğretmeni ve arkadaşları Öykü’yü çok severler. Babası Ali Bey, bir matbaacıda çalışmaktadır. Küçüklükten beri bu meslekte çalışan Ali Bey, mesleğini en iyi şekilde yapmaktadır. Eşi Ayşe Hanım ise liseyi bitirmiş fakat maddi imkansızlıklardan dolayı üniversiteyi okuyamamıştır.

Öykü, o sabah bahçelerinde bulunan çam ağacındaki kuşların cıvıltılarıyla uyanmıştı. Çok geçmeden , kahvaltısını ve tüm okul hazırlıklarını yapmış, babası Ali Bey ile okul yoluna çıkmıştı. Öykü için bu günün bir başka anlamı vardı. Çünkü bugün Şekibe Aksoy İlkokulu’nda “Hayal Edin, Hayaliniz Gerçek Olsun” adlı bir kompozisyon yarışması düzenlenecekti. Yarışmada 1. olan öğrenci yaz tatilinde ailesi ile beraber 81 ili gezmeye hak kazanacaktı. Babası Ali Bey’in de çocukluktan beri en büyük hayaliydi bu. Fakat maddi imkansızlıklardan dolayı gerçekleştirememiş ve biricik kızı Öykü’nün bunu gerçekleştirmesi için planlar yapmaktaydı. Okul zilinin çalmasıyla babası Ali Bey ile vedalaşan Öykü sınıfına bu heyecanla koşarak gitti.

Öykü, kompozisyon yarışmasında en büyük isteği olan 81 ili gezme hayalini anlatmıştı, en içten duygularıyla. Okul çıkışı Öykü’yü annesi karşıladı. Öykü eve gelmiş ödevlerini tamamlayıp dinlenmek için annesinden izin almıştı. Ve bir süre sonra uykuya dalmıştı. Ertesi gün, işten eve gelen Ali Bey’i her zaman olduğu gibi yine güler yüzü ve sıcacık kalbiyle kızı Öykü karşıladı. Öykü ve ailesi hep birlikte akşam yemeği için masaya oturdular. Ali Bey, Öykü’nün kendisine bir şeyler söylemek istediğini fakat söyleyemediğini sezdi. “Öykücüğüm, bana söylemek istediğin bir şey mi var?” diye sordu. Öykü, babasının meraklı bakışlarına dayanamayıp rüyasında yarışmayı kazandığını ve birlikte tüm Türkiye’yi gezdiklerini anlattı. Tam o sırada telefon çaldı. Bir süre telefonla konuşan Ali Bey sanki sevinçten havalara uçacaktı. Babasını her zamankinden farklı gören Öykü meraklı gözlerle ne olduğunu sordu. Babası yarışmayı kızının kazandığını söyleyince evde bir şenlik havası yaşandı. Öykü, sabahı zor etmiş, ailesiyle birlikte okula gitmiş ve müdür beyin odasına çıkmışlardı. Müdür bey aynen telefonda olduğu gibi yarışmayı Öykü’nün kazandığını, yaz tatilinde hangi illere ne zaman gideceklerini tek tek anlattı. Karneler alınmış ve gezi tarihi nihayet gelmişti.

Öykü ve ailesi bütün hazırlıklarını yapmış, heyecanla yola çıkmayı bekliyordu. Öykü, erkenden yattı. Fakat heyecandan uyumak hiç kolay olmadı onun için. Merak içinde gideceği yeri hayal ederken uyuyakaldı. Sabah, tan yeri ağarmaya başlarken uyandılar. Mevlana Türbesi’ne güneş, ışıklarını yeni vurmaktaydı. Herkes valizlerini aldı. Arabalarının bagajına koydular. Kahvaltı bile yaptırmadı Ali bey. Konya ‘dan çıkmadan, Konya’nın meşhur arabaşı çorbasını içtiler bir lokantada. Sonra seksen bir ili gezmek için yola koyuldular. Öykü ve ailesi ilk olarak Niğde’ye gidecek ve onları orada Emine öğretmen karşılayacaktı.

 

3
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                     ÖYKÜ NİĞDE’DE

Niğde’ye  yaklaştıkça heyecanım artmıştı. . Emine öğretmenimle Niğde terminalinde buluşacaktık. Acaba Emine öğretmeni nasıl tanıyacaktım. Birbirimizi tanımadan nasıl bulacaktık birbirimizi. Ben soruların cevabını düşünürken arabamız terminal yakınlarına gelmişti. Arabadan heyecanla nasıl indiğimizi bilemedim. Çevrede anlam veremediğim güzel kokular etrafı sarıyordu. Biz daha bavullarımızı almadan, etrafımızda güzel yüzlü çocuklarla bir bayan bize yaklaştı. Zor olmadı onun Emine öğretmen olduğunu anlamak. Çünkü çocuklarıyla o kadar mutluydu ki etrafına meşale gibi ışık saçıyordu. Bizleri güler yüzle karşılamaları çok mutlu etmişti. Emine öğretmen ben gezerken yalnız kalmayayım diye yanında öğrencileri ile birlikte gelmiş ve bizi arkadaşlarla tanıştırdı. Çok mutlu olduk. Hele arkadaşımla tanışırken ben Öykü ben de Öykü’yüm  demek kıkırdamalarımıza vesile oldu.

Bavullarımız  biz  tanışırken  yerleşmiş, bize iş düşürmemişlerdi. Şehir merkezine doğru giderken NAHİTA oteli dikkatimi çekti. Herhalde burada kalacağız derken , Nursima arkadaşım merakımı giderdi. Hayır  burada kalmayacağız. Nahita  Niğde’nin eski ismi , otel ismini buradan alıyor. Sizlerle yemek  için bizim eve gideceğiz. Annem size Niğde’nin meşhur yemeklerini yaptı. Yolculuk sizi acıktırmıştır, diyerek duygularımızı dile getirdi sanki.

Nursima’nın annesi o kadar becerikliydi ki anlatamam , bir tarafta pasta börekler , bir tarafta  Niğde’nin  meşhur yemekleri,  Nursima  annesine yardım ederken yemek isimlerini bize İbrahim Emre tanıttı. Yemekleri çok sevdiği fiziksel özelliğinden belli oluyordu. Çorbalar , mangır çorbası, oğma çorbası, üzüm bor anası ,ilk defa duyduğum çorbalardı. Niğde tavası, tirit, ayva boranası, cılbır, dilme bir harikaydı. Hele tatlıları kaygana,zerde ve kaşık kayganası bir harikaydı. Emre hem tanıtıyor hem de tavsiye ediyordu.

Yemeklerimizi afiyetle yemiştik. Derken kapı çaldı. Bizi gezdirmek için bir grup arkadaş daha geldi. Yunus,Ahmet,Yaren ,Burak ve Kadir bizleri alıp Niğde Kalesi’ne  götürdüler.Orada bizi bir sürpriz bekliyordu. Niğde Alaaddin  Cami , Konya’da o kadar çok cami ,türbe ve medreseler var ki ama Alaaddin  Cami ‘nin kendine mahsus hususiyeti nedir diye sorarsanız cevabım taç başlı kadın figürünün olması idi.Tam sürpriz bu diyecektim ki bir davul sesi ,Yiğit, Azra, Berat, Bayram, Ecrin , Betül, Hatice, Çağan, Fatma, Şimal, İzem ,Osman, Kerim, Niğde folklor kıyafeti ile bizlere , Aşlama ,Dört ayak,Osman Abim ev de mi , Üç ayak halk oyunlarını  oynadılar . O kadar mutlu olmuştuk ki , Kale’den hiç ayrılmak istememiştik. Kale’den  Niğde ayaklarımızın altındaydı hele o tarihi eserler  bir harikaydı. Davulun sesine  çevredeki Niğde haklıda katıldı. Çok sıcak, sevecen yardım sever insanlardı. Abdullah Yiğit coşku ile hadi bizi Niğde Müzesi bekliyor nidası ile yeni bir heyecanı  başlatdı.

Müzede bizi Elif , Abdullah  Kaan ve Makbule bekliyordu. Niğde müzesini bize tanıtıp gezdirdiler . Müzede en çok kadın ve bebek mumyaları dikkatimizi çekmişti.El dokuma halıları tarihi eserler bir harikaydı. Gezimiz müze ile son bulacak  zannediyordum. Fakat gezilecek yerlerin ismini sayınca , mutluluğum daha da çok arttı.

Betül ve Osman Nuri arkadaşımız Niğde’nin Bor ilçesi hakkında bilgi verdi.” Geçti Bor’un Pazarı sür eşeğini Niğde’ye hikayesini anlattı.Çok merak ediyordum. Merak deyince ilk geldiğimizdeki kokuları Bor ilçesinde de duyduk. O kokunun sebebi, iğde ağaçları, elma ağaçlarının ,kayısı ve şeftali ağaçlarının kokusu imiş.Meğer bu mis kokunun olduğu yer 15 Temmuz şehidi Ömer HALİSDEMİR’in memleketinin kokusu imiş. Bunları öğrenmek , gezmek beni çok mutlu ediyordu. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Akşamın alaca karanlığı vururken Kemerhisar Tyana su kemerlerini izledik. Görmenizi tavsiye ederim. Artık akşam olmuştu. Akşam yemeği için bize Bor söğürmesi ikram ettiler. Yemekten sonra  bir sürpriz daha varmış meğer, Murathan’ın annesi , Murathan ve Eren bize müzik resitali  vererek Niğde Bağları türkülerini dile getirdiler. O kadar güzel bir gündü ki hiç bitmesini istemedik .Oysa daha çok gezilecek yerler olduğunu açıkladı Emine öğretmenim. Emine öğretmenim bizi sıcacık yuvasında misafir etti. Üzgündüm ayrılıyorum diye fakat heyecanlıydım. Sabah erken Adana’ya gidecektik.

5
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                             Adana

Adana Sabancı Camii buluşma noktamızdı.Nesrin Öğretmenle orada buluşacaktık. caminin önüne geldim.Nesrin öğretmen ve öğrencileri orada beni sevinçle karşıladı,Nesrin öğretmen sıcak  sarıldı bana.”Hoşgeldin Öykü ”dedi öğrencileri.Çok mutluydum o an.

Nesrin öğretmen camiyle ilgili bilgi vereyim buraya gelmişken dedi.Bu camii hem Türkiye’nin hem de Ortadoğu’nun en büyük camisidir,6 minaresi var,Ramazan ayında çeşmelerinden şerbet akar dedi.Şaşkınlıkla ve merakla onu dinliyordum..Ben de gülümseyerek bakıyordum kuzucuklara.Bu arada Nesrin öğretmenin okuldan iki öğrencisi de yanımıza geldi,tanıştık.Azra ve Gülsüm adında iki tatlı kızdı  bunlar.Diğer öğrencileri biraz uzağımızda bizleri izleyen annelerine teslim ederek ayrıldık.Niyetimiz bir an önce nefis Adana kebabını yemekti.Nesrin öğretmen beni tarihi”Kazancılar Çarşısı”na götürdü.Masa baştan başa doldu çeşitleriyle.Yanında da  şalgamımızı içtik.Ben tadını pek beğenmedim ama Azra ile Gülsüm iştahla içip bitirdi şalgamını.Nesrin öğretmen yazın buralara gelinmez sıcağı nefes aldırmaz diyordu.Buralar baharda güzel olur,portakal çiçeği festivali yapılır her yer mis gibi portakal kokar dedi.Nesrin öğretmen bizleri aracıyla Seyhan nehri boyunca gezdirdi.Camı açmış eski tip konakları hayranlıkla seyrediyordum.Sarı renkte olan konak Suphi Paşa konağıymış.(ATATÜRK MÜZESİ)Azra kolumu dürterek söyledi .Yanındaki sinema Müzesi açık olsa gezecektik.Meğer ne çok Adana lı sanatçı ve sinemacı varmış.Burda da balmumundan yapılmış heykelleri varmış.Nesrin öğretmen telefonunu bana uzatarak bana Adana köprü başı türküsüyle oynayan öğrencilerin videosunu izletti.Azra ve Gülsüm de bu videoyu görünce birbirine bakarak gülüştüler.Çünkü omlarda bu videoda oynuyordu.Çok beğendim. Bir ara  Azra:öğretmenim nolur Taş köprüye gidelim diye rica etti..Beni ”Taş Köprü ”denen bir köprüye getirdiler.Dünyada araç trafiğine açık en eski köprüymüş.şimdilerde sadece yayalara açılmış.Dolaştık köprü üzerinde biraz.Hava biraz bulutluydu.Yağmur yağar endişesiyle hızlı davranmaya başladık biraz.Aracımıza binip ”Tarihi Kız Lisesi”nin önünde durup bu harika binayı inceledik hepimiz.Hiç unutmam bu güzel binayı.Nesrin öğretmen ”Büyük Saat”i görmeden olur mu hiç diyerek bizi oraya götürdü.Yolda Adana köprü başı türküsünü söylüyor hem de alkışla eşlik ediyorduk.Büyük saate vardığımızda ilk işimiz saate bakmak oldu tabii.Saat en uzun saat kulesiymiş.etrafında dolaştık biraz.saat 18.00 i gösteriyordu.Tekrar aracımızı parkettiğimiz yere geldik ve bindik.Nesrin öğretmen beni Merkez park a götürmek istiyordu.Yolda gelirken çok anlatmış,ülkemizdeki en bakımlı parklardan biri olduğunu dile getirmiş bende merak uyandırmıştı.Oraya vardığımızda parka hayran kaldım.Oturup dinlendik biraz.özçekim yapalım dedik,kızlarla gülüştük biraz.Nesrin öğretmen bizim resmimizi çekti.Adana Türkiye’nin 5.büyük ili ve artık benim de bu ilde tanıdığım arkadaşlarım olacak diye seviniyorum.Bu park 2004 yılında yapılmış daha önce otogarmış.

Nesrin öğretmen benim acıkmış olacağımı düşünmüş olmalı ki tatlı sever misin diye sordu.Ben ise kebapla çok doyduğumu belirttim.Nesrin öğretmenAdana mızın halka tatlısını yemeden mi gideceksin yani diyerek beni doğruca sıcacık halka tatlı yapan Çakmak Caddesindeki bir araya götürdüler.İnsanlar kağıt parçasıyla istediği kadar tatlı alıp yiyor parayı da daha sonra veriyorlardı.Ben de sıcak tatlılardan alıp yedim.çıtır çıtır ve içi şerbet dolu tatlının tadını nereye gitsem hatırlarım.

Nesrin öğretmen Baraj Gölü etrafında gezinti yapabiliriz dedi.”Sevgi adası” diye bir adacık varmış,kayıkla oraya geçtik.Oradan etrafımıza baktık.Yanan ışıkların sudaki görüntüsü ne kadar da güzel görünüyordu. Burda da resim çekiliriz diye düşündük.  Daha sonra biraz Baraj gölünü seyredip sohbet ettik.Hep birlikte kalktık.Daha Anavarza Kalesi,Varda Köprüsü,Kozan Kalesi,Yumurtalık plajlarını da görmeye vaktim kalmamıştı.Bir daha ki sefere artık diyerek kalktık.

Harika bir gün geçirmiştim.Günlüğüme  bugün de yine sevgi dolu hikayeler yazarak ayrılacağım bu güzel kentten.Sizi tanıdığım için çok mutluyum Nesrin öğretmen,Azra,Gülsüm VE ADANA’nın SICAK İNSANLARI.Bir daha ki sefere  buluşmak ümidiyle,sevgiyle…Yarın sabah Mersinde olacağım inşallah…Neşeyle,heyecanla …

7
Mersin

              ÖYKÜ AKDENİZ’İN İNCİSİ MERSİN’DE

Müthiş bir Adana gezisinden sonra yeni maceralara yelken açmak için Mersin’e doğru yola çıktık. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra Tarsus’un girişinde bulunan Kleopatra kapısından geçtik. Kleopatra kapısı günümüzde ayakta kalmayı başaran tek antik şehir kapısıymış. Daha sonra Berdan çayı üzerinde yer alan Tarsus Şelalesi’ne geldik. Çok acıkmıştık. Şelalenin etrafında kahvaltı eden insanları görünce biz de oturduk. Masamızı köy kahvaltısıyla donattılar. Tereyağlı, tulum peynirli sıkmanın kokusu her tarafı sarmıştı. Kahvaltı masası o kadar güzel görünüyordu ki hangisinden başlayacağımızı şaşırdık.

Vakit kaybetmeden Mersin’e gitmek için yola koyulduk.Yolda annem ve babamla muhabbet ederek ve etrafı izleyerek gidiyorduk ki çok büyük bir gemi gördük.‘Hemen inelim’ dedim. Merakla yaklaştım. Mersin limanında batan Nusrat  Mayın Gemisi  parça parça oraya getirilmişti. Çanakkale Savaşı ‘nın önemli simgelerinden birisi olan ve yakın tarihimize tanıklık ediyordu.

Mersin sahil boyunca uzayan ve gerçekten çok güzel bir şehir. Kentin ortasında bütün şehre tepeden bakan ey şehr-i Mersin diyerek göklerde süzülen elli iki katlı devasa bina bütün heybeti ve ihtişamıyla bizi bekliyordu.Bu devasa binanın önünde Mehtap Öğretmen’i  görünce çok heyecanlandım. Bizi karşılamaya çocukları Yusuf ve Yağız’la birlikte gelmişti. Oldukça güler yüzlü ve sıcakkanlıydı. Sanki yıllardır tanışıyorduk. Yağız, ‘Burada her yol ya denize ya da elli iki katlı binaya çıkar. Mersin’de kaybolmak neredeyse imkansız’dedi.

Mersin geniş ve uzun sahiliyle özenle düzenlenmiş bir şehirdi. Sahil şeridinin farklı bölgeleri farklı tipte meydanlarla donatılmıştı. Çin mimarisini andıran bir bölge,çizgi film karakterleriyle bezenmiş bir çocuk parkı,büyük futbol takımlarının renkleriyle donatılmış meydanlar…Sahilde güneşin  muhteşem ışıltılarını seyredip,teknede balık ekmek yedikten sonra Mersin ‘in en ünlü tatlısı olan kerebiçin tadına baktık.Annem çok beğenmişti.Tatlılarımızı yedikten sonra Erdemli’ye gitmek üzere çıktık.Yol boyunca bir tarafta masmavi Akdeniz, bir tarafta mandalina, limon ve portakal ağaçları eşsiz bir güzellikti.

Kısa bir yolculuktan sonra Kızkalesi’ne geldik. Denizin ortasında bir tarih. Kızkalesi şirin mi şirin bir tatil beldesi. Sahil o kadar kalabalıktı ki mahşer alanını andırıyordu. Sahil şeridini çok sığ olduğundan dolayı  suya dalabilmek için, bir süre denizin içinde yürüyüş yapmak gerekiyordu.Kızkalesi’nden sonra Astım Mağarası’na ve daha sonra Cennet – Cehennem Çöküğü ’ne girdik. Mersin’in cehennem sıcağından sonra mağaranın serinliğinden dolayı Cennet adı verilmiş diye düşündüm. Yaklaşık 300 basamak sonrasında mağaranın ağzına gelince, küçük bir kilise çıkıyor karşımıza. Giriş kapısındaki kitabede bu küçük kilisenin Meryem Ana’ya ithafen yazıldığı söyleniyor. Mağaradan aşağıya doğru deniz kenarına Narlıkuyu’ya iniyoruz.

Narlıkuyu, etrafında balık lokantaları bulunan begonviller içinde  turistik bir koy.Suyu bakmaya doyamayacağınız yeşile çalan turkuaz renginde ve bir o kadar da berrak.Soğuk ve tatlı suyu ile Mersin’ in diğer koylarından farklı olan Narlıkuyu, Cennet obruğundan gelen yeraltı suyu sayesinde bu özelliğe sahipmiş.

Mehtap Öğretmenim Mut ilçesinde görev yapıyordu.Ancak yazları Silifke’nin şirin sahil beldesi Susanoğlu’nda kalıyordu.Yağız onlarda kalacağımız için çok sevinmişti.Eve girer girmez hemen balkona koştum.Deniz manzarası harikaydı.Valizleri bıraktıktan sonra annemler cezerye eşliğinde bir yorgunluk kahvesi içerken biz de çocuklarla hemen havuza indik.Hem serinlemiş,hem de eğlenmiştik.

Sabah erkenden kalktık.Mehtap öğretmenimizin hazırladığı enfes  kahvaltıdan sonra Silifke’ye doğru yola çıktık.Mersin’ in tarih bakımından en zengin yöresi olan Silifke, ilçe merkezinin ortasından geçen Göksu Nehri üzerine kurulmuş,nehir kenarındaki  park ve kafeler özellikle yazları Akdeniz sıcağında  oradan geçenler için harika bir manzara eşliğinde güzel bir dinlence sağlıyor. Ayrıca Silifke’nin meşhur yoğurdunu ve tantunisini tatmadan ve  halkoyunu ekibinden ‘Silifke’nin Yoğurdu’oyununu mutlaka izlemeden gitmeyin.

Mehtap Öğretmenim‘Öykücüğüm seni cennete götüreceğim’deyince çok heyecanlanmıştım.Türkiye’nin en güzel 1.ve dünyanın en güzel 13.koyu seçilen Tisan  sırt sırta vermiş iki koydan oluşmuş. Tertemiz , berrak sularında yüzerken bize caretta carettalar eşlik ediyor.İncecik kumu, bembeyaz evleriyle, mavi ve yeşilin buluştuğu Akdeniz’in saklı cenneti. Eski adıyla Aphrodisias Antik Kenti olarak bilinen Tisan,dağların ardında saklı kalmış,sakinliği,doğası, denizi , çakıl taşlarının bile metrelerce uzaktan görülebildiği bir koy.Çam ağaçlarının arasından geçen virajlı yollardan inerek ulaşılan yarımadaya gelenler gizli kalmış bir cenneti keşfetmiş gibi hissediyor.Teknelerle yarımada açıklarına gelenler, balıklarla birlikte denize girmenin keyfini yaşıyor.Tisan Yarımadası, Kıbrıs Harekatı’nda, helikopterle bu bölgeden geçen bir albay tarafından keşfedilmiş.Silifke’ye hayran kalarak Mehtap öğretmenimizin çalıştığı yer olan Mut ilçesine doğru yola çıktık.

Mut, küçük ve şirin bir ilçeydi.Türkiye’nin meyve cenneti.İlçe ile bütünleşen Karacaoğlan ve yaşayan efsane Musa Eroğlu Mut kültürüne çok büyük zenginlik katıyor. Bizi burada Mehtap Öğretmenim’in öğrencileri karşıladı. Hepsi çok küçük ve şirindi.Meraklı gözlerle bize bakıyorlardı.Birlikte Alahan Manastırı’na gittik. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde  ‘Ustasının elinden yeni çıkmış gibi duruyor’ sözleriyle tanımladığı Alahan Manastırı’nı gezdikten sonra Yerköprü şelalesine gitmek için yola çıktık,Yerköprü şelalesinde bulunan köprünün altında muhteşem turkuaz renkli akan suyun manzarası insanı büyülüyor.Köprüden aşağı inen uzunca merdivenleri görünce gerçekten aşağı inip inmeme konusunda annem ve babam epey tereddüt yaşadı ama dayanamayıp indiler.Suyun düştüğü yerdeki maviliği, , dik yamaçlardaki çam ağaçlarının yeşilliği, sudaki balıkların oradan oraya hiç durmadan gezinmeleri farklı bir dünyadaymışsınız gibi sizi mutlu ediyor .

Mersin, Toroslar’ın eteğine sıralanmış yaylaları,Akdeniz boyunca uzanan tertemiz sahilleri , koyları, portakalı,limonu,zeytini , çileği, muzu, kayısısı, cezeryesi, tantunisi, ışıl  ışıl  parlayan güneşe uzanan  palmiyeleri ve binlerce yıllık tarihi ile Akdeniz’in incisi Mersin.Bize iki gün boyunca unutamayacağımız anılar yaşatan Mehtap Öğretmenim’i,ailesini,ve öğrencilerini  asla unutmayacağım.Kalbimi burada bırakarak, hayran ve üzgün olarak ayrılıyorum.Tekrar görüşmek dileği ile….

9
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                      ÖYKÜ KARAMAN’DA

Sabah erkenden uyandım. Çok heyecanlıydım. Karaman’a gidecektim. Konya’ya çok yakın olmasına rağmen hiç gitmemiştim ve merak ediyordum Mevlana Hazretlerinin Anadolu’daki bu ilk durağını.

Hz. Mevlana ve ailesi Konya’ya gelmeden önce orada kalmışlar. Annesi ve kardeşlerinin kabirleri de oradaymış. Merak ve heyecanım doruk noktasındaydı. Yol bir türlü bitmek bilmedi. Manzaranın tadını çıkardık. Akdeniz Bölgesi ile İç Anadolu’yu birbirine bağlayan Toros Dağları üzerinde bulunan Sertavul Geçidi’nden geçtik. Pencereden “Sertavul Geçidi/Rakım 1650” tabelasını gördüm. Babam, bulunduğumuz yerin deniz seviyesine olan yüksekliğini ifade ettiğini açıklayarak merakımı giderdi

Karaman’a girerken birçok elma ağacı gördük. Annem “Burası adeta elma diyarı!” diyerek hayranlığını dile getirdi. “İnşallah tadına bakma imkânımız da olur.” diye ekledi babam.

Karaman’ın girişinde bizi Zahide öğretmen ve bir grup öğrencisi karşıladılar sıcacık bir gülümsemeyle. Hemen tanışıp kaynaştık Nursima, Dilan, Yasin ve Kerim’le. İlk durağımız Karaman Kalesi oldu.  Kalenin tarihi ile ilgili bilgileri panodan Nursima okudu.11.yüzyılın sonları 12.yüzyılın başlarında inşaa edilen kale, başlangıçta iç içe 3 surdan oluşuyormuş. Ancak günümüze sadece iç kale denilen ve bir hüyük üzerinde yer alan bölümü ulaşabilmiş. Kaleden şehrin manzarasını seyredip fotoğraflar çekilerek yakınlarda bulunan Hatuniye Medresesi’ne geçtik. Osmanlı sultanı 1.Murat’ın kızı Karamanoğlu Alladdin’in eşi Nefise Sultan tarafından yaptırılan bu medrese ile bilgiyi Dilan ve Yasin verdi. Zamanının üniversitesi düzeyinde olan medrese, yakın bir zamana kadar lokanta olarak kullanılıyormuş,   günümüzde ise sergi salonu olarak hizmet veriyor.

Karaman müzesi Hatuniye Medresesi’nin hemen yanında yer alıyor. Değişik zamanlara ait pek çok eserin sergilendiği müze, şehrin tarihini öğrenmek adına çok faydalı bilgiler ve eserler barındırıyor. Ama en çok ilgimi çeken şey; müzede sergilenen bir kadın mumyası oldu.  Taşkale’deki Manazan mağaralarında bulunan ceset hiçbir kimyasal koruma yapılmadan günümüze kadar gelmiş.

Müzeden çıkınca dayanamayıp sordum Mevlana’nın annesinin türbesi nerede diye. Meğer çok yakında imiş. Büyük düşünür ve hoşgörüye en güzel örnek olan Mevlana’nın annesini ziyaret etmek bizi çok heyecanlandırdı. 1370 yılında Alladdin Bey tarafından yaptırılan Aktekke camisinde Mevlana’nın annesi, abisi ve yakınlarına ait 21 adet sanduka bulunuyor. Caminin içindeki manevi atmosfer bizi çok duygulandırdı. Dualarımızı ederek yakınlarda yer alan başka bir camiye geçtik. Burası da İmaret Camii’ymiş.

Caminin avlusunda bir grup öğrenci vardı. Onlara yaklaştığımızda yanımıza geldiler ve Zahide öğretmene sarılıp bana da “Hoş geldin Öykü” diyerek kendilerini tanıtmaya başladılar. Ezel, Meryem, Eyüp, Serkan, Muhammet ve Elanur ile tanıştık. Burada da öğreneceğim yeni bir kelime varmış meğerse. O da “imaret”. Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından yaptırılan caminin nasıl ve ne amaçla kullanılması gerektiği kurallara bağlanmış, tüm ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılıksız sağlaması özellikle belirtilmiş. Caminin adı da buradan geliyormuş. “ İmaret, yoksullara ve öğrencilere yiyecek dağıtmak için kurulmuş hayır kurumu” demekmiş. Ayrıca ahşap kapısının üzerinde “Kapımız açıktır girene! Malımız helaldir yiyene!” şeklinde güzel bir söz de yer almaktadır.

Yolculuk, heyecan ve yoğun gezi turu bizi acıktırmıştı. Zahide öğretmenimin öğrencileri, annelerinin hazırlamış olduğu, yemeğe davet ettiler.  Okullarına da yakın olan bir parka giderek hem yeni arkadaşlarla tanıştık hem de yöresel yemeklerden oluşan bir ziyafet çektik. Neler neler yoktu ki yemekte? Arabaşı çorbası, batırık, calla, Zeyve kebabı, İlisıra dolması, şebit pilav veee Karaman elması… Yemekte Karaman’ı tanıtmaya devam etti yeni arkadaşlarım. Karaman’ın eski adının Larende olduğunu, Karamanoğlu Mehmet Bey’in idareciliği sırasında, Türkçeyi resmi dil olarak ilan eden bir ferman vererek Karaman’ın Türk Dilinin başkenti olmasını sağladığını öğrendim. Yasin arkadaşımızın anlattıkları da oldukça ilgimi çekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ailesi, Karaman’dan Selanik’e göç edenlerden biriymiş. Yemekten sonra gezeceğimiz Taşkale  “Atatürk’ün Ata yurdu” olarak biliniyor buralarda.

Yeni tanıştığım Büşra, Zeynep, Adem, Ömer ve annelerine teşekkür ederek gezimize devam ettik. Yağmur ve Kübranur da bize katıldılar. Taşkale Manazan mağaralarına doğru yola çıktık. Manazan Mağaraları, yüksek bir kaya kütlesine tamamen insan eli ile oyulmuş beş katlı toplu meskenlerden oluşmuş. Burada fotoğraflar çekilerek Taşkale’de yer alan tahıl ambarlarını ve Taş Mescidi gezdik. En yenisi 150 yıl önce yapılan bu ambarlarda tahıllar uzun süre bozulmadan kalabiliyormuş. Turistik açıdan önemli bir yere sahip olan İncesu mağarası ise gerçekten görülmeye değerdi. Sarkıt ve dikitlerin oluşumu oldukça dikkatimi çekti. Bol bol fotoğraflar çektik.

Karaman’a dönüş yolunda Yeşildere kasabasında Karaman bisküvileri eşliğinde çayımızı yudumlayıp Süleyman Dede ile tanıştık. Ondan da Karaman ile ilgili “Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu” deyiminin hikâyesini dinledim. Oldukça ilginç olan bu efsaneyi sizin de araştırıp öğrenmenizi isterim.

Merkeze geldiğimizde ünlü halk şairi Yunus Emre’nin türbesinin bulunduğu camiyi ziyaret edip dua ettik. O sırada bir afişte gördüğüm atlar dikkatimi çekti. Bunların Karadağ’da yaşayan Yılkı atları olduğunu Zahide öğretmenimiz açıkladı.Karamanlı arkadaşlarıma burada vedalaşarak ayrıldık. Zahide öğretmenimiz ayrılırken yolumuzun üzerinde Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa’nın memleketi olan Kazım Karabekir ilçesinden geçeceğimizi belirtti. Ayrıca 15 Temmuz şehitlerinden olan Şehit Muhammed Yalçın’ın mezarının da burada olduğunu söyledi.

Zahide öğretmenimle vedalaşarak yeni bir ilimizi daha tanımak üzere yola çıktık.

 

11
Antalya

              ÖYKÜ, YERYÜZÜ CENNETİ ANTALYA’DA

Ailemle birlikte 81 il maceramıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Sırada tarihi ve doğal güzelliklerini hep duyduğum ve çok merak ettiğim Akdeniz’in incisi, turizmin başkenti Antalya vardı.

Karaman’dan Antalya’ya varmak için sabaha karşı yola çıktık. İçimi büyük bir heyecan kaplamıştı. Acaba orada beni nasıl bir macera beklemekteydi? Heyecandan gözüme uyku girmiyordu. Antalya’da yaşayacaklarımın hayalini kurarken arabada uyumuş kalmışım. Güneşin ilk ışıklarının yüzüme vurmasıyla gözlerimi açtım ve Antalya il sınırları içerisine girdiğimizi gördüm.

Antalya’da bizi Havva Öğretmen ve öğrencileri karşılayacak, onlarla Atatürk Parkı’nda buluşacaktık.  Babam Atatürk Parkı’nı bildiği için burada buluşmaya karar vermiştik. Parka yaklaştığımızda “ Öykü, Antalya’mıza hoş geldin ” yazılı olan bir pankart gözüme ilişti. Pankartı benim yaşlarımda esmer, uzun saçlı, tatlı bir kız tutuyordu. Muhtemelen Havva Öğretmen’in öğrencilerinden biriydi. Onlar da hep bir ağızdan sıcacık bir gülümsemeyle “ Hoş geldin Öykü “ dediler. O anda birinin gülümseyerek bana yaklaştığını hissettim. Gelen Havva Öğretmen’di. Bana içtenlikle sarılarak “ Hoş geldin Öykücüğüm “ dedi. Öğrencilerini göstererek, gezimiz sırasında Şule, Halil, Emre ve Büşra’nın bize eşlik edeceğini söyledi. Yanında bizim yaşlarımızda bir çocuk daha vardı. Onun da oğlu, Yağız Efe olduğunu ve onun da bizimle birlikte geleceğini söyledi. Ben de onlarla tanışmaktan çok mutlu olduğumu, annem ve babamla birlikte çok heyecanlı olduğumuzu dile getirdim. Havva Öğretmen, “Haydi gelin yoldan geldiniz, acıkmışsınızdır. Şurada güzel bir kahvaltı yapalım” diyerek bizi kahvaltı yapabileceğimiz güzel bir yere götürdü.

Masaya oturur oturmaz eşsiz bir manzarayla karşılaştım. Falezlerin üzerinde Antalya’nın masalsı Beydağları, turkuaz renkte denizi ve pırıl pırıl parlayan güneşi eşliğinde kahvaltımıza başladık.  Bir yandan  sohbet ediyorduk, diğer yandan kahvaltımıza devam ediyorduk. Özellikle Antalya ‘ya özgü bir lezzet olan  ve benim daha önce hiç tatmadığım hoş kokulu bergamot reçelinin tadına bayılmıştım.

Hoş bir sohbet ve bu güzel kahvaltı sonrasında Atatürk Parkı’nın hemen karşı tarafındaki Antalya Müzesi’ne doğru yürüdük. Bu arada müze hakkında kısa bir bilgiye sahip oldum. Müze 1988 yılında “Avrupa Konseyi Yılın Müzesi” ödülüne layık görülmüş.

Müzeden çıktıktan sonra bu tarihi yolculuğumuza Nostaljik Tramvayla devam ettik.  Bir sonraki durağımız Cumhuriyet  Meydanı oldu. Buraya iner inmez farklı yapısıyla bir minare gözüme takıldı. Bu durumu fark eden Havva Öğretmen, bu minarenin günümüzde Antalya’nın bir sembolü haline geldiğini , bu minarenin gövdesinin tuğladan yapıldığını ve minarenin sekiz yivden oluştuğunu anlattı.. Gördüğüm manzara karşısında öyle çok büyülenmiş olmalıyım ki burada bir fotoğraf çekinmeyi ihmal etmedim.

Fotoğrafımızı çekindikten sonra gezimize yürüyerek devam ettik. O sırada Emre kolumdan çekiştirerek saat kulesini gösterdi.

Ben meraklı gözlerle Saat Kulesi’ni ve etrafı incelerken Halil yanıma geldi ve Saat Kulesi’nin karşısında duran heykeli gösterdi. ‘’Bak bu heykel Bergama Kralı Attalos’un heykelidir“ dedi. Antalya’nın , Kral Attalos’un  “ Bana bir yeryüzü cenneti bulun “ buyruğuyla kurulduğunu anlattı. Eski adı Attelia imiş. Daha sonra Türkler ismini Adalya olarak değiştirmişler ve günümüzde de Antalya ismini almış.

O an yeryüzü cenneti olarak Antalya’yı seçmelerinin ne kadar doğru bir tercih olduğunu düşünürken gezimize faytonlarla devam ettik. Palmiye ağaçlarının arasından geçerek Eski Antalya olarak bilinen Kaleiçi’ne girmek için Hadrianus Kapısı (Üç Kapılar) adı verilen üç gözlü, dört duvara açılmayan bir kapıdan geçtik.

Bu kapıdan içeri girer girmez geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıktım sanki. Dar sokakları, eski taş surları, otantik ve geleneksel Osmanlı tarzı evleri ile Kaleiçi beni adeta o dönemlere götürdü. Kaleiçi’nin o dar sokaklarında hanımeli kokularıyla ilerlerken karşımıza çıkan yapının hikayesini bize Yağız Efe anlattı. Bu yapının Kesik Minareli Camii olduğunu ve sekiz asırlık bir geçmişe sahip olduğunu söyledi.

Sabahtan bu yana vaktin nasıl geçtiğini anlamamış olacağım ki karnımdan gelen sesler bana öğle saatlerine yaklaştığımızı hatırlattı. Öğle yemeğimizi Kaleiçi’nin aşağısında bulunan Yat Limanı’nda yemek için yürümeye devam ettik. Merdivenlerden inerken Yat Limanı’nın nefes kesen manzarası karşısında hayran kalmamak mümkün değildi. Bu liman, tarih boyunca Anadolu’nun denize açılan kapılarından biri olmuş.

Yat Limanı’na indiğimizde taş surlarla çevrili Eski Antalya’ya bir de aşağıdan bakma fırsatı bulmuştuk. Daha sonra orada bulunan Şirin mi şirin bir balık lokantasına geldik. Burada oturup, çok fazla vakit kaybetmemek için birer tane balık ekmek yedik. Bu arada arkadaşlarımla şakalaşırken falezlerden Akdeniz’in masmavi denizine dökülen bir şelale gördüm. Bu şelale Antalya merkezinde bulunan Düden Şelalesi’nin kollarından biriymiş. Daha da serinlemek için Antalya’ya gelmişken denize girmeden gitmek istemiyordum. Havva Öğretmen’in oğlu ve öğrencileriyle birlikte denize girmek için hazırlandık. Yattan denize atlayarak kendimizi Akdeniz’in ılık sularına bıraktık. Onlarla birlikte öyle çok eğlenmiştim ki denizden çıkmak istemiyordum. Bu arada annem ve babam, Havva Öğretmen ile sohbete dalmışlardı. Sonra Havva Öğretmen artık denizden çıkmamızı ve  gezimize kaldığımız yerden devam etmemiz gerektiğini söyledi. Denizden çıkıp üzerimizi değiştirdik.

Bu eğlenceli yat turundan sonra merdivenlerden tekrar Kaleiçi’ne çıktık. Kıyı boyunca uzanan surları takip ederek Karaalioğlu Parkı’na geldik. Sıcaktan o kadar bunalmış olacağız ki Havva Öğretmen bize, orada bulunan bir dondurmacıdan Antalya’nın meşhur yanıksı dondurmasını ısmarladı. Biraz da yorulmuştuk, dondurmalarımızı masalara oturup yemeye karar verdik. Bu sırada Büşra bana karşımızda duran kuleyi gösterdi. İsmi Hıdırlık Kulesi’ymiş. Burası şehir surları üzerinde bulunan bir deniz feneri ve körfeze gelen gemileri gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Dondurmalarımız bitince  bulunduğumuz yerden kalktık. Bana Karaalioğlu Parkı’nın çıkışında bir köşk gösterdiler. Burası Atatürk’ün Antalya’ya ziyaretleri sırasında kaldığı evmiş. 1986 yılından beri de Atatürk Evi ve Müzesi olarak hizmet vermekteymiş.

Antalya’nın kültürel ve doğal zenginlikleri gezmekle bitmiyordu. Daha görmediğimiz bir çok yer vardı. Karain Mağarası, Çıralı, Yanartaş, Perge, Kaş, Demre… Saymakla bitmiyordu. Fakat akşam olmak üzereydi ve artık gezimizi burada sonlandırmak zorunda kalmıştık.

Akşam yemeği için Havva Öğretmen’in okulundan Nazan Öğretmen bizi evine davet etmişti. Havva Öğretmen’in öğrencileriyle vedalaşıp Nazan Öğretmen’in evine gittik. Burada bizi Nazan ve Gülcan Öğretmen karşıladı. Bizim için çok güzel yemekler hazırlamışlardı. Antalya’nın meşhur köftesi ve tahinli piyazı, kabak çiçeği dolması, Akdeniz salatası ve tahinli, bol cevizli kabak tatlısı. Hepsi de birbirinden güzel lezzetlerdi.

Derken saat o kadar çok ilerlemişti ki biz müsaade isteyerek yemekten sonra kalkmak zorunda kaldık. Nazan ve Gülcan Öğretmen’e çok teşekkür ederek oradan ayrıldık. Geceyi Havva Öğretmen’in evinde geçirdik.

Sabah erkenden Isparta’ya gitmek için kalktık. Havva Öğretmen ile vedalaştık. Buradan ayrılırken Atatürk’ün “Hiç şüphesiz ki, Antalya dünyanın en güzel yeridir’’ sözünü hatırlamıştım. Gerçekten de öyleydi. Güzelliğine doyum olmuyordu.

Hoşça kal masmavi deniz, hoşça kal yeryüzü cenneti Antalya…

13
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                   ÖYKÜ ISPARTA’DA

Ailemle birlikte başladığımız Türkiye gezisinde Akdeniz’in incisi, turizmin önemli şehirlerinden olan Antalya’da geçirdiğimiz güzel  günden sonra Isparta’ya gitmek üzere yola koyulduk. Karacaören Barajı ve orman manzaralı yaklaşık bir buçuk saat süren yolculuğumuz  sonunda Isparta’ya geldik.

Isparta’da  Özlem öğretmen “Güller ve Göller Diyarı Ispartamıza hoşgeldiniz”diyerek  bizi güler yüzle karşıladı. Özlem öğretmen” Isparta, yedi veren gülleri, gül ürünleri, elma, kiraz, lavanta  ve safran gibi meyve ve bitkileri; halısı, gölleri, müzeleri, tarihi ve turistik yerleri ile en çok ziyaret edilen illerimizden birisidir”diyerek bizde Isparta ile ilgili büyük merak uyandırdı.

İlk olarak krater gölü olan Gölcük’e doğru yola çıktık. Çarşı merkezinden geçerken sağlı sollu gül ürünleri satan dükkanlar dikkatimi çekti. Merak edip Özlem öğretmene sordum. O da Isparta’nın gülleri ile meşhur olduğunu, gülden çeşitli ürünler yapıldığını söyledi. Özellikle kendisinin görev yaptığı Sorkuncak Köyü’nde gül bahçelerinin olduğunu söyleyince bir an önce oraya gitmek istedim. Biz bu sohbeti yaparken Gölcük’e varmıştık. Havası, doğası, ve gölüyle muhteşem bir manzarası vardı.

O kadar çok gezilecek yer vardı ki görmek için hemen yola koyulduk. Özlem öğretmen lavanta bahçelerini görmek için Kuyucak Köyü’ne doğru yola çıktığımızı söyledi. O kadar heyecanlandım ki ilk defa lavanta bahçesi görecektim. Köye girdiğimizde mis gibi lavanta kokuları  her yeri kapladı. Muhteşem bir manzara vardı. Fotoğraf çekildik. Lavanta çayı ikram edildi. Tüm yorgunluğumuzu alıverdi.

Sıradaki durağımız 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in doğduğu ve anıt mezarının olduğu İslamköy idi. Burada Süleyman Demirel Müzesini gezdik. Gezimiz bittikten sonra Eğirdir’e doğru giderken zirvesinde hala kar olan dağı sorduğumda Özlem öğretmen görünen dağın Davraz Kayak Merkezi olduğunu ancak yaz mevsimi olduğu için sadece zirvesinde kar kaldığını söyledi. Eğirdir’in girişinde bizi muhteşem göl manzarası karşıladı. Yolda gördüğüm manzara karşısında adeta büyülenmiştim. Küçük yarımadalar dikkatimi çekti. Özlem öğretmen orası  Yeşilada, orada Eğirdir gölünden çıkan balıkları yiyeceğiz deyince acıktığımı yeni fark ettim. O kadar büyük bir göldü ki adeta deniz gibi ucu bucağı görünmüyordu. Yeşilada’ya balık yemeye gittiğimizde restoran sahibi gölden ıstakoz,dişli balık(levrek), sazan, gibi  balıkların çıktığını söyledi. Balıklar çok lezzetliydi. Karnımızı doyurduktan sonra kayıkla kısa bir göl turu yaparken yelken yapan sporcuları görünce çok şaşırdım. Özlem öğretmen Eğirdir Gölü’nde balıkçılık dışında yelken sporlarınında yapıldığı ayrıca her yaz Triatlon yarışlarının yapıldığını söyledi.

Aklım hala gül bahçelerindeydi. Özlem öğretmenin görev yaptığı Sorkuncak Köyü’ne doğru yola çıktığımızda her yer elma ve kiraz bahçeleriyle kaplıydı. Elma ve kirazın çok meşhur olduğunu gördüğüm bahçelerden anlamıştım. Köye geldiğimizde köy muhtarı bizi karşıladı. Öncelikle gül bahçelerini görmeye gittik. Rengarenk gül bahçesi beklerken daha önce hiç görmediğim  çok güzel kokan pembe renkli güller ile karşılaştım. Güllerin arasından süzülen, renkten renge giren Eğirdir Gölü ne kadar da güzel görünüyordu. Köy muhtarı   bize burada safranında yetiştirilmeye başlandığını söyledi. Safran ürünlerinden, Isparta’nın meşhur yemekleri kabune ve helvasından ikramlarda bulundu.

Özlem öğretmen Isparta’da nice güzellikler olduğunu bir daha ki tatilde, daha uzun zamanda her yeri gezdirmek istediğini söyledi. Isparta’nın elması, kirazı, gölü, gülü, safranı, havası benim için unutulmaz oldu.

Özlem öğretmenle vedalaşma vakti geldi artık. Tüm sıcaklığıyla bizleri ağırladı, gezdirdi. Bize Isparta’yı unutturmayacak gül sepeti hediye etti. Umarım yolum tekrar Ispartaya’ya düşer.

15
Burdur

                            ÖYKÜ BURDUR’DA

Burdur’a yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Şengül öğretmen ve öğrencileriyle tanışacaktım. Arabamızın buluşacağımız noktaya yaklaşmasına az kalmıştı. “Ben kimlerle tanışacağım? Nasıl insanlar acaba?” derken buluşma yerine ulaşmıştık. Arabadan indim ve etrafıma bakınmaya başladım. Gözlerim Şengül öğretmen ve öğrencilerini arıyordu. Hepsi de çok cana yakın insanlardı. Şimdi sıra Burdur’u tanıma vaktiydi.

Şengül öğretmenimizin eşliğinde önce Yeşiltepe ‘ye kahvaltıya gittik. Yeşiltepe’den bütün Burdur’u görebiliyordum. Göl ve şehir manzarası eşliğinde Şengül öğretmenin bizim için hazırladığı köy katmerinden, bazlamadan ve haşhaşlı kömbeden yiyerek kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra şehir merkezine oldukça yakın olan İnsuyu Mağarası’na gittik. İnsuyu Mağarası turizme açılan ilk mağaraymış. Mağaranın kapısından girer girmez sarkıt ve dikitler ilgimi çekti. Mağaranın içinde dilek gölü vardı. Dilek gölüne bozuk para atarak dilekte bulundum. Mağaradan çıkarken beni bekleyen sürprizleri bilmiyordum. Davul sesleri geliyordu. Bir de baktım ki yöresel kıyafetlerle bir grup bizi karşıladı. Bunlar Burdur halk oyunları ekibiydi. Bize Burdur’a özgü halk oyunlarını, zeybek oyunlarını sergilediler. Hele Teke Zortlaması oyununa hayran kaldım.

Beni daha ne güzel sürprizler bekliyor derken Şengül öğretmen, “Haydi bakalım yola koyulma vakti.” dedi. Yaklaşık otuz dakikalık yolculuktan sonra Sagalassos antik kentine ulaştık. Burası Burdur’un Ağlasun ilçesi sınırlarındaki antik kentti. Ülkemizde antik kent denilince akla ilk gelen yer Efes’tir ancak Saalassos antik kenti en az Efes kadar etkileyici bir güzelliğe sahip. “İyi ki burayı görme fırsatı buldum.” diye düşündüm. Antik kenti dolaşmak bizi hem biraz yormuştu hem de acıktırmıştı. Tekrar il merkezine döndük. Şengül öğretmen “Burdur’a gelip de Burdur Şiş yemeden olmaz.” diyerek bizi güzel bir lokantaya götürdü. Burdur Şiş o kadar özenle yapılıyordu ki kokusunu duyunca daha çok acıktığımı hissettim. Hep beraber şişlerimizi yedik. Annem ve babamda çok beğendi. Size tavsiyem yolunuz Burdur’a düşerse mutlaka Burdur Şiş’in tadına bakmalısınız. Şengül öğretmenimiz yemekten sonra sıra tatlıda deyince, ne tatlısı acaba iyice merak ettim.  Burdur’a özgü ceviz ezmesinin tadı damağımızda kaldı. Tatlımızı da yedikten sonra Burdur Gölüne gideceğimizi söylediler. Göl kenarına varınca içim burkuldu. Gölün gün geçtikçe küçüldüğünü, kurumaya başladığını gördüm. Öğretmenimize sorunca Burdur Gölünün yeterince beslenemediğini ve önlem alınmazsa yakında kuruyacağını öğrendim. Burdur gölünün göçmen kuşların uğrak yeri olduğunu, dikkuyruk kuşlarının ülkemizde sadece burada barındığını öğrendiğimde göl için çok üzüldüm.

Burdur gölünden tekneye binerek hep beraber karşı kıyıya Karakent köyüne ulaştık. Tekne gezisi çok eğlenceliydi. Karşıya varıncaya kadar Burdur yöresine ait müzikler eşliğinde eğlendik. Cemilem, Hatçem, Çek Deveci Develeri, Kezban Yenge, Avşar Beyleri, Erik Dalı Gevrektir, Serenler Zeybeği vb. eşliğinde karşı kıyıya ulaştık. Karakent köyünde doğal hayatı korumak amacıyla kurulan Lisinia doğal yaşam köyünü ziyaret ettik. Yetkililerden bu köyle ilgili bilgiler aldık. Yaban hayvanlarının tedavi edildikten sonra doğaya bırakıldığını öğrendim. Lavanta tarlalarını gezme fırsatı buldum. Yine Lisinia’da değişik bitkilerden üretilen tamamen doğal sabun, krem, yağ gibi ürünlerden aldık. Burayı da gördükten sonra Burdur’un gerçekten gezilip görülmesi gereken bir doğa harikası şehir olduğunu gördüm. Tekneyle tekrar Burdur’a döndük. Göl kenarında Kuş Gözlem Evi’nde çay molası verdik. Göle karşı çaylarımızı yudumlamak oldukça keyifliydi.

Sıra şehir merkezine keşfetmeye gelmişti.  Taş Oda adıyla anılan tarihi ev ilk uğrak yerimizdi.. İçerisinde gerçeği anımsatan o döneme ait kıyafetlerle donatılmış insan minyatürleri vardı. Daha neler göreceğim derken  eskiden kilise olan ama şimdi müze olarak kullanılan etkileyici bir yapıyı gezdik. Bina restore edilerek doğa tarihi müzesine dönüştürülmüş. Bu müzede beni gerçek mamut kemiklerinden oluşan iskeleti büyüledi. Belgesellerde gördüğüm mamutların bu kadar yakından görmek beni heyecanlandırdı.

Kısa bir moladan sonra tekrar yola koyulduk. Şehir merkezine elli kilometre uzaklıktaki Yeşilova ilçesine yola çıktık.Yol boyunca Cemilemin Gezdiği Dağlar Meşeli türküsüyle kıpır kıpır neşeli bir yolculuk yaptık. Yeşilova küçük, şirin bir ilçeydi. Burayı önemli kılan yer ise Salda gölüydü. Salda gölünün manzarası beni büyüledi. Yeşilin ve mavinin içiçe geçtiği bir yerdi burası. Hele sahildeki kumun rengini görünce hayranlığım bir kat daha arttı. Ülkemizde bir benzerinin daha olmadığını düşündüm. Bu kumun bir benzerinin Mars’ta olduğunu duyunca şaşkınlığımı gizleyemedim. Salda gölüne Türkiye’nin Maldivleri deniyormuş. Bembeyaz kumu, masmavi  ve berrak suyu nedeniyle bu isimle anılıyormuş. Ayrıca dünyanın üçüncü derin gölü (ölçülebilen derinliği 185 metre) olduğunu öğrendim. Ömrümün sonuna kadar burada yaşayabileceğimi düşündüm. Ama ne var ki süremiz kısıtlıydı.

Yeşilova’ya gelmişken ünlü yazarımız Fakir BAYKURT adına yaptırılan anıtı görmeden gitmek olmazdı. Evet burası Fakir BAYKURT’un memleketiydi. Hemen aklıma “Yılanların Öcü, Irazcanın Dirliği” romanları geldi.

“Çok gezen çok bilir.” düşüncesiyle tekrar yola çıktık. Şimdi sırada Gölhisar ilçesi vardı. Burada yine antik bir şehir olan Kbyra’yı görme fırsatımız oldu. Kbyra göz kamaştırıcı bir yerdi. Lahitleri ve antik tiyatroyu gezdikten sonra yorgunluğumuzu gidermek için otantik bir yere girdik. Burası Gölhisar ilçesindeki meşhur “çörotu” kahvecisiydi. Gerçekten çok farklı bir tatla karşılaştım. Çok beğendiğimi itiraf etmeliyim.

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” atasözünde belirtildiği gibi unutulmaz arkadaşlıklarla ve güzel duygularla Burdur’dan ayrılma zamanı geldi. Burdur’u tanıma fırsatını veren Şengül öğretmenimize ve öğrencilerine teşekkür edip annem ve babamla Denizli’ye doğru yola çıktık. Yolda babamın ağzından şu dizeler döküldü:

“Hayır hayal ile yoktur benim alışverişim,

İnan ki ne demişsem görüp de söylemişim.”

Evet, İstiklal Marşımızın şairi, Burdur’un ilk milletvekili olan Mehmet Akif ERSOY’a ait bu dizeler. Burdur’daki üniversitenin adının da Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi olduğunu belirtmek isterim.

17
Denizli

             ÖYKÜ’NÜN DENİZLİ MACERASI

       Burdur’dan çıkmış Denizli’ye doğru yol almaya başlamıştık.İçim kıpır kıpırdı,Denizli’ye gideceğim için.Birazda nasıl karşılanacağız diye merak içindeydim.Buluşma noktamız Çınar meydanıydı.Etrafımıza bakınırken,  ellerinde çiçeklerle ‘’Öykü Denizli’ye Hoş Geldin’’pankartıyla bizi bekleyen Zengiye öğretmeni ve öğrencilerini gördük.Hemen yanlarına gittik.Bizi sıcacık bir gülümsemeyle karşıladılar. Bizi karşılayan  arkadaşların isimleri Sena,Şerif;Hüsem,Beyza olduğunu öğrendim.

Zengiye hanım;Denizli horozu ile ünlüdür diyerek Çınar meydanında bulunan camdan yapılmış horoz heykelini görmeyi teklif etti.Dünya’nın en uzun öten horozuymuş.Heykel büyüleyiciydi.Bir dönem Türkiye’ye damgasını vuran,Türk Halk Müziği Sanatçısı Özay Gönlüm’ün heykelini inceledik.Elinde üç kardeş dediği üçlü bağlaması vardı.Çok iğlimizi çekmişti.Adım adım Denizli’nin yollarını gezerken acıkmıştık.Kuyu tandır kebabı yanında bol köpüklü ayran enfesti.Ahmet arkadaşımız Hacı Şerif bizim en eski tatlıcılarımızdandır.1938 yılında kurulmuştur.Aradan 80 yıl geçmesine rağmen tat hep aynıymış.Yediğimiz dondurmalı irmik helvası damağımızda muhteşem bir tat bırakmıştı.

Yemekten sonra şehir merkezinde bulunan tarihi Kaleiçi çarsına gideceğimizi söyledi, Zengiye öğretmenimiz.Çarşıyı dolaşmaya başladık.Burası gerçekten tarih kokuyordu.Çarşıda bakırcılar,demirciler,yorgancılar,kuyumcular,geleneksel birbirinden güzel el sanatları satan dükkanlar vardı.Bu çarşının Bizans döneminden kalma olduğunu anlattı Hatice arkadaşımız.Annem , babam  kendilerine bakır cezve takımı ve hediyelik eşyalar aldılar.

Atatürk Etnoğrafya Müzesi’ne doğru yola çıktık.Müzeye vardığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu.Zengiye öğretmenimin öğrencileri Denizli yöresine ait zeybek oyununu oynadılar.  Babam  o anı kameraya alarak ölümsüzleştirdi.Atatürk Denizli’ye geldiğinde burada kalmış. Odası,eşyaları korunuyor.Ayrıca eski dönemlere ait takı eşyaları,ev eşyaları,kıyafetler,savaş aletleri ve Denizli sancağı yer alıyordu.

Gideceğimiz yer uzak olduğu için, servis aracı ile Dünya miras listesinde yer alan turizm mekanı Hierepolis ve Pamukkale Travertenlerine doğru yol almaya başladık.Yol boyunca şarkılar söyledik,sohbet ettik.Burası muhteşem,inanılmaz bir yerdi.Travertenler kayaların çökmesiyle meydana gelmiş.Sıcak sular bu traverten yataklarına doğru uzanmaktadır.Sıcak sular kayaların çökmesine sebep olmuş.Bu sular 363derecedir ve içinde bolca kalsiyum ile karbonhidrat bulunmaktadır.Su yüzeye çıktığında havayla iletişime geçtiği için karbondioksit ve karbonmonoksit uçar.Bunların uçmasıyla travertenlerin üzerine kalsiyum karbonat birikir.Bunlar beyazdır, zamanla setleşir ve kayalaşır.Bunun sonucunda katlar halinde travertenler meydana gelir.

Hemen arkasında yer alan Hierapolis antik kentinden de bahsetti Zengiye öğretmenimiz.Burası tarihte kutsal kent olarak adlandırılmış.Burada birçok tapınak olduğu,dinler tarihi açısından önemli bir mekan olduğunu,antik tiyatro sahnesinde zaman zaman   konserler olduğunu öğrendik.Buradan Leodikya Antik Kentine geçtik.Burada kazılar hala devam etmekteymiş.12 yılda 3 bin 663 eser gün yüzüne çıkarılmış.Leodikya’da her yıl birbirinden güzel eserler ortaya çıkıyormuş.Bu baş döndürücü bir şeydi.Ayrıca Denizli’de Arkeoloji Enstitüsü Müdürlüğü kurulmuş.Böyle tarih kokan bir şehir bunu hak ediyordu.

Dönüş yolunda Denizli’nin en gelişmiş 16 şehirden biri olduğunu,sanayi,ticaret, turizm, ihracat merkezi.Aynı zamanda 30 bini aşan öğrenci sayısıyla bir üniversite şehri olması yanı sıra düzenlenen yerel,ulusal,uluslar arası etkinlikler,kongre,kültür ve sanat merkezi özelliğindedir, diye Ali arkadaşımız bizi bilgilendirdi.

Servis aracından neşeyle inmiştik ki Mehmet,Sude,Semiha,Ceylin arkadaşlarımız meşhur karlı pekmezleri bize uzattılar.İçince ferahlamıştık.Artık Denizli’deki misafirliğimizin sonuna gelmiştik..Çok güzel bir günün sonunda,güzel dostluklar edinerek Muğla’ya doğru hareket ettik.Hoşça Kal Denizli…..

19
Muğla

                          ÖYKÜ MUĞLA’DA

Sabahın ilk ışıklarıyla Muğla’ya varmak üzereydik. Biraz yorgun ama oldukça heyecanlıydım. Muğla hakkında oldukça şey duymuştum. Acaba Cansu öğretmen ve sınıfı beni nasıl karşılayacaktı? Sorularıma cevap ararken Muğla’ya gelmiştik.

Otobüsten inerken davul seslerini duydum. Acaba düğün mü oluyor derken birde baktım ki tüm bu hazırlıklar bizim içindi. Cansu öğretmenimin sınıfı Muğla’nın yöresel halk oyunu olan Kerimoğlu, Çökertme, Harmandalı oyunlarını sergiledi. Onları hayran hayran seyrederken kendimi birden arkadaşlarıma eşlik ederken buldum. O kadar eğlenmiştik ki karnımızın açlığını unutmuştuk. Muzaffer ve Adil’in “Öğretmenim kahvaltı yapmayacak mıyız?” sorusuyla hem gülüştük hem de acıktığımızı hissettik. Heyecanla bizim için hazırlanan otobüse bindik. Sıradaki durağımız Köyceğiz Gölü’ydü. Göl manzaralı kahvaltı bizi bekliyordu. Kahvaltıda özellikle tadına doyulmaz Muğla’nın meşhur zeytini ve simidini yedikten sonra muhteşem geziye başladık.

Köyceğiz gölünde bizim için hazırlanmış tekneye binince heyecanım artmaya başladı. Kardelen, yeşilin ve mavinin her tonunu barındıran bu yerin Dalyan olduğunu söyledi. Bir yandan Dalyan’da Kral mezarlarında fotoğraf çekilip bir yandan buraya özgü portakal-nar suyunu yudumlayarak yolumuza devam ettik.

Sonra en uzun kıyı şeridine sahip İztuzu plajına gittik. İlker, burada nesli tükenmesin diye koruma altına alınan dev Caretta caretta kaplumbağalarını göreceğimizi söyledi. Carettaların bakımı için açılmış kaplumbağa hastanesini ziyaret ettik. Teknemizden mis gibi balık kokuları yükselmeye başlamıştı. Lezzetli mi lezzetli balık-ekmeklerimizi yedikten sonra müthiş tekne gezisini sonlandırıp gezimize farklı bir rotadan devam ettik.

Sırasıyla Kelebekler Vadisi, Saklıkent, Ölüdeniz’ i dolaştık. Ölüdeniz de yamaç paraşütü yapanları izledikten sonra rotamızı Bodrum’a çevirdik.

Fahreddin yolculukta “Bodrum’a da gittik beraber” şarkısını söyleyerek hepimizi eğlendiriyordu. Bodrum Kale’si ve Sualtı Arkeoloji Müzesini de gezdikten sonra sırada en ilginç yerlerden biri olan Zeki Müren Sanat Müze’si vardık. Elifnaz ve Mustafa ünlü şarkıcımız Zeki Müren hakkında bize bilgiler verdi. Muğla’da gezilecek o kadar yer vardı ki hepsini bir günde gezmek imkânsızdı. Günün sonuna yaklaşırken şöyle kısa bir Marmaris –Datça turundan sonra Cansu öğretmenin evine doğru yol aldık.

Cansu öğretmenin evinde öğrencilerinin annelerinin hazırladıkları yöresel yemekler tatmamız için bizi bekliyordu. Börülce, çökertme kebabı, kabak çiçeği dolması, borana, zeytinyağlı sarmalar birde üzerine Muğla Saraylısı ve kıtırmak tatlısını da yedikten sonra yorgunluğumuzu hissetmeye başladık… Tüm arkadaşlarıma bana Muğla’yı gezdirdikleri için teşekkür edip vedalaştık. Onları da Konya’ya davet ettim. Derken bu gece Cansu öğretmenin misafiri olduk.

Sabah erkenden Aydın’a gitmek için kalktık. Cansu öğretmenle vedalaştık. Her şey çok güzeldi bakalım Aydın’da beni neler bekliyordu?

21
Aydın

                       ÖYKÜ AYDIN’I GEZİYOR

Muğla’dan Aydın’a doğru yolculuğumuz başladı ve Aydın’a vardık. Orada bizi Özgür öğretmen ve öğrencileri karşıladı. Hepsi birden “Efeler diyarı Aydın’a hoşgeldiniz” diyerek kendilerini tanıttılar. Akif ,Ceylin, Efekan ,Efe, Sudenur ve Mustafa. Hepside çok neşeli çocuklardı.

Ceylin , “Öğretmenim hadi kahvaltıya gidelim artık ben de acıktım Öykü de çok acıkmıştır. Hem annem bizi bekliyor. ” dedi. Ceylinlerin evine doğru gittik. Ceylin’in annesi öyle güzel kahvaltı hazırlamış ki. Çörek , gözleme, bazlama, tereyağı, peynir ,incir reçeli, zeytin… Kahvaltıya oturduk. Ceylin “Bizim Aydın’ın zeytinleri ve incirleri meşhurdur. Zeytinlerin çok eskiye dayanan hikayesi vardır. ” dedi. İncirin de dünyada en kalitelilerinin burada olduğunu ve değişik ülkelere ihracatının yapıldığını söyledi.

Efekan , Aydın’ın birçok yerinde geçmişten günümüze ışık tutan tarihi yerleşim yerlerine rastlanıldığını ve şimdi Karacasu’da bulunan Afrodisias(Afrodisyas) antik kentine gideceklerini söyledi. Arabalara bindik yola çıktık .Kısa bir yolculuktan sonra Afrodisias’a vardık. Afrodisias M.ö. 2 ile 5. yüzyılda Romalılar tarafından mimarlık, sanat, heykeltraşlık ve tapınma merkezlerinden biriymiş. Dünya miras listesinde de yerini almış. Burayı gezerken antik tiyatronun bulunduğu yerde kalabalık gördük. Tiyatroda zeybek gösterisi varmış. Bizde oturup izledik. Efeler zeybek oyununu oynarken heybetli görünüyorlardı. Efekan yanıma gelerek “Efelerin kurtuluş savaşı zamanında yurdumuzun düşmanlardan temizlenmesinde çok büyük önemi var .Yörük Ali Efe ve arkadaşları bunlardan biri. Milli mücadele döneminde Yunanlılara karşı baskınlar düzenleyerek düşmanın direncini kırmıştır. ” diye söyledi.

Buradan ayrılırken bir başka güzellik olan Kemer Barajı’ndaki Arapapıştı Kanyonu’na gideceklerini ve orada Roma ve Bizanslılara ait  kaya mezarlarının , manastırın bulunduğunu söyledi Özgür öğretmen. Burayı gezdikten sonra Bozdoğan ilçesine gittik.

Burada  hava çok sıcaktı. Sıcaklıkla birlikte Özgür öğretmen ve öğrencileri bizi bir parka getirdi. Parkta bize kar helvası yedirdi. Hemen hemen her parkta böyle kar helvası satıcıları varmış. Akif, kar helvasının kışın Madran Dağı’na yağan karların toprak altına gömülerek saklandığını ve yazın bu karların şerbetlerle karıştırılarak bardaklarda satışa sunulduğunu söyledi. Bu sıcak havada içimi serinletti doğrusu.

Efe arkadaşım Aydın’ın Sultanhisar ilçesine doğru yola çıkacağımızı ve orada bulunan Nysa(Nisa) Antik Kenti’ne gideceklerini söyledi. Buraya vardığımızda Efe ,buranın yapılan araştırmalara göre M.Ö. 3. yy.da Yunanistan’dan gelen Spartalı göçmenler tarafından kurulduğunu belirtti. Burayı gezdikten sonra Efe bana Kuşadası’na doğru yola çıkacaklarını söyledi.

Arabalara binip yola çıktık. Yolculuk sırasında arabadan bakarken yol kenarlarında zeytin ve incir ağaçlarının sıra sıra dizildiğini gördüm. Ne de olsa buranın zeytin ve incirinin meşhur olduğunu öğrenmiştim. Kuşadası’na yaklaştıkça denizin inanılmaz maviliği ve güzelliği bizleri karşıladı sanki. Havası bile bir başkaydı. Denizin o güzel kokusu insanı rahatlatıyordu.

Arabalardan indiğimizde karnımın çok acıktığını farkettim. Özgür öğretmen de bunu farketmiş olmalı ki hadi hepimiz çok acıktık. Yemek yiyelim artık dedi. Ben acaba ne yiyeceğiz diye düşünürken Aydın pidesi oldukça ünlüymüş. Pide yemeye bir lokantaya oturduk. Garson bize hangi pideden yiyeceğimizi  sordu. Kıymalı, peynirli, kuşbaşılı, otlu ve tahinli. En lezzetlisinin kıymalı pide olduğunu onun ardından tahinli pidenin tatlı olarak yendiğini öğrendim. Bizde kıymalı ve ardından tahinli söyledik. Pidelerin gelmesini beklemeye başladık. Pidelerin yapıldığı fırından mis gibi kokular geliyordu. sonunda geldi ve yemeye başladık. O mis kokular gerçekten de lezzetin işaretiymiş.

Karnımızı doyurduktan sonra lokantadan ayrılıp Dilek Yarımadası Milli Parkı’na gideceğimizi ve orda Zeus mağarasını göreceğimizi söyledi Hatice. Oraya geldikten sonra Zeus mağarasına girdik. İçerisi çok serindi. Hatice mağaranın yazları serin kışları ılık olduğunu söyledi. Hemen ardından milli parkı dolaştık. Hem milli park hem de mağara bir harikaydı doğrusu. Orayı dolaştıktan sonra Kuşadası Güvercinada Kalesi’ne geldik. Hatice bu kalenin Bizanslılara kadar dayandığını ve o dönemde dışarıdan yani düşman gemilerinden gelen saldırılara karşı bu kalenin inşa edildiğini söyledi. Hatta geceleri kalenin aydınlatmasının denizde oluşturduğu yansımasıyla çok harika olduğunu da belirtti. Kaleyi gezdikten sonra Didim’e doğru yola çıktık. Kuşadası gerçekten görülmeye değer bir yer.

Mustafa Didim’in de Kuşadası gibi eski uygarlıklara ait birçok tarihi yapının bulunduğunu , sahillerinin çok harika olduğunu söyledi. Buraya vardığımızda Kuşadası’ndaki gibi sadece yerli turistler değil yabancı turistlerin olduğunu gördüm. Mustafa “Milet Müzesi’ni gidip görelim. ” dedi. Orayı da gezdikten sonra Didim plajlarından Altınkum ve Akbük plajlarını gezdik. Oldukça güzel ve kalabalıktı. Didim’i gezerken hava iyice kararmaya başlamıştı. Geceyi Özgür öğretmenin evinde geçirmek için yola çıktık. Kısa bir yolculuktan sonra öğretmenizin evine ulaştık. Bir günlük Aydın gezimiz artık sona gelmişti ve ben çok yorulmuştum.

Sabah erkenden ayrılacağım için, Özgür öğretmenimin öğrencileriyle vedalaştık. Hepsine birer birer teşekkür ettim. Özgür öğretmenin evinde akşam yemeği yedikten sonra yorgunluk iyice gözlerime vurdu. Sabah İzmir turu için iyi dinlenmem gerekirdi. Erkenden yattım. Ertesi sabah erken kalktım yine. Kalktığımda Özgür öğretmen uyanmıştı. Bana o güzel Aydın incirlerinden bir paket vererek “Afiyetle yolculuk sırasında yersin. “dedi. Ben de herşey için ona çok teşekkür ettim. Vedalaştık.

23
İzmir

                  ÖYKÜ EGENİN İNCİSİ İZMİR’DE
Ailemle birlikte İzmir’e gelmiştik.Bizi burada Serap öğretmen karşılayacaktı.Gaziemir’de buluşmaya karar verdik.Gaziemir’de kıvırcık saçlı,güler yüzlü Serap öğretmen ve öğrencileri; Beyza,Damla,Kaan,Emre ,Arda,Irmak bizi bekliyorlardı.Yaz tatili olmasına rağmen bize okullarını göstermek istiyorlardı.Cengiz Han İlkokuluna geldiğimizde Müdürleri Fatma Hanım ve diğer arkadaşlar okulda bizi bekliyorlarmış.Hepsi İzmir’in sıcak havasını bize hissettirecek şekilde çok sıcak karşıladılar.Okullarında bize kahvaltı hazırlamışlar.İzmir’in meşhur boyozu, simiti(tabii İzmirliler gevrek diyor),tulum peyniri,tazecik zeytini,mis kokulu pembe domatesleri ile çok güzel bir kahvaltı yaptık.Hem dinlendik hem de muhabbet ettik.Kahvaltı da adaşım Öykü ile tanıştık.Çok güler yüzlü ve saçları çok güzeldi.Sonra gezme zamanı gelmişti.Zaman kısa ve gezilecek çok yer vardı.
Serap Öğretmen ,Hikmet,Meyra,Melda ve Gülşen ile yola çıktık.Nereye gittiğimizi çok merak ederken Gülşen ‘Sasalı Doğal Yaşam Parkına gidiyoruz harika bir yer’dedi.Vardığımızda gözlerime inanamadım çok büyük bir yerdi.Zaten Avrupa’nın en büyük yaşam parklarından biriymiş.Zürafalar,filler,ayılar aklıma gelmeyen bütün hayvanlar doğal hayatlarında özgürce yaşıyorlar.Tabii hızlı hızlı gezip tekrar yola çıktık.
Yolda arkadaşlarım İzmir’in eski isminin Smyrna olduğunu öğrendim.Konak’a gelmiştik.Konak İzmir’in merkeziymiş.Meşhur Saat Kulesini gördük.Bu kule 1901 yılında yapılmış.Kulenin en ilgi çeken yanı bugüne kadar saatinin hiç durmamış olmasıydı.Saat kulesinin hemen yanında Hasan Tahsin İlk Kurşun Anıtı vardı.Tabi Hasan Tahsin İzmir’in kahramanıydı.Saygıyla selamladık Hasan Tahsin’i.’’Konağa kadar gelip vapura binmeden olmaz’’dedi Meyra.Meyra’nın babası vapurlarda çalışıyormuş.Vapura binerken arkadaşlarım bir sürü gevrek aldılar.Aslında toktuk.Sonradan anladım ki gevrekleri yemeyecekmişiz onları martılara atacakmışız.O kadar güzeller ki bembeyaz özgürlüğe kanat çırpıyorlar tıpkı İzmir gibi…Resmen simit bekliyor martılar bazılarını tam ağızlarına denk getirdik çok eğlendik hepimiz.Karşıyaka’ya geçtik.Karşıyaka da bir sürpriz bekliyormuş.Sahil de gezip tertemiz deniz havasını içime çektim.Sonra bir şeyler yiyeceğimizi söylediler.İsmini duyunca çok şaşırdım.Kumru yiyeceğiz deyip kıkır kıkır güldüler.Benim gözlerim fal taşı gibi açıldı.Ben yemem dedim.Yersin yersin dediler.Kıbrıs Şehitleri Caddesine çıkıp kumru yedik.Meğersem kumru sandviç gibi bir şey ama ekmeği,içi farklı.Çok lezzetliydi.Öğretmenimiz ‘’Öykü,güzelce dinlen daha gezecek çok yer var’’dedi. Arkadaşlarımla burada vedalaştık eve gitmeleri gerekiyormuş.
‘’Hadi bakalım sıra da Tarihi Asansör var ‘’ dedi Serap öğretmen. Nasıl tarihi?dedim.1907 yılında yapılmış iki caddeyi birleştiren 155 merdiven varmış.Bir gün Musevi Devidas düşüp ayağını kırmış.Komşusu Nesim Levi bu olay üzerine
Tarihi Asansörü yaptırtmış.İzmir ayaklarımızın altındaydı.Manzara çok güzeldi.İzmir’e bir kez daha hayran kaldık.Burada büyükler çay içmek istedi ben de hemen bir sürü fotoğraf çektim bu güzel manzarayı kaçıramazdım.Ben fotoğraf çekerken yanıma çocuklar geldi.Beni fotoğraflarımdan tanımışlar,meğersem Serap öğretmenin öğrencilerinden Samet,Poyraz,İhsan,Damlanur,Nisa ve Nehirmiş.Ailecek gezmeye gelmişler.Ben de onlarla kısa bir sohbet ettim buradan da ayrılma zamanı gelmişti.Sonra Kemeraltı’na geldik.Burada 15.000 den fazla iş yeri varmış.Dünya’nın en büyük açık hava çarşısıymış.Bir kaç hediyelik eşya aldık ve Kızlar Ağası Hanına geldik.Büyükler Türk kahvesi içerken bana da Meşhur Osmanlı Şerbeti gelmişti.Sıcak İzmir havasında çok ferahlamıştım.
Şimdi biraz yolumuz uzunmuş.Selçuk Efes Antik Kentine gidiyormuşuz.1 Saat yol gittik ama Serap Öğretmenimle İzmir hakkında konuşmak iyi geldi.Vardığımızda hemen bilgi vermeye başladı öğretmenim.Dünyanın 7 harikasından biri olan Artemis Tapınağını gezdik.UNESCO Dünya Mirası listesine 2015 yılında girmiş.Buradan Meryem Ana Evini ziyaret ettik.Hepsi çok etkileyiciydi.
Artık gezme işimiz bitmişti zaten çok yorulduk.Serap Öğretmenim Eylül arkadaşına akşam yemeğine davetliyiz dedi.Eve vardığımızda Eylül,Yaren,Kayra ve Eren bizi bekliyordu. Yemekler çok güzeldi.Balık,Zeytin yağlı taze fasulye,Radika,İzmir Köfte,Keşkek vardı.Üstüne de Sakızlı dondurma,revani,zerde vardı.Afiyetle yemeğimizi yerken yarın aklıma düşmüştü.Sıra da Manisa var.Acaba beni ne maceralar bekliyordu.

25
Manisa

                           ÖYKÜ MANİSA’DA

İzmir’den sonra yeni rotam Manisa oldu.Orada beni Leman öğretmen ve öğrencileri karşılayacaktı.Manisa’nın simgesi olan Beyaz Fil buluşma noktamızdı.Lidya olarak bilinen bölgenin tamamına yakınının Manisa’da olduğunu bilmek tarihte geniş ve anlamlı bir yolculuğa çıkacağımında işaretini veriyordu.Heyecanımı dindirmek için tanışacağım yeni arkadaşları hayal ederek buluşma noktamıza vardım.Samimi ve sanki daha önce tanışıyormuşuzçasına sıcak bir karşılanma ile Leman öğretmenimize ve öğrencilerine sarıldım.Onlara Manisa hakkında bilmem gereken çok şey olduğunu söyledim.Leman öğretmenimiz Manisa’nın her taşının altından tarih çıktığını söyledi.İlk altın paranın basıldığı Lidya’nın başkentinin Salihli ilçesindeki Sart bölgesinde olduğunu duyunca Manisa’nın geçmişe uzanan gizemli tarihini öğrenme isteğim daha da arttı.Manisa sokaklarında gezerken öğretmenimiz Manisa Kent Müzesi’ne geldiğimizi söyledi.Müzedeki gezimizde arkeoloji bölümünde Manisa’nın kültürü ve tarihi hakkında bilgisahibi oldum.Yeni yerler keşfetme isteği ile oradan ayrıldık.Sohbetlerimiz sırasında Kula evleri,Kuladokya peri bacaları,kaplıcaları,camileri,yeni han gibi birçok doğal ve tarihi güzelliklerden bahsedildi.Gezip görülecek çok yer vardı ;fakat karnımızında açıktığını hissettik ve meşhur Manisa kebabını yemek için bir lokantaya geçtik.Tadı çok güzeldi ve unutulmaz bir lezzet oldu benim için.Lafımız yemeklerden açılmış karnımızda doymuşken Leman öğretmenimiz Manisa’nın özel lezzetlerinden biri olan mesir macununun hikayesini anlattı. Kanun-i Sultan Süleyman’ın annesi hastalanınca sarayın doktorları tedavi edememiş ve 41 çeşit baharatın karışımıyla hazırlanan mesir macunu ile şifa bulmuş. Bu dönemlerden beri adına şenlikler düzenlenen mesir Manisa’nın vazgeçilmez şifa kaynağıymış,465 yıldır da yapılmaktaymış.

Gelelim Manisa’nın diğer lezzetlerine.’’Acaba neler var.’’ diye içimden geçirirken Leman öğretmen ve öğrencileri aklımdan geçenleri saymaya başladı. Manisa denince üzüm 1 .sırada geliyormuş.Üzüm mevsimi olmadığı için tadına bakamadım ama;her tarafta gördüğüm üzüm heykelleri ilgimi çekti.Üzümü zeytin , pamuk , kiraz,çilek takip ediyormuş.Eko turizmin yapıldığı ve tarımsal üretimde 3. sırada yer alan Manisa 2004 yılında Fashion Times tafafından dünyanın en uygun yatırım kenti seçilmiş.Bu bilgileri öğrenince yaz tatilinde de Manisa’ya gelip mevsiminde bu meyveleri tatmak istedim.

Gezip, dolaştıkça Manisa hakkında daha birçok bilgi edineceğimi biliyordum. Ben soruyordum,sordukça merakım artıyordu.Uzun bir yürüyüşten sonra Manisa Kalesi’ne çıktık.Çıktığımda beni büyüleyen Manisa’nın kuşbakışı manzarası ile karşılaştım.Düz ve geniş bir arazi üzerine kurulmuş bu kent tarihi,kültürü ve doğası ile tam bir Ege kenti olarak bizi selamlıyordu.Kale gezimizden sonra geldiğimiz yoldan yavaş yavaş inerken öğretmenimizden  camileri,Kurşunlu ve Emir kaplıcaları, Sardes ve Sart Antik Kentleri ile ilgili birçok bilgi aldım.Bunlardan en çok en Ağlayan Kaya diğer adı Niobe ‘nin hikayesi ilgimi çekti.

Rivayete göre Niobe kralın kızıdır ve Lidya kralının oğlu ile evlenir.7 kız ,  7 erkek çocukları olur.Bu çocuklardan Leto’nun Artemis ve Apollon adında bizlerinde tanıdığımız çocukları varmış.Leto büyük bir şenlik düzenlemiş ve bu şenlikte Niobe’nin çocuklarını öldürmüş.Sadece bir tanesi sağ kalmış.Niobe bu çocuğunu alarak  Manisa’nın ünlü dağı olan Spil Dağı’na götürmüş.Burada acı ve hüzün dolu günler yaşayan Niobe sürekli ağlıyormuş.Tanrı’dan  bu acıya daha fazla dayanamayacağı için kendilerini kayaya dönüştürmesini istemiş.Dileği kabul olan Niobe kayaya dönüşmüş.O zamadan sonra Spil dağındaki bu kaya ‘’Ağlayan Kaya’’adını almış.

Hikayenin  etkisine kapılıp saatin nasıl geçtiğini anlamamışız , hava iyice kararmış.Güneş doğarken buluştuğumuz bu güzel şehirden güneş batarken veda etmek için beni bir diğer ilimize götürecek aracımıza doğru yürüdük.Herşey için biribirimize teşekkür ettik.Yeni arkadaşlarla tanışmanın sevinci ve bir o kadar da onlardan ayrılmanın hüznü ile biribirimize sarıldık.Biribirimize iletişim adreslerimizi verdik ve  bu arkadaşlığı mektup aracılığı ile de olsa devam ettirme sözü verdik.

Sırada Ege Bölgesi’nin bir başka güzel kenti Uşak vardı . Arabamızın arka camından bana el sallayan  konuksever dostlarıma bakarak Manisa’dan uzaklaştık.

27
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                      ÖYKÜ’NÜN UŞAK MACERASI

Manisa’dan Uşak’a yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Tarihi, kültürel ve sosyal özellikleri ile nasıl bir yer diye düşünürken, Uşak girişinde Aysel öğretmenim ve okul müdürü bizi karşıladılar.Huzurpark denilen bir yere götürdüler.Orada bizleri 4/C sınıf öğrencileri ve aileleri karşıladı.Arkadaşlarla tek tek tanıştık. Hepsi de güler yüzleriyle, içten ve samimi davranışlarıyla dikkatimi çekti.Huzurpark çam ağaçlarıyla kaplı olduğundan yaz günü için oldukça uygun bir yerdi. Adı gibi tam da insana huzur veriyordu. Bu arada erkek öğrenciler “Zeybek” kıyafeti giymiş ve yöresel oyunlarından “İslamoğlu” oyunu oynayarak bizi karşıladılar.Dikkatimi çeken orada bulunan davulcunun,normal davulculardan farklı olmasıydı.Huzurpark’taki masalar üzerine kahvaltılıklar dizilmişti.Aysel öğretmenim bana tek tek yöresel yiyecekleri tanıttı. Tarhana çorbası,döndürme(börek çeşidi) katmer, bükme, peksimetin de çok lezzetli olduğunu söyledi.Yalnız sabah saatlerinde olduğu için börek çeşitlerinden yedim. Kahvaltıdan sonra davulcu çalmaya başladı. Davulcunun adı “Çılgın Erkan”mış. Gerçekten de davulu çılgın çılgın çalıyor ve muhteşem bir şov sergiliyordu.Uzun saçlarıyla dikkat çekiyor ve 6 tane davulu boynuna  takarak gösteriler yapıyordu.Davulcu Çılgın Erkan’ın “Guinness Rekorlar Kitabı’na” girdiğini öğrendim.Bu sıcak karşılamadan ve yemekler yenilip oyunlar oynandıktan sonra arkadaşlarıma veda etme zamanı gelmişti. Aysel Öğretmenimiz şehir merkezine doğru giderken Uşak’ın; Banaz, Karahallı, Sivaslı, Ulubey ve Eşme ilçelerinin olduğunu belirtti.  Uşak’a “Aşıklar Diyarı” denildiğini,İstiklal Savaşı’mızda da önemli bir yeri olduğunu söyledi.Yunan ordusu komutanı “General Trikopis’in” merkez Göğem köyünde esir alınmış olduğunu, 1 Eylül 1922’de Uşak’ın işgalden kurtulduğunu ,2 Eylül 1922’de Atatürk ve İsmet İnönü’nün şehre gelerek karargah kurduklarını söyledi. General Trikopis’in kılıcının teslim edildiği yerin “Atatürk ve Etnografya”müzesinde ayrı bir bölüm şeklinde ayrıldığını söyledi.İlk önce “Atatürk ve Etnografya” müzesini gezdik.Müzede Atatürk’ün yatak odasını, giydiği kıyafetleri,silah çeşitlerini ve takıları gördük.Takılar dikkatimi çekmişti.Oradan ayrılırken o mahallede koruma altına alınan eski Uşak evleri olduğunu gördüm.

Daha sonra merkezdeki “Arkeoloji Müzesi’ne” gittik. Müzede balmumu heykelleri, takılar, çoğunluğu altın olan tarihi eserler vardı. Bunlardan en önemlileri de “Karun Hazineleri”ymiş. Bunların arasından denizatı şeklinde olan broş dikkatimi çekti.450 parçadan oluşan Karun hazinesi olduğunu öğrendim. Aysel Öğretmenimiz Uşak’ın Karun Hazineleri’ne ev sahipliği yaptığını, Karun’un Lidya’nın son kralı olduğunu söyleyerek Uşak’ın birçok medeniyetlere ev sahipliği yaptığını anlattı. Paranın kullanılmasıyla ilkler şehrinin UŞAK olduğunu , “Karun kadar zengin” deyiminin de Uşak’tan çıktığını öğrendim. Türkiye’nin ilk şeker fabrikasının da “Nuri Şeker “ öncülüğünde Uşak’ta kurulmuş olduğunu, ilk iplik fabrikasının,ilk elektrik kullanımının,ilk plakalı bisikletin de Uşak’ta kullanılması beni Uşak’a karşı yeni bilgiler öğrenmemi sağlayacağı için daha da heyecanlandırıyordu.

Şehir merkezinde Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden “Atatürk Anıtı’nı”gördüm. Anıt Atlı süvariler, zafer sütununun önünde Atatürk, bilim ,sanat yazan kitapları taşıyan genç kız ve erkeklerden oluşuyordu.Bir de Kurtuluş Savaşı’nda desteklerini esirgemeyen kadın figürleri ve mermi yüklü kağnı vardı.Ulubey ilçe yolu üzerinde Öğretmen Mahmut Özgöbek İlkokuluna giderek arabamızı bıraktık. Aysel Öğretmenimiz okula yakın olan at çiftliğine götürdü. Oradaki atların engelli çocuklara rehabilitasyon amaçlı kullanıldığını ve küçük atlara da pony denildiğini söyledi.At çiftliğinin kalabalık olması dikkatimi çekti. Meğer o gün cirit oynanıyormuş. Bu arada cirit oyununun bir “Ata Sporu” olduğunu ve Uşak’a has olduğunu öğrendim.Aysel öğretmenim bize rehberlik yapacaktı.Ulubey ilçesinde “Ulubey Kanyonları”nın dünyanın 2. büyük kanyonu olduğunu ve  kanyonun 75 km uzunluğunda, 170 metre yükseklikte olduğunu söyleyince oldukça heyecanlandım. Aysel Öğretmenimiz, akarsuların yeri oyması sonucunda meydana gelen dar ve dolambaçlı boğaza “kanyon” denildiğini anlattı. Kanyona vardığımızda cam teras denilen yere çıktık.Altı boş olduğu için çok korkmuştum. Aysel Öğretmenimin güler yüzlü bakışlarıyla korkum çabucak geçti. Ailemle birlikte hatıra fotoğrafı çekildik.Böyle bir yeri ilk defa görmüştüm.Sıra Ulubey ilçesi Sülümenli Köyü sınırlarında ve Uşak iline 40 km mesafede olan Blaundus Antik Kenti’ndeydi.Blaundus Antik Kenti’nde kaleler, tapınaklar, tiyatrolar, stadyumlar ve kaya mezarlıklarını gördük. Uşak’ta gerçekten de çeşitli medeniyetlerin yaşadığı tarihi eserlerden belliydi. Aysel Öğretmenimizin köyü olan İnay’a 10 dakikalık bir yolculuktan sonra gelmiştik.İnay istasyonunda tren garını gördük. Köy biraz daha aşağıdaydı.Aysel Öğretmenimiz tarihi mekanları gezdirdi. Kervansarayın eskiden deve ile gelen yolcuların konaklama yeri olduğunu söyledi.Yanında tek gözlü taş köprü,yedi oluklu çeşme ve cami bulunuyordu.Caminin içini de gezdik.Tavanı çini süslemelerle kaplıydı. Selçuklular zamanından kalma tarihi eserler vardı.Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlıların burada yaşadıklarını ve “Himmet Çocuk” hikayesini anlattı.İnay Köyü gezimiz bittikten sonra tekrar Ulubey ilçesi yoluna koyulurken Aysel Öğretmenimiz Eşme ilçesinin de dokuma kilimlerinin meşhur olduğunu ve her yaz “kilim festivalinin”yapıldığını söyledi. Uşak’ın Taşyaran Vadisi’nin, Kayaağıl Termal tesislerinin,İtecik lalelerinin ve Banaz Hamamboğazının olduğunu da söyledi. Ulubey’den geçerken Aysel öğretmenimiz haşhaş ve susam sürtmeleri (ezmeleri)ni bize aldı.Ulubey’den Karahallı ilçesine doğru yola koyulduk. Aysel Öğretmenim Karahallı ilçesinde “Clandıras Köprüsü”nün olduğunu ve  uzunluğunun 24 metre olduğunu söyledi.Clandıras Köprüsü’nün arkasında muhteşem bir şelale vardı ve manzara harikaydı. Buradaki park yerlerine oturarak Karahallı’nın meşhur ciğerini yedik.Akşam olmak üzereydi. Uşak’a doğru yola çıktık. Aysel Öğretmenim mayıs ayında gelseydiniz Sivaslı’nın “çilek festivaline” giderdik dedi. Çileğin Avrupa’ya ihraç edildiğini ve ayrıca Uşak’ın battaniyesinin de meşhur olduğunu söyledi. Uşak’a gelince Aysel öğretmenimin evinde 4/C sınıfının velileri yöresel yemekleri hazırlamışlar.Acıkmıştık.Uşak’ın Tarhana çorbası meşhurmuş önce çorbalarımızı içtik.Sonra keşkek, tas kapama, alacatene, kırmızı helva, demir tatlısı yedik. Yemekler gerçekten de çok güzeldi. Annem ve babam kısa sürede öğrenci velileri ile kaynaştılar.Ben de Berra,Eser ve OğuzKağan ile güzel zaman geçirdim. Vakit hayli ilerlemişti.Geç olduğu için Aysel öğretmenimizin evinde kaldık.Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra ayrılma vakti gelmişti.Uşak’tan ayrılacağım için üzgündüm ama Afyon’u göreceğim için de bir o kadar heyecanlıydım.Hoşçakal Uşak…

29
Afyon

                    Öykü Afyonkarahisar’da

Uşak’tan Afyonkarahisar’a yaklaşıyorduk. Burada bizi Özlem öğretmen ve öğrencileri karşılayacaktı. Hemen arabadan inerek yanlarına gittik. Kız öğrenciler Afyon’a özgü Bindallı kıyafetlerle maniler eşliğinde bizi karşıladılar.

Burada Çiğiltepe Şehitliği ve Büyük Taarruz Şehitliği gezilecekti. Özlem öğretmen hikayesini anlattı. Bu hikaye beni ve ailemi gerçekten çok etkilemişti. Biraz ilerde ise Büyük Taarruz Şehitliğini gezdik. Afyon’un Kurtuluş Savaşı’nda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu buradan anladık.

İkinci durağımız Afyon’un İhsaniye ilçesindeki Frig Vadisi’nde bulunan Peri Bacalarıydı. Ben peri bacalarının sadece Nevşehir’de olduğunu zannediyordum. Gerçekten çok şaşırdım. Afyonkarahisar’da 5 tane kaplıca varmış. Bu yüzden Afyonkarahisar “Geleceğin Termal Başkenti” olarak nitelendirilmiş. Bizim şimdiki durağımız ise Gazlıgöl kaplıcalarıydı. Bu kaplıca hem banyo olarak hem de içme suyu olarak kullanılıyor. Romatizmal hastalıklara ve böbrek hastalıklarına çok iyi geliyor. Ayrıca Kızılay Maden suyu kaynağı ve fabrikasının burada olduğunu öğrendim. Gazlıgöl kaplıcasına gelmiştik.  Velilerin yaptığı katmer, ağzı açık ve bükmeleri gördük. Karnımız da aç olduğu için yemeğe başladık. Gerçekten çok güzeldi. Karnımız doyunca sırada havuz keyfi vardı. Havuz keyfi sonrası Kızılay maden sularımızı içtik.

Sonra sucuk imalathanesini gezdik. Sucuktan biraz da hediyelik aldık. Daha sonra lokum imalathanesine geldik. Çeşit çeşit lokumlar vardı. Hepsinin tadına baktık. En farklı ve tadı hoşuma giden Afyonkarahisar’a ait kaymaklı lokum oldu. Hediyelik lokumlarımızı alıp yola çıktık.

Şehir merkezine geldik. Merkezde bulunan Utku Anıtı Afyonkarahisar’ın simgesiydi. Burada fotoğraf çekildikten sonra Zafer Müzesine gittik. Bu müze Başkomutanlık Meydan Muharebesinin planlandığı ve taarruz emrinin verildiği yer olması bakımından büyük önem taşıyordu.

Oradan yürüyerek Afyon Lisesi’ne gittik. 8. Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL, 9. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, ve Özlem öğretmenimizin babası Afyonkarahisar’da 2 dönem Belediye Başkanlığı yapmış olan Erdal AKAR Afyon Lisesi’nden mezun olmuş önemli şahsiyetlerdi.

Tekrar otobüsümüze bindik. Bu sefer Afyon Kalesine gidiyorduk. Otobüste Kıraç’ın “Karahisar Kalesi” şarkısı çalıyordu.

Oradan Kocatepe’ye gittik. Kocatepe Anadolu’nun ve Türk ulusunun kurtuluşunu sağlayan, Büyük Taarruzun Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatıldığı yer olması bakımından önem teşkil ediyordu.

Ayrılık vakti yaklaşıyordu. Arkadaşlarımdan ayrılacağım için üzülüyordum. Afyonkarahisar’ı çok beğenmiştim. Tekrar gelmeyi çok isterim. Özlem öğretmen ve öğrencilerine çok teşekkür ettik. Ayrılırken bize patatesli Afyon ekmeği ve sürtülmüş haşhaş hediye etmeyi unutmadılar. Özlem öğretmene,  arkadaşlarıma, Cumhuriyetin kazanıldığı topraklara, termalin başkentine veda ederek arabamıza binip yeni maceralar için yola çıktık.

31
Kütahya

                         ÖYKÜ KÜTAHYA’DA

Afyon gezimizin ardından Kütahya ‘ya başlamıştı bile yolculuğumuz. Kütahya Afyon arası sadece 1 saat 10 dakika sürdü. Şule öğretmenim ve öğrencileri Elif, Fatih, Zeynep, Kübra, Yasin arabamız terminale yaklaştıkça gülen yüzleriyle el sallıyorlardı. Terminale iner inmez arkadaşlarımla kucaklaştım. Otogardaki çiniler o kadar gözümü aldı ki onları beğendiğimi söylemeden edemedim. Tanışma faslından sonra Şule öğretmenimiz bizi okuluna götürdü. Orada yöresel kıyafetleriyle bizi bekleyen öğrenciler ve aileleri vardı Okul terminale çok yakındı. İnköy ilkokulu eskiden köy okulu iken şehrin mahallesi olmuş fakat İnköy olarak devam etmiş ismi. Orada Müdürümüz Yüksel Ahmet bey karşıladı bizi. Bana kocaman bir çini tabak hediye etti bende çok mutlu oldum. Kütahya, doğal güzellikleri kadar tarihe ışık tutan yapılarıyla da görülmeye değer bir şehirdir. Her köşesinde farklı bir detay gözünüze çarpacak Kütahya gezinizde diyen müdürümüzün yanından ayrıldık. Daha fazla vakit harcamadan Kütahya gezisi öncesi meşhur yarenimizi de yiyip yollara koyulduk. Bu sırada öğretmenimiz bize bir kaç bilgi verdi: Kütahya, M.Ö. 3000 yıllarında kurulmuş medeniyetlerin ve kültürlerin harman olduğu yerdir. Kütahya’nın antik çağda ilk ev sahipleri Friglerdir. Kütahya daha sonra Roma, Bizans, Germiyanoğulları , Osmanlı egemenliğine girmiştir. Kütahya’da egemen olan bütün uygarlıklara ilişkin çok sayıda eser bulunmaktadır. Özellikle Frig Vadisi adı verilen ilin doğusundaki Türkmen Dağı eteklerindeki alan, bu eserler açısından çok zengindir. Roma döneminde piskoposluk merkezi olan Kütahya’da bu döneme ait en önemli eser AIZANOI Antik Kenti’dir. Aizanoi, Anadolu ’nun en zengin antik kentlerinden birisidir. Dünyanın İlk Borsası Aizonai’de kurulmuştur. Anadolu’da Türk Hakimiyeti başladığın da Kütahya ve çevresi Germiyanoğulları Beyliğine verilmiştir. Kütahya iki kez Germiyanoğulları Beyliğine başkentlik yapmış ve bu dönemde yapılan pek çok eser günümüze kadar ulaşmıştır. Kütahya ve çevresi Osmanlı Devletine Devlet Hatun’un çeyizi olarak verilmiş ve bu nedenle şehzadeler Şehri olarak anılmıştır. Kütahya Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Anadolu Beylerbeyliği’ne merkezlik etmiştir. Osmanlı dönemi eserleri korunmuş haldedir.

İlk olarak Kütahya Valiliği önünde yer alan çinili vazoyu geziyoruz. Bu vazonun Kütahya’nın simgesi olduğunu öğrendim. Kübra gülerek Kütahya’da  kaybolma derdi yoktur, bütün yollar vazoya çıkar dedi.:)

Öğretmenimiz biraz yürümeye ne dersiniz çocuklar dedi ? Buralar eski Kütahya tarih kokuyor. Kale yolu üzerinde bulunan Arkeoloji müzesi, çini müzesi, maden müzesi ve Yıldırım Beyazıd Han Ulu Camii’ni de böylelikle gezmiş oluruz dedi. Zirvede “Döner Gazino” var. İçecek ve yiyeceklerin bulunduğu döner gazino ve aile çay bahçesinde yorgunluğumuzu attık Kütahya’yı kuş bakışı seyre daldık. Burada yarım saat kadar dinlendik tekrar inişe geçtik. Dönüşü kalenin arka tarafından yaptık. Çünkü Kütahya Konağı ve Macar evi bu güzergâhta kalıyormuş. Buralarda ki tarihi kokuyu içimize çektikten sonra Dönenler Mevlevihane’sine geldik. Caminin içerisinde bir kuyu olduğunu ve bu kuyudan hala su çıktığını öğrendik. Sularımızı şifa niyetine içtik. Babam ve annem bolca dua ettiler. Ardından Germiyan sokağına doğru yol aldık. Germiyan Konağı, Osmanlı dönemlerinde şehzadelerin eğitim yeri olarak kullanılmıştır. Şimdilerde ise Osmanlı ve Kütahya mutfaklarından seçkin yemekleri yiyebileceğiniz bir yer olarak hizmet vermektedir. Bu sokak ta yer alan kent müzesine girdik burada bize şehrin tarihini anlatan bir abla vardı o kadar güzel anlattı ki o yıllara götürdü bizi. Burada Kütahya belediyesinin geçmişimizi bizlere kazandırmak için dolu dolu bir müze hazırlamış olduğunu gördük

Kent müzesi gezintimiz sonrası Rüstem Paşa Medresesi ve El Sanatları Çarşısına gidiyoruz. Rüstem Paşa Medresesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Veziri Azam-ı Rüstem Paşa tarafından 1550 senesinde yaptırılmıştır dedi öğretmenimiz.

Ve merakla beklediğimiz Çinili Cami ve Evliya Çelebi Müzesi gezmek için tekrar yola koyulduk….Çinili cami Kütahya’nın en güzel yerinde yer alıyor… Bu caminin, bu yapısı ile dünyada ve Türkiye’de benzerinin bulunmadığı söyleniyor. Caminin çinilerinin yapımında: meşhur Kütahyalı ressam Ahmet Yakupoğlu görev yapmıştır dedi öğretmenimiz .Evliya Çelebi müzesi ise tarihi dokusuyla bizi o günlere götürmeye yetti.

Kütahya’nın meşhur yemeklerinden bahsetti öğretmenimiz. Kütahya’nın yemekleri genellikle buğday, hamur ve süt ürünlerinden oluşuyor çocuklar. Et pek fazla kullanılmaz. Birkaç yemek adı vermek gerekirse cimcik, kaçamak, haşhaşlı gözleme, haşlama mantı, kulak aşı, mercimekli tosunum böreği, Kütahya höşmerimi, patatesli dolamber böreği, Gökçimen hamursuzu, tahinli çörektir. Çorba olarak ta sıkıcık, miyane, ovmaç, kızılcık tarhanası(ekşi tarhana), tutmaç ve tarhana en çok bilinenler arasında diyerek ağzımızı sulandırdı. Germiyan konağında yöresel yemeklerimiz tatma fırsatı bulduk.

Ve birazda tarih dedi öğretmenimiz.

Kütahya Zafertepe Anıtı, Altıntaş ilçesine bağlı olan Çalköy’de bulunuyor. Anıt, ulaşım açısından çok rahat bir noktada imiş…Merakla görmek istedik.

1922 yılında gerçekleşen Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Atatürk’ün “’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri.”’ Sözünü söylediği yer olmasından dolayı turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Aynı zamanda bölgeye okul gezileri de yapılmaktadır. 1972 yılında tamamlanan bu sembol, gezimizin bir parçası oldu.

Tarihte çok önemli bir olay olan Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde ülkesi için savaşan ve şehit olan Türk askerlerinin anısına yapılan Dumlupınar Şehitliği Kütahya il sınırları içerisindedir.

Dumlupınar ilçesinde bulunan şehitlik 1992 yılında Kültür Bakanlığı tarafından hayata geçirilmiştir.

Ardından Domaniç’e geçiyoruz. Burada Mızık Çamını gördük. Bu çam Osmanlı devletin Kurucusu Sayılan Osman Gazinin Beşiği olarak kullandığı ağaçtır dedi öğretmenimiz. Arkadaşımız Elif Haymanadan bahsetti ..sırada orası var.

Hayme Ana Osmanlı devletin kurucusu sayılan Osman Gazi’nin ninesi Ertuğrul Gazinin ise annesidir. Osmanlı devleti daha kurulmadan önce söğüt ve Domaniç çevresinde yaşıyorlardı. Burada yaylada kalan Ertuğrul Gazi ve ailesi bu yaylada Annesini kaybetti ve burada gömdü. Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit Devlet Ana dediği Hayme Ana için burada bir türbe yaptırır. O günden bugüne her zaman ziyaretçi akınına uğruyormuş.Ardından sarıkız mesire yerinde alabalık ziyafetinden sonra yolumuz tavşanlı kaplıcalarına düştü.

Son olarak öğretmenimiz Kütahya’yı bir güne sığdıramayacaklarını söyledi. İlçeleri hakkında ufak çaplı bilgiler verdi. Bende bunları hemen not aldım. Bir daha Kütahya’ya yolum düşerse nerede ne yapacağımı çok iyi bileceğim…Gediz muratdağı hem termal hemde kayak turızmının yapıldığı yerdir.ılıca kaplıcasıda yer alırJgövecini ve tarhanasını yemeden gitmeyin sakın.Simav jeotermalin ve seracılığın başkenti JŞaphane ise kiraz ve vişne üretimiyle katkı sağlıyor ülkemize..Şaphane ye giderseniz kocaseyfüllah camini görmeden dönmeyin.sırık kebabını mutlaka yiyin.Emette termal cennetiyle ünlüdür. Tavşanlı leblebisiyle ünlü bir ilçe kaplıcaları da süper Şule öğretmenime sordum hemen hemen her ilçede kaplıca var .bunun sebebi nedir?. Öğretmenimiz Kütahya’nın deprem bölgesinde yer aldığını bu yüzden yeryüzüne yakın sıcak su kaynaklarının çok olduğunu belirtti.ve küçük ilçeleri olduğunu söyledi bunlar:Aslanapa,Altıntaş,Pazarlar,Hisarcık’dır dedi.

Ve Şule öğretmenimiz bizi evinde misafir edeceğini söyledi.Arkadaşlarımla vedalaşmak zor oldu ..fakat anlaştık,telefon numaralarımızı aldık ve sürekli haberleşeceğimize söz verdik.Şule öğretmenimin küçük kızı Ezgiyle vakit geçirdikden sonra sabah erkenden yola düşeceğimiz için yatmalıydık…İYİ geceler dünya…..yarın yeni güzelliklere uyanmak umuduyla…

33
Eskişehir

        ÖYKÜ KÜLTÜR VE SANAT ŞEHRİ ESKİŞEHİR’DE
Bugün sabah erkenden uyandım. Yeni bir şehir tanıma heyecanı ile içim içime sığmıyordu. Penceremi açtım. Çok güzel bir yaz günüydü. Hemen koşar adımlarla annemi ve babamı uyandırdım. Daha sonra kahvaltımızı yapıp yola koyulduk.
İç Anadolu’nun en gözde, ismi eski ama kendisi her geçen gün yenilenen kültür ve sanat şehri Eskişehir’e doğru yol alıyorduk. Kaan öğretmen ve öğrencileri ile buluşup, Eskişehir’i gezmek için can atıyordum. Ben yapacaklarımızı hayal ederken Eskişehir’e giriş yapmıştık. Şehrin ilk girişinde benim gibi her öğrencinin okumak isteyeceği Anadolu Üniversitesi tüm ihtişamıyla adeta hoş geldin der gibi bizi karşılıyordu.
Köprübaşı denilen yer ilk buluşma yerimizdi. Tramvayların turuncu beyaz renkleri şehre renk katıyordu. Kaan öğretmen ve öğrencileri ile buluşmuştuk. Kaan öğretmenin masmavi gözleri Mustafa Kemal Atatürk’ü hatırlatıyordu. Kendimi o anda tamamen güvende hissettirdi bana. Öğrencileri ile tanışıp, hemen gezmeye başladık. İlk önce Porsuk Çayı’nda gondolla gezecektik. Şehrin içinde gondolla gezmek İtalya’nın Venedik şehrin de gezmek gibiydi.
Odunpazarı ilçesinde gezmeye başladık. Buraya geldiğimizde Kaan öğretmen bize şöyle bir hikaye anlattı: “Burası Odunpazarı’nın merkezi. Karaca Mustafa Paşa Odunpazarı’nın merkezinin neresi olması gerektiğini araştırırken ilginç bir yöntem denemiş. Üç tane ciğeri üç farklı yere asmış. Bu üç yerden birisi de Kurşunlu Külliyesi imiş. Sonra da beklemeye başlamış. Üç ciğerden bozulmayan en dayanıklı olanı Kurşunlu Külliyesinin bulunduğu yerdeki olunca oranın Odunpazarı’nın merkezi olmasına karar vermiş” Bu hikâye çok ilgimizi çekmişti. Burası Pembe, sarı, turuncu, mavi taptaze bahar çiçeklerinin misali Odunpazarı tarihi evleri size hem eşsiz bir tarihi hem de enfes bir huzuru sunuyordu. Ardından Kurşunlu Camii ve Külliyesi’ni gezdik içi de dışı da mükemmel bir işçiliğe sahipti. Bahçesindeki güller renk renkti. Hemen arka tarafında Lületaşı Müzesini girip gezdik. Lüle taşından yapılmış öyle güzel şeyler vardı ki takılar, pipolar ve özellikle satranç takımları çok güzeldi. Odunpazarı evlerinin arasından süzülüp aşağı doğru indik. Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi’ni gezmeye başladık. Burada tam 160 balmumu heykeli varmış. Benim için en önemlisi Atatürk’ün heykeliydi ve çok gerçekçiydi. Aynı bölgede bulunan Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ne girdik. Camdan yapılmış akla gelebilecek çeşitli şeyler vardı hatta bir kıyma makinesi bile vardı. Atlıhan El Sanatları Çarşısı’nda dolaştık. Burada ki el emekleri Eskişehir’in kültür ve sanat şehri oluşunun en güzel göstergesiydi. Kaan öğretmenin öğrencilerinden Yusuf’un bana camdan yapılmış bir kolyeyi hediye etmesi beni çok duygulandırdı. Kısa bir süredir onlarla arkadaş olmama rağmen hepsi çok candan insanlardı sanki yıllardır Kaan Öğretmen ve öğrencileri ile beraberdim. Eskişehir’in yöresel tatlarını satan küçük şirin dükkanlara girip meşhur met helvasından aldık. Oradan Eti Arkeoloji Müzesi’ne gidip orayı gezdik. Şelale Park denilen tüm Eskişehir’i ayakları altına alan muhteşem bir parka gittik. Park ismini içinde bulunan 1400 metrekarelik yapay şelaleden alıyormuş. Urdaki güzellikler şelale ile sınırlı kalmıyordu. Yel Değirmeni, Don Kişot ve Sanço Panço Heykelleri, çocukların oyun oynaması için alanlar, mini amfi tiyatro, seyir terası, kafe ve restoran yani kısaca geldiğinizde sıkılmayacağınız güzel bir parktı. Şehri ayaklar altına alan bu parkın kafesinde hem şehri izledik hem de bir şeyler içtik. Oradan yine Odunpazarı’nda yer alan Eskişehir’in popüler parklarından biri olan Kent Park’a gittik. Porsuk Çayı’nın kenarında yer alan Kent Park’ın en önemli özelliği Türkiye’nin ilk Yapay Plajı’na sahip olması. Parkın içinde çocuklar için oynama alanlarının yanı sıra çeşitli heykeller de dikkatimi çekti. Bu şehirde sanatsal çalışmanın her türlüsüne rastlamak mümkünmüş.
Tepebaşı İlçesi’ne doğru marşlar söyleyerek yol aldık. Tülomsaş fabrikasının bahçesinde sergilenen Türkiye’nin ilk ve tek yerli otomobili olan Devrim otomobilini gördük. Tren garına doğru yol aldık. TCDD müzesini gezdik. Sazova Parkı’nda bulunan Masal Şatosu sayesinde kendimizi bir masalın içinde hissettik sanki. Orası her çocuğun gitmek isteyeceği bir yerdi. Bilim Deney Merkezi’ne girip hepimiz birer bilim insanı oluverdik. Sabancı Uzay Evi’nin dış görünüşü dünyamızın şeklindeydi. İçinde olmak da çok heyecan vericiydi. Uzay ile ilgili bir gösteri izleyip, Eti Sualtı Dünyası’na girdik. Sanki koca bir denizi küçük bir akvaryuma sığdırmışlardı. Etrafımızda çeşit çeşit balıklar vardı. Oradan Hayvanat Bahçesi’ne girdik. Çok büyük olmasa da sevimliydi. Hayvanat Bahçesi’nin hemen yanından bambaşka bir dünyaya geçtik sanki öylesine huzurlu bir yerdi ki burada saatlerce kalabilirdim. Burası Japon Bahçesi’ydi. İçerisinde oldukça
farklı peyzaj düzenlemeleri ile güzel bir göz ziyafeti çektik. Burada gezilecek o kadar çok yer vardı ki zaman dursun, gezmediğim görmediğim yer kalmasın istiyordum. Vakit kaybetmeden Türk Dünyası Bilim, Kültür Sanat Merkezine geldik. Burada dünyaca ün yapmış bazı önemli isimlerin odaları ve o odaların içerisinde o şahıslara ait materyaller vardı. Oradan hemen Esminyatürk’e geçtik. Dünyaca ünlü eserlerin mini halleri ile karşı karşıyaydık. Hepsi harikaydı. Öletin etrafında dolaştık. Parkın içindeki gezi trenine binmeyi de ihmal etmedik. Kaan öğretmenin öğrencilerinin ısrarı üzerine yakında bulunan yeni yapılmış olan Eskişehir Atatürk Stadyumunu da bir çırpıda gezdik. İyice acıkmıştık. Sıra Eskişehir’in yöresel yemeklerini yemeye gelmişti.
İki Eylül caddesinden geçerek buranın meşhur Çiböreğini yemeye gelmiştik. Eskişehir’in halkını daha çok tatarlar oluşturuyordu. Çibörek’te tatarlara ait Eskişehir’in en meşhur lezzeti olarak geçiyordu. Kaan öğretmen bize çiböreğin adının Kıpçak lehçesinde lezzetli anlamına gelen “çi” sözcüğünden geldiğini söyledi. Bu şehre ait diğer lezzetleri tatmayı gezinin sonundaki akşam yemeğine bıraktık.
“Yaratılanı severim, yaratandan ötürü. ” sözünün sahibi değerli şairlerimizden olan Yunus Emre adına yapılmış Yunus Emre Müzesi’ne geldiğimizde içim tarifi olmayan bir duygu kaplamıştı. Burada Yunan işgalinden zarar gören Yunus Emre’nin mezarından kalan bazı parçalar da sergileniyor. Şaire ait bazı dörtlüklerin olduğu levhalarda bulunuyor.
Diğer önemli bir şahsiyet olan fıkraları ile hem insanları güldüren hem de insanlara nasihatler veren Nasreddin Hoca’nın doğduğu Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyüne gidip, Nasreddin Hoca’nın evini gezdik. Her yıl 3-10 Haziran tarihlerinde Nasreddin Hoca şenlikleri yapıyorlarmış. Belli mi olur? Belki bir şenlik zamanı bende gelebilirdim…
Oldukça yorulmuştuk. Aslında bu tatlı bir yorgunluktu. Çok da acıkmıştık. Akşam olmuştu ve hepimiz çok acıkmıştık. Hep beraber güzel bir akşam yemeği yemek üzere güzel sevimli bir mekâna gelmiştik. Muhteşem yöresel lezzetler bizi bekliyordu. Göçeli Tarhana çorbası, Balaban köftesi, Haşhaşlı gözlemeler, çibörekler, Yufkalı büryan, ev baklavası ve tatbiki met helvası hepsi de birbirinden lezzetliydi. Eskişehir’in içme suyu bile meşhur. Kalabak Suyu gerçekten çok lezzetli bir su. İnsanın içtikçe içesi geliyor.
Karşımızda kocaman bir projeksiyon perdesi vardı Kaan öğretmenimle göz göze gelince masmavi gözlerinde bugün bahsettiği sürprizin ışıltılarını görüyordum. Ben de heyecanlandım birden ve Kaan öğretmenim projeksiyonu çalıştırdı ve gidemediğim her yer şimdi detaylı bir şekilde karşımdaydı. Güzel bir ilin eşsiz güzelliklerini yaşayarak mükemmel bir günün sonuna daha gelmiştik. Kaan öğretmenim ve öğrencilerine sarılarak zor da olsa vedalaşmıştık. Bana böyle güzel bir gün yaşattıkları için ömrüm boyunca onlara minnettar olacaktım. Eskişehir ‘i asla unutmayacaktım. Güzel anıları hafızama kaydedip, Bilecik’e doğru yeni bilgiler öğrenmek için yola çıkmıştık…

35
Bilecik

                         Öykü Bilecik’te

Bilecik’e doğru yol alırken her zamanki gibi çok heyecanlıydım. Toprağının seramik, taşının mermer, yaprağının ipek, kuruluş ve kurtuluş şehri olan Bilecik’i görmek için sabırsızlanıyordum. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu, çınar ağacının köklendiği ile gidiyorduk.

Kadriye öğretmen bizi öğrencileri ile okulun bahçesinde bekliyorlardı. Az yolumuz kalmıştı. Onlar da en az bizim kadar heyecanlı oldukları belliydi ki telefonla arayıp nerelerde olduğumuzu sordular. Bilecik’e girdiğimizde sol tarafta bulunan “Osmanlı Arması Anıtı” dikkatimi çekti. Altındaki Şeyh Edebali’nin; “İnsanı Yaşat Ki Devlet Yaşasın” sözü beni çok etkilemişti. Hemen babama bu cümlede ne demek istemiş olabilir diye sorduğumda;”İnsana değer veren rahat ettiren devletler geleceklerini düşünerek daha fazla ayakta kalabilirler. Böyle olduğu içindir ki Osmanlı Devleti 600 yıl ayakta durabildi.” dedi. Buluşma noktamıza ulaştığımızda koşar adımlarla bir grup bize doğru geliyordu. Kadriye öğretmen ve okul müdürü Mustafa Candan bizi öğrencileri ile tanıştırdılar. Herkesin gözünden ışık saçıyordu. Hepimiz çok mutluyduk. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibiydik.

Bilecik Belediye Başkanı Selim Yağcı amcamız bize tahsis ettiği otobüs ile birlikte okul bahçesine gelerek bizi Bozüyük ilçesine uğurladı. Bozüyük’te ilk olarak Seyir Terası’nda kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı aynı masada yaptığımız; Mehmet Kayra, Defne, Deniz Can, Sevgi, Zeynep, Aziz Kaan, Hanne Erva arkadaşlarımın da dediği gibi manzara çok güzeldi. Kahvaltıdan sonra İntikam Tepesi ve İnönü Şehitliği’ni ziyaret ettik. Sonrasında Metristepe Şehitliği’ne doğru giderken Kadriye öğretmen; Metristepe’nin  bu civara hakim bir tepe olduğu, her yerin bu tepeden göründüğünü söyledi. Vardığımızda da gerçekten adı gibi dağın tepesiydi, buradan her yer görünüyordu. Buradaki aziz şehitlerimizi yaad ettik. Sonrasında Söğüt ilçesine doğru yola çıktık. Söğüt’e geldiğimizde Kuyulu Mescit’ten başlayarak Hamidiye Külliyesi, Etnografya Müzesi’ne uğradık. Daha sonra Ertuğrulgazi Türbesi’ni ziyaret ettik. Ertuğrulgazi Türbesi’nde saygı nöbeti tutan Alplerle fotoğraf çekinirken; Ecrin, Eylül Afra, Gülsu, Hediye, Melis Işıl, Rahime Kübra, Furkan, Mehmet Ömer, Utku, Yiğit Şener, Zafer, Yiğit Topal’ın kayı kıyafetlerini giyerek kılıç kalkanları ile gösteri yapıp ardından temsili saygı nöbet değişimini yaptılar. Sanki yıllar öncesinde Osmanlı Devleti’nde yaşıyormuş gibiydik. Söğüt’ten ayrılırken sağ tarafta şahlanmış bir tepenin üzerinde ne olduğunu merak ettim. Kadriye öğretmene sorduğumda Dursun Fakıh Türbesi olduğunu söyledi. Oraya gittiğimizde etrafa bakmak heyecan vericiydi. Ayrıca gece olunca Şeyh Edebali Türbesi, Dursun Fakıh Türbesi ve Ertuğrulgazi Türbesi birbirinin ışıklarını gördüğünü öğrendik..

Sıradaki durağımız Bilecik’in etrafına göre sıcak olan ilçesi Osmaneli oldu.  Ayva Lokumu, Karpuz Festivali, İçmeleri ve Tarihi Evleri ile meşhurmuş. Yöresel tatlarını tadıp tarihi evlerini fotoğraf makinelerimizle ölümsüzleştirdikten sonra Pazaryeri ilçesine doğru yola çıktık.

“Zamanın Unutulduğu Yer Pazarcık” tabelasını gördüğümüzde Kadriye öğretmen Pazaryeri ilçesine geldiğimizi söyledi. Daha sonra bu ilçenin; Göletler Diyarı, şerbetçiotu, boza, helva, çilek ve boncuk fasulyesiyle ünlü olduğunu söyledi. Buraya gelip de boza içmeden ve helva yemeden dönülmezmiş. Elektrik direkleri gibi yüksek direkleri gördüğümde buradaki sırık fasulyeler ne kadar da yükseğe çıkıyorlar diye düşündüm. Meğer onlar fasulye direği değil şerbetçiotunun direkleriymiş. Şerbetçiotu Türkiye’de sadece Pazaryeri ilçesinde istenilen verimde  üretilirmiş, Başka yerlerde üretilse de aynı verim yakalanamıyormuş. Çömlekçiliği ile ünlü Kınık köyündeki teyzelerimiz; pişirdikleri nohutlu mantıyla birlikte çömlekte yoğurt ikram ederek Türklerin misafirperverlik geleneğini hala sürdürdüklerini bize gösterdiler. Karpostallık manzaralarıyla ünlü Bozcaarmut Göleti’ne uğradımızda güneşin batışının gölete yansıması eşsiz bir güzellik veriyordu. Kendimi Karadenizin eşsiz yeşillikleri arasındaki huzur dolu yerlerde hissettim. Yine şahane bir manzarası olan Küçük Elmalı Tabiat Parkı’nı ziyaret ederek buradaki gezimizi sona erdirdiğimizi sandığım anda bir ses duyuldu. Irmak , Betül, Mustafa Yavuz, Yara Falah, Zümra, Eslem, Ahmet Turan, Efşannur, Ezatullah’ın hazırladığı mehter takımını can alıcı gözlerle izledik. Dirilişin, kuruluşun ve kurtuluşun beşiği Bilecik il merkezine dönüş yolculuğumuz başladı.

Bilecik’ e geldiğimizde Yaşayan Şehir Müzesi beni adeta sergilenen eserlerin yapıldığı yıllara götürdü. Eserleri sanki dönemin figürü mankenler değil de ben kullanıyormuşum hissi yarattı. Daha sonra Şeyh Edebali Türbesi’ne geldik. Şeyh Edebali Türbesi’nin konumu, sinevizyon gösterisi ve personellerin ilgisiyle Bilecik’i görmeye gelenlerin kesinlikle uğramaları gereken bir yer olduğunu notlarım arasına aldırdı. Oradaki görevli personel bizi; “Osmanlı Padişahları Tarih Şeridini” gezdirdi. Gezerken de her bir padişah hakkında kısa kısa bilgi verdi. Ardından Şeyh Edebali hakkında ayrıntılı bilgiler verdi.“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize ;uysallık sana..”öğüdüyle Osmanlı Devleti’nin fikir babası, manevi kurucusu, Ahi Şeyhi; Şeyh Edebali bizleri uğurladı. Böylece Bilecik gezimizi sonlandırmış olduk.

Arkadaşlar ile vedalaştıktan sonra Kadriye öğretmenin evine gittik. Manevi yönü ağır bir il olan sevecen, şirin Bilecik’i çok sevmiştim. Her zamanki gibi buruk ayrılacaktım. Sabah Bursa’ya gitmek üzere uykuya dalarken Şeyh Edebali’nin Osmangazi’ye nasihatini düşünmekten kendimi alıkoyamadım:” Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma !…”

37
Bursa

                      ÖYKÜ ULU ŞEHİR BURSA’DA

Sonunda Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış, ulu çınarları, çinileri ve yeşilin bin bir tonuna sahip, Ulu Şehir Bursa’yı gezmek ve keşfetmek için yola koyulmuştuk. Zuhal Öğretmen ve öğrencileri bizi,  Bilecik’ten sonra Bursa’nın ilk giriş kapısı olan, mobilyası, kaplıca ve köftesiyle ünlü, modern ilçesi İnegöl’de karşıladılar. Öğrencilerin sıcak tavırlarıyla hemen onlarla kaynaşmıştım. Zuhal Öğretmen, gezimize ilk olarak, Türkiye’de ilçede açılan ilk kent müzesi olma özelliğine sahip, İnegöl Kent Müzesi’ nden başlayacağımızı ve ardından İshakpaşa Külliyesi, Beylik Hanı, Kapalı Çarşı gibi tarihi yerleri gezdikten sonra bizi sürpriz bir yere götüreceğini söyledi. Sürprizi duyduğumda içimi bir heyecan sarmıştı. Acaba nereye gidecektik? Otobüsten inerken Zuhal Öğretmenimiz sürprizi açıklamaya başladı. Oylat Kaplıcaları’na gelmiştik ve sürpriz de kaplıcanın şifalı sularına girip, o eşsiz huzur duygusunu tatmaktı. Kaplıcaya girme heyecanıyla tüm yorgunluğum uçup gitmişti. Kaplıcalarıyla, mağarasıyla ve doyulmaz doğasına eşlik eden şelalesiyle şehrin en dinlendirici noktalarından biriydi Oylat. Bu arada karnımız da iyice acıkmıştı. İnegöl’e gelmişken de İnegöl köftesi yemeden olmazdı.

Artık Bursa’yı gezme zamanı gelmişti. Bursa gezimize ilk tarihi Cumalıkızık Köyü ile başladık. Zuhal Öğretmen bu tarihi köyde birçok dizi ve filmin çekildiğini anlattı. Buraları gezerken Bursa’nın meşhur Kılıç Kalkan Oyunu’nu da izleme fırsatımız oldu. Kılıç Kalkan Oyunu’nun Türk’ün savaşçı halini canlandıran, müziksiz oynanan bir oyun olduğunu öğrendim.

 

Zuhal Öğretmen gezimize, müze gezileriyle devam edeceğimizi ve ilk olarak TOFAŞ Araba Müzesi’ne, oradan da Bursa Kent Müzesi’ne gideceğimizi söyledi. Bu müzelerde Bursa ile ilgili birçok şey öğrendim.

 

Şimdi sıra türbe ziyaretlerindeydi. İlk olarak Emir Sultan Türbesi’ni gezdik. Burası Türkiye’de en çok ziyaret edilen ikinci türbeymiş. “Emir Sultan’a peygamberimizin soyundan geldiği için Emir, insanların gönlünü kazandığı için de Sultan denmiştir.” diye anlattı Zuhal Öğretmen. Sırada Yeşil Türbe vardı. Bu türbe tamamı çiniden yapılı olan tek türbeymiş.

 

Gezimize devam ederken bir köprü çok dikkatimi çekti. Zuhal öğretmen bu köprünün Irgandı Köprüsü olduğunu ve bu köprünün Türkiye’de tek, dünyada ise dört tane olan çarşılı köprüden biri olduğunu ve üzerinde otuz iki dükkanın olduğunu söyledi.  Buradan Tophane Parkı’na geldik. Zühal Öğretmen bize: “Tophane, Bursa’yı kuşbakışı göreceğiniz bir alandır.” dedi. Buradan kenti daha iyi izleyebilme şansımız oldu. Parkın hemen girişinde bizi iki türbe karşıladı. Bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey ve oğlu Orhan Gazi’nin türbeleriydi. Her yanı ile tarih kokan Bursa’da olmaktan ne kadar mutluydum anlatamam. Bu parkın içinde tarihi Bursa Saat Kulesi ve yine yıllar önceden kalan dev toplar vardı. Buranın manzarası da harikaydı. Gezerken oldukça acıkmıştık. Tabi ki Bursa’da İskender Kebabı yenirdi. Kelimelerle anlatamayacağım bir lezzetti. Kemalpaşa tatlısı ve kestane şekeri gibi yöresel tatlıları da harikaydı. Dinlenmek iyi gelmişti fakat daha gezilecek çok yerimiz vardı.

Konuşa konuşa giderken bir de baktık ki Bursa’nın simgelerinden olan Ulu Cami’nin önüne gelmişiz. Zuhal öğretmen bize Ulu Cami’nin hikâyesini anlatmaya başladı; “Yıldırım Beyazıt çıktığı seferden zafer ile dönerse yirmi camii yaptırmaya söz verir. Seferden zaferle dönülmüştür. Sıra gelir yirmi camiyi yaptırmaya. Yıldırım Beyazıt’ın damadı olan Emir Sultan Hazretleri yirmi cami yerine yirmi kubbeli bir cami yaptırmasını tavsiye eder ve inşaat başlar. Hacivat ile Karagöz’ün Ulu Cami inşaatında çalıştığı söylenir.” Camiinin üç kapısı vardı. Biz kuzey kapısından çıktık ve kendimizi bir anda Kapalı Çarşı’da bulduk. Bu çarşıda neredeyse aradığın her şeyi bulmak mümkündü. Çarşının sonunda Koza Han vardı. Hacivat ile Karagöz’den bahsetmişken, en sevdiğim gölge oyunu kahramanlarının müzesine gitmemek olmazdı. Bursa ile özdeşleşmiş olan Hacivat ve Karagöz daha önce de dediğim gibi, bir söylentiye göre Ulu Cami’nin yapılışı esnasında çalışan iki işçiymiş ve bu inşaatta çalışanları eğlendirmeleri ve güldürmeleriyle tanınmışlar. Müzede de çok eğlenceli dakikalar yaşadık.

Şimdi de sıra Türkiye’nin en uzun teleferik hattıyla kış turizm merkezi olan Uludağ’a çıkmaya gelmişti. Yaz olduğu için kar yoktu. Ama havası ve doğası bir harikaydı. Gölyazı, Trilye, Mudanya gibi daha gezilecek birçok yeri olan ve geze geze doyamadığımız Ulu Şehir Bursa’ya artık veda vakti gelmişti. Dipsizgöl İlkokulu Müdür Yardımcısı Zuhal HAMAN öğretmenimize ve Dipsizgöl  İlkokulu öğrencilerine teşekkür ederek Bursa ile vedalaştık.

39
Balıkesir

                        ÖYKÜ BALIKESİR’DE

O gün kendimi çok iyi hissediyordum. Çünkü Türkiye’nin en güzel şehirlerinden birine gidiyorduk. Bizi orada Cemre Öğretmen ve çocukları karşılayacaktı. Cemre Öğretmenin söylediğine göre Balıkesir hem Marmara Denizi’ne hem de Ege Denizi’ne kıyısı olan, tertemiz havası, dünyanın hiçbir yerinde yetişmeyen bitkileri, kaplıcaları, plajları, milli parkları ve her köşesinden görülebilen harika manzarasıyla eşsiz bir şehirdi. Çok merak ediyordum. Ben bu düşüncelere dalmışken arabanın penceresinden gelen kekik kokusuyla irkildim ve o an Balıkesir’e geldiğimizi anladım. Otogarda bizi Cemre Öğretmen ve birbirinden şirin öğrencileri karşıladı. Balıkesir’in il merkezini gezerken kocaman bir saat kulesi dikkatimi çekti. Yeni tanıştığım arkadaşlarımdan Yusuf bu durumu fark etmiş olacak ki hemen bana saat kulesi ile ilgili bilgi verdi. Kule 1827 yılında 5 katlı olarak inşa edilmiş. Yapısı bakımından Galata Kulesi’ne benzetiliyormuş. Gezimize devam ederken Cemre Öğretmen karşımızda duran kocaman bir camii gösterdi. İsmi Zağnos Paşa Camii imiş. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış olan cami bin kişilik kapasitesiyle Balıkesir’in en büyük camisiymiş. Ayrıca Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY Kurtuluş Savaşı yıllarında bu camide hutbe vermiş. Atatürk’ün de ilk hutbesinin bu camide okunduğunu duyunca çok şaşırdım.

Balıkesir’in merkezinden çabuk ayrıldık. Çünkü ilçelerinde görülmesi gereken harika güzellikler bizi bekliyordu. Susurluk üzerinden Balıkesir’in Marmara Denizi kıyılarına doğru yola çıktık. “Susurluk’tan geçip susurluk ayranı içmemek olmaz.” Dedi Ecrin. Tadı gerçekten çok güzeldi. Serinledikten sonra adını hep duyduğum ama bir türlü göremediğim Manyas Kuş Cenneti’ne geldik. Cemre Öğretmen, “Öykücüğüm, burası Türkiye’nin en küçük milli parkı olmasına rağmen bünyesinde 266 kuş türü, 118 bitki türü, 23 balık türü ve çeşitli sürüngen türleri bulunur.” Dediğinde buranın mükemmel bir yaşam alanı olduğunu anladım. Sıradaki durağımız Bandırma Arkeoloji Müzesi’ydi. Müze, Kyzikos Antik Kenti ve Daskyleion ören yerinden çıkarılan kalıntılar sonucunda kurulmuş. Çeşitli dönemlere ait eserlerin sergilendiği müzede bir laboratuvar, kütüphane, konferans salonu ve iki adet teşhir salonu bulunuyor. Sırada bir diğer müze olan Kuva-yı Milliye Müzesi vardı. Kuva-yı Milliye adını Sosyal Bilgiler dersinden biliyordum. Kurtuluş Savaşı sırasında halkın kurduğu birliklerdi ve işgalci devletlerle kahramanca mücadele etmişlerdi. Bu müze de Balıkesir Kuva-yı Milliye heyetinin toplantılarını yaptıkları yermiş. Müzeyi gezerken özellikle Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın balmumu heykelleri çok ilgimi çekti. “Kuva-yı Milliye demişken Çanakkale’de büyük kahramanlık gösteren Koca Seyit’in köyünü görmeden gitme Öykücüğüm.” Dedi Yağız Kaan. Hemen Havran’a doğru yola koyulduk. Koca Seyit Anıtı’nı gezdikten sonra Muhammed amcayla tanıştık. Muhammed amca Seyit Onbaşı’nın torunuymuş. Savaşın üzerinden yıllar geçtikten sonra Atatürk’ün Seyit Onbaşı’yı ziyarete gelişini, ne isterse vereceğini söylediği halde dedesinin “Hiçbir şey istemem, ben görevimi yaptım.” Diye cevap verdiğini anlatırken gözleri doldu.

Havran’dan ayrıldıktan sonra Edremit Körfezi’ne doğru yol aldık. Yolun iki tarafı da zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Nefes alınca ciğerlerimin tertemiz havayla dolduğunu hissedebiliyordum. Edremit’in bir yanında Kaz Dağları bir yanında ise Ege Denizi bulunuyordu. Enes’in söylediğine göre Kaz Dağları Alplerden sonra dünyanın en çok oksijen üreten dağıymış. Burada dünyanın hiçbir yerinde yetişmeyen 21 bitki türü yetişiyormuş. Ayrıca Mitolojik efsanelerde de adı sık geçiyormuş. Efsaneye göre dünyanın ilk güzellik yarışması burada yapılmış. Diğer efsane de Sarıkız Efsanesi. Güzeller güzeli Emine’nin köy halkı tarafından iftiralara uğradığı ve babası tarafından Kaz Dağları’nın en yüksek yerine, şimdi Sarıkız tepesi olarak anılan tepeye ölmek üzere gönderildiği hikaye. Neyse ki babası olup biteni sonunda anlamış ve kızının yanına gitmeye karar vermiş. Babasıyla acı başlayan öyküleri mutlu bitmiş. Sarıkız tepesine çıkarken o kadar yorulduk ki acıktığımızı fark ettik. Bizi tepede ellerinde piknik sepetleriyle Cemre Öğretmenin velileri karşıladı. Bizim için Balıkesir’in çeşit çeşit yemeklerini hazırlamışlardı. Keşkek, düğün çorbası, saçaklı mantı, börülce ekşilemesi, tirit, Bigadiç güveci, sura ismini öğrenebildiklerimden bazılarıydı. Hepsinin tadına baktım, çok lezzetliydi. Tatlı olarak da höşmerim, zerde ve Balıkesir kaymaklısı vardı. Tatlarına bayıldım. Tıka basa doymuştuk. Velilere teşekkür edip gezimize devam ettik. Alibey Kudar adında bir amcayla tanıştık. Kendisi ilkokul öğretmeniymiş. Kendi imkanlarıyla bir müze açmış. Tahtakuşlar Etnografya Müzesi adını verdiği müze Türkiye’nin ilk özel etnografya müzesiymiş. Bu müzede Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türk boylarının kullandıkları eşyalar sergileniyor. Ayrıca bu müze UNESCO’dan da ödül almış. Buradan Edremit’teki son durağımız olan Antandros Antik Kenti’ne yolun sol tarafındaki plajları ve masmavi denizi izleye izleye yol aldık. Kazı alanlarını gezdikten sonra Antandros’la ilgili kısaca bilgi aldık. Antandros’un tarihi M.Ö. 5.yüzyıla dayanıyormuş. Yüzyıllar boyu birçok medeniyeti barındırmış kentte binlerce kalıntı bulunuyor.  Gördüklerime hayran kaldım.

Edremit’ten sonraki durağımız turizm cenneti Ayvalık’tı. Plajları, şirin evleri, kilise ve camileriyle gezilecek çok yeri vardı. Hızlıca Agia Paraskesi Manastırı, Ayvalık Hamidiye ve Saatli Camiler, Sevim-Necdet Kent Kitaplığı ve Aşıklar Tepesi’ni gezdik. Cunda Adası’na vapurla gidip geldikten sonra artık Ayvalık’taki son durağımız olan Şeytan Sofrası’na geldik. Cemre Öğretmene buraya neden Şeytan Sofrası dendiğini sordum. “Rivayete göre şeytan cennetten kovulduktan sonra kendisine yeni bir yer aramaya başlamış. Burayı gördüğünde buranın yeryüzünün cenneti olduğunu düşünmüş ve burada ayak izini bırakmış. Bu tepe aynı zamanda sönmüş bir volkan tepesi olduğu için sofraya benzer. Bu yüzden adı Şeytan Sofrası.” Dedi Cemre Öğretmen. Burada içi dopdolu Ayvalık tostlarımızı yedikten sonra son durağımız olan Yedi Şehitler Anıtı’na gittik. Anıtın üzerinde aynen şöyle yazıyordu: “Yurttaş! Kurtuluş Savaşı başlangıcında Ali Çetinkaya’nın kumanda ettiği 172. Alay erlerinden 16-7-1919’da şehit düşen yedi er burada gömülüdür.”

Balıkesir’in bir doğa harikası olmasının yanı sıra her köşesinde gördüğüm milli ruh ve bilinç kalıntısı benim için burayı daha özel bir şehir haline getirdi. Hayatım boyunca unutamayacağım gezilerden biri oldu. Cemre Öğretmen ve çocukları beni tekrar Balıkesir’de görmek istediklerini söylediler. Ben de onlara her şey için teşekkür ettim. Çanakkale’ye doğru yola çıktığımızda yorgunluktan uyuyakalmışım. Rüyamda hala Ayvalık’ın nazar boncuklu sokaklarında dolaşıyordum. J

41
Çanakkale

              ÖYKÜ ŞEHİTLER DİYARI ÇANAKKALE’DE

Görmeyi sabırsızlıkla beklediğim şehir, şehitler diyarı Çanakkale’ye doğru yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Bize Çanakkale’yi gezdirecek Hamiyet öğretmenim ile Biga ilçesi Şehir Parkı’nda buluşacaktık. Babam, annem ve ben Biga Şehir Parkına geldiğimizde Sakarya İlkokulu 3/A sınıfı öğrencilerinin Çanakkale yöresel kıyafetleri içinde bizi Harmandalı ve Kusköy Zeybeği oynayarak karşılamaları bizim için tam bir sürpriz olmuştu.

Biga Belediyesi bize bu gezi için araç vermiş. Çanakkale’yi 3/A sınıfı öğrencileriyle birlikte gezeceğiz. İşte bu beni çok mutlu etti. Arkadaşlarımla hemen kaynaştım. Bana o kadar içten ve sıcak davrandılar ki evimde, kendi şehrimdeymiş gibi hissettim. Ben arkadaşlarımla otobüse bindim. Anne ve babam da kendi aracımızla Çanakkale’ye kadar gelecek, daha sonra bizim araca geçecek ve bizimle birlikte gezecekler. Aracımıza bindik ve Çanakkale’ye doğru yola çıktık. Çanakkale’nin Kazdağları’nda Yenice ve Bayramiç ilçeleri varmış, buralarda meyvecilik ve hayvancılık yapılıyormuş. Kazdağları görülmesi ve gezilmesi gereken bir yermiş.  Suları buz, havası bol oksijenliymiş.

 

Yolculuk çok eğlenceli geçiyordu. Bir ara otobüs şoförü müziğin sesini açtı. “Çemberimde gül oya”, “Evreşe yolları dar”, “Gemilerde talim var” türkülerini arkadaşlarımla hem söylüyor, hem de çok eğleniyorduk. Bu yolculuk boyunca birbirimizi daha yakından tanıdık.  Lapseki’ye yaklaşırken yolun her iki tarafında göz alabildiğince uzanan meyve bahçeleri olduğunu gördüm. Buralarda şeftali, kiraz, erik, elma hatta kivi yetişiyormuş. Hamiyet öğretmenimin dediğine göre her yıl burada “Kiraz Şenliği” yapılıyormuş. Sahil şeridinde ilerlerken Lapseki’nin tam karşısındaki Gelibolu çok güzel görünüyordu.

Çanakkale’ye geldiğimizde babam arabayı otoparka bıraktı ve annemle birlikte bizim arabamıza geçti. Hamiyet öğretmenim Ayvacık ilçesindeki Assos Antik Şehri’ne gideceğimizi söyledi. Assos şimdi ki adı Behramkale köyü, siyah taş evleri, dar sokakları ve sokaklarda ki köylü kadınlarının el işi tezgahları büyüleyiciydi. Hele Athena Tapınağı’ndan Midilli adası o kadar net görünüyordu ki Yunanistan’ın bize bu kadar yakın olduğuna şaşırmıştım. Babam bol bol fotoğraf çekti.

 

Çanakkale büyük bir tarih müzesi adeta. Truva Antik Şehri dokuz kez yıkılıp tekrar kurulmuş. Burada en çok ilgimi çeken bu savaşta kullanılan tahta at oldu. Savaş hilesi olarak içine askerleri gizleyip Truvalılara hediye edilen at. Akhalılar sur duvarlarını aşamayınca bir tahta atın içerisine askerlerini saklayarak Truva Şehri’ni ele geçirmişler.

Çanakkale’ye geldiğimizde karnımız çok acıkmıştı. Öğle yemeğinde Domatesli tarhana çorbası, asma yaprağında sardalye, zeytinyağlı börülce ve üzerine de kızarmış peynir helvası yedik. Boğazın sardalyesi meşhurmuş, harika lezzetlerdi. Annem asma yaprağında sardalyeyi çok beğendiğini söyledi. Babam ise kızarmış peynir helvasına bayılmış. Eee ne de olsa tatlıyı çok sever.

Çanakkale Boğaz Komutanlığı Deniz Müzesi ile boğaza mayın döşeyerek savaşın kaderini değiştiren Nusrat Mayın Gemisi’ni ve Çimenlik Kalesi’ni gezdik. Türk askerlerinin ve düşman askerlerinin savaşta kullandığı silahlar, giydikleri kıyafetler, su mataraları ve yemek kapları çok etkileyiciydi.

Gelibolu Tarihi Milli Parkı’na gitmek için boğazın karşısına geçmemiz gerekiyordu. Biz aracımıza binerken, babam otoparktan bizim arabamızı aldı ve Çanakkale iskelesine gittik. Feribotu görünce çok heyecanlandım. Yolculuk boyunca martılar bizi hiç yalnız bırakmadı. Hamiyet öğretmenim Çanakkale ilinin iki tane adasının olduğunu söyledi. İsimleri Gökçeada ve Bozcaada diye de ekledi. Ayrıca her ikisinin de doğal güzelliklerinin görülmeye değer olduğunu belirtti. Türkiye’nin köyünün olmadığı tek ilçe Bozcaada imiş, çok şaşırmıştım.

Çanakkale Boğazı’ndan geçerken bir şey dikkatimi çekti. Tepede bir asker görseli, yanında bir şiir. Bu görseli boğazdan geçen tüm gemilerin görmesi için bir üsteğmen yapmış. “ Bir Yolcuya” şiirini yazan Necmettin Halil Onan’a ne kadar teşekkür etsek az.

“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,

Bu toprak bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”

Çanakkale’de büyük babamın dedesi şehit düşmüş. Heyecanım Eceabat’a gelince bir kat daha arttı. Şehit olan büyük büyük dedemi bu topraklarda ziyaret etme imkanı bulacağım. Ne büyük gurur.

Hamiyet öğretmenim Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne gideceğimizi söyledi. Çanakkale Muharebeleriyle ilgili bilgileri üç boyutlu olarak izledik. On bir odada izlediğimiz Çanakkale Destanı çok etkileyiciydi. Namazgah Tabya’sı ve Seyit Onbaşı anıtına geldiğimizde Seyit Onbaşı’nın nasıl 276 kiloluk bombayı sırtlayıp, namluya sürerek düşman zırhlı gemisi Ocean’ı dümeninden vurup diğer savaş gemilerine çarpıp savaşın seyrini değiştirdiğini Hamiyet öğretmen anlattı bizler dikkatlice dinledik. Buradan Çanakkale Şehitler Abidesi’ne gittik. Boğazın girişinde hakim bir tepede bütün görkemiyle boğaza giren gemileri selamlıyordu sanki. Şehitlik, Müze ve Anıt bir arada çok etkileyiciydi.

 

Ezineli Yahya Çavuş şehitliğine geldiğimizde düşman çıkarmasına direnen Yahya Çavuş ve altmış üç askerinin bu mevziyi korumak için nasıl savunduğunu ama hepsinin de şehit düştüğünü öğrendim. Hamiyet öğretmenim şimdi gerçek bir şehitliğe gideceğimizi söyledi. Babam, annem ve ben çok heyecanlanmıştık.Çünkü bu topraklarda bizim ailemizden de bir şehit yatıyordu. Babam hiçbir anı kaçırmıyor her anıtı ve şehitliği fotoğraf makinesiyle ölümsüzleştiriyordu.

Hamiyet öğretmenim bizi hastane sargı yeri olarak kullanılan ve gerçek bir şehitlik olan Şahindere Şehitliği’ne götürdü. Savaş kurallarına göre hastanelerin bombalanması savaş suçu sayılıyormuş. Ama İngilizler’in Şahindere Hastanesi’ni bombaladıklarını ve burada ki herkesin şehit olduğunu söyledi. Ayrıca burada bulunan mezarların gerçek mezar olduğunu ve isimleri yazılı olan şehitlerimizin burada huzur içinde yattığını anlattığında bütün duygularım birbirine karışmıştı. Bir anda aklıma büyük babamın dedesi geldi. Babamla orada ki mezarların üzerinde ki isimleri dikkatlice okumaya başladık. Evet evet işte Hüseyin oğlu İbrahim Er – Konya 1887 – 1915 nasıl bir duygu içindeyim bunu anlatmama imkan yok. Babam, annem, ben hem gururlu hem de hüzünlü şehidimize, şehitlerimize Fatiha okuyup ayrıldık.

  1. Piyade Alayı şehitliğinde Atatürk’ün “ Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum.”  dediği yer olduğunu ve emri alan 57. Alayın erinden komutanına kadar tamamının burada şehit olmaları beni derinden etkiledi. Conkbayırı ve Anafartalar bu savaşta çok önemli yere sahipmiş. Anzaklarla Türk askerinin burada çok çetin savaşlar yaptığını, Mustafa Kemal’in “Süngü tak, yere yat.” Emrini burada verdiğini ve savaşın seyrini değiştirdiğini Hamiyet öğretmenim anlattı. Ayrıca bir şarapnel parçasının Mustafa Kemal’in göğsüne isabet ettiğini ve annesinin hediye ettiği saatin onu kurtardığını da öğrendim. Atatürk’ün karargah olarak kullandığı Bigalı Köyünde bulunan Atatürk Evi ve Müzesinde bulunan Mustafa Kemal’in savaş sırasında kullandığı eşyaları görmek çok güzeldi. Gezilecek daha o kadar çok şehitlik ve anıt varmış ki ama bizim zamanımız kalmamıştı.

Bu topraklardan ayrılık zamanı geldiğinde babamın “Yurdumun dört bir tarafından gelerek bu toprakları bize vatan yapan şehitler huzur içinde uyuyun.” dediğini duydum.  Hoşça kal Çanakkale, hoşça kal şehitler diyarı söz veriyorum yeniden bir daha geleceğim….

43
Tekirdağ

                    TEKİRDAĞ

Çanakkale’den yola çıktık. Çanakkale’nin Meşhur 19. tümeninin kurulduğu şehre ;Tekirdağ’ a doğru yol aldık.Tarlaları sarıya boyayan harika  gündöndü manzaraları eşliğinde  vardık.Bizi karşılayacak olan Yasine öğretmen ve  candan öğrencileri ile Tekirdağ sahilde buluştuk.

Heryer cıvıl cıvıl ve kalabalıktı.Tekirdağ kiraz festivalinin ortasında bulduk kendimizi..Farklı ülkelerden  gelen ziyaretçilerin özel gösterileri Tekirdağ yöresi halk dansları ,festival güzellik yarışmaları ve en güzel kiraz yarışmalarını izledik. Bol bol da lezzetli kirazlardan yedik.Festival birkaç gün daha  devam edecekmiş  konserler olacakmış. Karnım çok acıkmıştı.Acaba neleri meşhur derken arkadaşlar hep bir ağızdan “Tekirdağ köfte “diye bağırdılar.Ecrin de Hayrabolu tatlısı da yiyelim dedi neşeyle. Hep beraber köfte yemeye gittik.Üzerine de çok lezzetli meşhur Hayrabolu tatlısı da yedik,karnımız doymuştu.

Sahil şeridinden dönerken 260 a yakın  restore edilen tarihi ahşap evleri, meşhur kiraz heykelini, Mustafa Kemal’in harf inkilabından sonra ilk olarak Tekirdağ’ı ziyaretinin anısına kara tahta başında yeni Türk harflerini öğretirkenki anıt heykelinin fotoğraflarını çekmeden geçemedim.

Rakoczi müzesine gittik. Macar kurtuluş harekatı prensi French Rakoczi’nin kaldığı ev .Buradan arkeoloji ve etnografya müzesine geçtik.Ayrıca Eski Cami ,Orta cami ve büyük mimarımız Mimar Sinan’ın inşa ettiği Rüstem Paşa Camisi’ni ziyaret ettik.

Sahilde çay molası verdik  Tekirdağ’ın meşhur peynir helvasından yanında dondurma ile keyifle yedik.Çanakkale ile tatlı bir çekişme içindeymiş bu tatlı.

Sahilde kiraz festivali , konserler, fener alayları ile devam ederken arkadaşlarla parkta otururken elimden tuttular “haydi Tekirdağ karşılaması oyunu öğretelim sana “dediler.”Abim damat oluyor sıra da bana geliyor ”.Onlar söylediler ben de ayak uydurmaya çalışarak gülerek eşlik ettim. Ne kadar da eğlenmiştik.

Dikkatimi çeken    şeylerden  biri de her yerde Namık Kemal ismi olduğuydu.  Öğretmenimiz vatan şairimiz Namık Kemal ‘in Tekirdağ ‘da doğduğunu onun  anısına birçok yere isminin verildiğini söyledi ve bizi Namık Kemal Evi  Müzesine götürdü.Mustafa Kemal’in vatan şairi Namık Kemal için “benim duygularımın babasıdır”dediğini,ondan  çok etkilendiğini anlattı.

Tekrar araçlarımıza bindik.Yaklaşık bir saat uzaklıktaki Türkiye’nin 60 km ile en uzun sahil kenti olan Tekirdağ’ın Şarköy  ilçesine yol aldık.Şarköy’e vardığımızda  muhteşem doğası tarihi ve denizi ile  gezmeye doyamadık. Hoşköy’deki denizcilerin dostu  Hora Fenerini ,Uçmakdere köyündeki  bozulmayan doğayı ve yamaç paraşütü yapanları zevkle izledik.Yol boyunca Türkiye’nin en kaliteli üzümlerinin yetiştiği bağlarıyla, zeytinlikleriyle gezmeye doyamadık bu tatil kentini .

Üç Kemaller diyarı da denilen bu kenti     tatlı hatıralarıyla  geride bırakarak  Edirne’ye doğru yol aldık.

45
Edirne

                   SERHAD ŞEHRİ EDİRNE

Sabah, Tekirdağ’dan Edirne’ye doğru yola çıktık. Yaklaşık iki saat sürecek olan yolculuğumuz başlamıştı. Yolun iki yanında sararmış buğday tarlaları ve ayçiçeği  tarlaları görünüyordu. Konya Ovası gibi Trakya Bölgesi’nin bu kısmı da düzlüktü.

Dünyanın en uzun taş köprüsü  bulunan Uzunköprü ilçesinden geçerek Edirne’ye doğru yola devam ettik. Ergene Nehri üzerinde bulunan köprü adı gibi uzundu. Annem tarlalarda ki yeşil ekili alanları göstererek; “Öykü, bunlar pirinç tarlaları. “dedi.Yeşil pirinç tarlalarında leylekler  suyun içinde  dolaşıyorlardı.

. Havsa ilçesine doğru yola devam ettik.. Edirne’ye girerken   Selimiye Cami’nin dört minaresini gördük .Edirne’nin simgesi olan bu camiyi Mimar Sinan’ın yaptığını okumuştum. Annem; “Edirne, İstanbul’un  fethine kadar Osmanlı Devleti’ne 92 yıl başkentlik yapmış. Edirne’de birçok tarihi eser bulunuyor” dedi.

Selimiye Cami önünde Serap Öğretmen ve Edirneli arkadaşlarla buluştuk. Otelimiz, caminin yanındaydı. Otelimizin bahçesinde hem kahvaltı ettik  hem de biraz dinlendik. Edirne peyniri çok lezzetliydi.Kahvaltımızı ederken bir  yandan da gezi planı yapıldı. Çünkü Edirne demek tarih demekti, gezilecek öyle çok tarihi yer vardı ki…

İlk önce Selimiye’yi gezdik. Gökyüzüne doğru uzayan minareleri ile Selimiye Cami muhteşem görünüyordu. Padişah II.Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Dünya Kültür Mirası Listesine alınan Selimiye Cami’nin dünyada bir eşi yok.

Babam caminin çinilerini göstererek ; “ Çini ,mermer süslemeler, sütunlarda ki yazılar birer sanat eseri”, dedi.

Caminin bahçesinde bulunan müzeleri gezdik. Burada Mimar Sinan’ın balmumu heykelini gördük. Annem, Edirnekari işçiliği ile yapılan sandıkları çok beğendi. Bu müzelerde Edirne Sarayı’dan kalan eserler de vardı.

Üzerinde şehit kanı bulunan sancak beni  duygulandırdı.. Balkan Savaşları’nda çok şehit verilmiş.

Gazi İlkokulu, Edirne Müzesi’nin arkasındaydı, okulun yanından geçerek Muradiye Cami’ne gittik, cami eşsiz Edirne Çinileri ile süslenmişti. Arkadaşlarım; “Burası bizim mahallemiz, çoğumuz bu civarda oturuyoruz. Şu karşıda görünen  Kırkpınar Güreşleri’nin alanı,”dedi.

Babam güreşleri seyretmeyi çok seviyordu:“Kırkpınar Şenlikleri her yıl Temmuz ayının başında yapılıyor. Türkiye’nin her yerinden pehlivanlar buraya gelip Başpehlivanlık için güreşiyorlar”, dedi.

Serap Öğretmen; “Şenliklerin yapıldığı bu alan, Edirne Sarayı’nın bulunduğu alandır.Burada eski saray kalıntıları ve Balkan Şehitliği bulunuyor. Balkan Savaşları’nda Türkleri burada esir tutmuşlar. Biz Edirneliler için burası çok değerlidir.” diyerek Sarayiçi alanını tanıttı.

Pehlivan heykelleri ve Kırmızı dipli mum heykelleri vardı .Bu mumlar Kırkpınar Güreşleri için davetiye anlamındaymış.  Davul zurna takımı eşliğinde çarşıdaki dükkanlara bu mumlar dağıtılır herkes Kırpınar’ a davet edilirmiş.

Sarayiçi’nden, Yenimaret Semti’ne, II.Bayezid Cami ve külliyesine giderek buradaki Sağlık Müzesi’ni gezdik.Annem; “Bu müzik sesi nedir?”diye sordu.

Serap Öğretmen: “Burada akıl hastalığı dahil birçok hastalık, su sesi ve müzik ile tedavi ediliyormuş. Çiçek aşısının ilk bulunduğu yer burasıymış. Çiçek hastalığı böylece tedavi edilir olmuş. Burası Osmanlı zamanında Tıp Fakültesi sayılırmış.”dedi.

Burada her odada heykellerle canlandırılan tedavi yöntemlerini görünce çok şaşırdım.

En çok bu müzeyi beğendim.

Öğle yemeğini Meriç Nehri kıyısında yedik.. Yemekte Darhane çorbası, Edirne Tavaciğeri vardı. Gaziler Helvası da çok lezzetliydi.

Yemekten sonra Karağaç Semti’nde  Lozan Anıtı’nı gezdik. Tarihi tren istasyonunu gördük. Karaağaç Semtin’de Yunanistan’a geçiş sağlayan Pazarkule gümrük kapısını da gördük.Edirne ,Bulgaristan ve Yunanistan ile komşu sınır ilimizdir.

Gezimize,  Saraçlar Caddesi’nde bulunan Bedesten ve Alipaşa Kapalı Çarşıları’nı gezerek devam ettik. Kokulu meyve sabunları ve Bademezmesi aldık.

Arasta Çarşısı’nın yakınında akşam yemeği yedik. Ünlü Edirne Köftesi ve piyaz çok lezzetliydi. Tatlı olarak Zerde yedik. Yemekten sonra Serap Öğretmenle vedalaştık. Tarihi otelimize döndük. İnsan Edirne ‘de gezerken hiç kaybolmaz diye düşündüm. Çünkü Edirne’de nereye giderseniz gidin her yol Selimiye Cami’ne çıkıyor.

 

Ertesi sabah; Bir güne sığmayan güzelliklere, her sokağında bir tarihe  sahip. Edirne’den ayrılıp Kırklareli’ne doğru yola çıkarken arkama dönüp baktım ,Selimiye Cami ,tüm güzelliğiyle bizleri yolcu ediyordu.

47
Kırklareli

                     ÖYKÜ KIRKLARELİ’DE
Sabah erkenden uyandım. Kırklareli’ne gideceğim için sabırsızlanıyordum. Annem odama gelip ”Haydi kızım, kahvaltıya hazır.” dediğinde ben hazırlanmıştım. Kahvaltımızı yaptık. Serap öğretmenimle ve Edirne’yle vedalaşıp Kırklareli’ne doğru yola çıktık.
Güneş ayçiçeği tarlalarını aydınlatırken, Hasan öğretmen ve öğrencileri ile tanışmak için sabırsızlanıyordum. “Acaba nasıl insanlarla tanışacağım?” derken Kırklareli’nin girişine geldiğimizi fark ettim.Girişte bizi harika bir tabela karşıladı.
“ Burada yaşayanların kalbi Mustafa Kemal ATATÜRK diye atar.”
Bu harika tabelayı görünce, Kırklareli’yi daha tanımadan sevmeye başladım.
Hasan öğretmen ve öğrencileriyle sözleştiğimiz gibi otogarda buluştuk. Her biri güler yüzlü, 26 arkadaşım birden oldu. Hasan öğretmen de gülümseyerek bize “hoş geldiniz “ dedi.
Otogarda arabamızı bırakmak zorunda kaldık. Çünkü Kırklareli Belediye Başkanı, daha rahat bir gezi yapabilmemiz için, bize bir otobüs tahsis etmişti. Otobüse binerken otogarın karşısındaki heykel dikkatimi çekti. Çünkü bu heykel Karagöz Heykeli’ydi. Heykele baktığımı gören Hasan öğretmen, Karagöz’ün Kırklareli’de yetişmiş olan bir şahıs olduğunu ve adının (Kakava) hıdrellez ile bağdaştırılarak her yıl mayıs ayının 4. haftasında şenlik olarak kutlandığını söyledi. Ardından da bir sınır şehri olan Kırklareli’nin eski adının “Kırk Kilise” olduğunu söyledi ve devam etti. “Kırklareli’yi fetheden Türk akıncıları burada 40 şehit vermişler. Bu şehitlerin aziz hatırası için şehrin adını Kırklareli olarak değiştirmişler. Bu ildeki “Kırklar Şehitliği” ve “Kırklar Camii” de bu şehitlerin hatırası içindir.” dedi. Okuduğum bir kitapta, Evliya Çelebi’nin süslü ve incelikli zevkli bir şehir olarak tarif ettiği Kırklareli’nde bakalım neler görecektik?
Önce, yeni açılan Atatürk Evi’ne gittik. Burasının, Ata’mızın Selanik’teki evinin aynısı olduğunu ve Kırklareli halkı tarafından yapıldığını öğrendim. Ardından Kırklareli Müzesi’ne gittik. Burada tarihi, coğrafi, arkeolojik ve kültürel olarak sergilenen birçok tarihi eseri gördük. Aşağı Pınar ve Kanlı Geçitten çıkarılan heykelcikler ve kaplar dikkatimi çekti. Benim ilgimi Hasan öğretmen fark etmiş. “ İsterseniz gezimize, buranın devamı sayılabilecek höyüklerde devam edelim.” dedi.
Otobüsümüze binerek kısa bir yolculuk sonrası, Aşağı Pınar höyüğü ve 300 m batısında bulunan Kanlıgeçit Höyüğü’ne ulaştık. Bu höyüklerde yapılan araştırma ve kazılar sonucunda, bulunan kalıntılardan bölgenin Neolitik çağda yerleşim alanı olarak kullanıldığı bilgisine ulaşılmış bir bölge. Kırklareli’nin 8500 yıl önceki haline samanlık müzelerde tanıklık ettik. Aşağı Pınar köy kültürüne ait günlük yaşamın yanı sıra sepetçilik, çömlekçilik, dokumacılık, duvar tamirciliği, buğday üretimi gibi pek çok kesit ayrıntılı biçimde canlandırılmış.
Sıcak havada dolaşırken hem biraz yorulmuş hem de susamıştık. Hasan öğretmenim “Kırklareli’ye gelip de hardaliye içmeden olmaz.” diyerek bizi güzel bir mekâna götürdü. Hardaliye, ismini ilk defa duyduğum bir içecekti. Meğer 500 yıldır bu bölgede yaş üzüm kabuk ve çekirdeklerinin siyah hardalla karıştırılarak özenle yapıldığını öğrendim. Çok farklı bir lezzet ve çok sağlıklı bir içecekmiş. Annem, babam ve ben de çok beğendik.
Şehrin çok eski yerleşim alanı olduğu anladım. Biraz dinlendikten sonra, “ Tarih kokan Kırklareli’nden biraz da doğal güzellikleri görmek ister miyiz? ” dedi öğretmenimiz. Ve çok merak ettiğim Dupnisa Mağarası’nı görmek üzere yola çıktık. Arabada Trakya müzikleri eşliğinde yolculuk yapmak çok eğlenceliydi. Bu arada Aziziye (Dereköy) – Bulgaristan sınır kapısının da olduğunu öğrendim.
Dereköy’den Dupnisa Mağarası’na giderken yol üzerinde bir alabalık yetiştirilen bir tesisinde mola verdik. Burasının kiremitte pişirilen alabalık yedik. Daha önce böyle bir balık yememiştim.
Yemek sonrası otobüsümüze binerek mağaranın olduğu köye doğru yola çıktık. Zorlu bir yolculuk sonrasında mağaraya ulaştık. Hasan öğretmenim mağarayla ile ilgili kısa bir açıklama yaptı. Mağara, yaklaşık 4 milyon yıllık bir oluşum süreciyle oluşmuş. Dupnisa adı Bulgarca’da delik anlamına geliyormuş. Mağaraya girdiğimizde bizi soğuk bir hava karşıladı. Heyecanım her bir adımda artmaya başladı. İlerledikçe
yarasaları gördüm. Sarkıt ve dikitler dikkatimi çekti. Bu mağaranın altında bir de yer altı nehri olduğunu, iki kat ve üç mağaradan oluştuğunu öğrendim.
Mağarayı gezisini tamamlayınca Hasan öğretmen, “ Buradan Demirköy’e gideceğiz. Demirköy’de Dökümhaneyi gezeceğiz.” dedi. Orman içerisinde eğlenceli yolculuk sonrası Demirköy’e geldik. Dökümhanenin olduğu yerde bir kazı yapılıyordu. Kazı alanına gidince Hasan öğretmenim “ Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un Fethinde kullandığı topları burada yaptırmış.” dedi.
Dökümhaneden sonra İğneada Limanköy’e doğru yola koyulduk. Hasan öğretmenim “ İğneada şirin bir sahil kasabası. Biraz sonra harika doğal güzellikleri göreceksiniz. Biraz sonra göreceğiniz ormanlık alan, dünyada ender görülen Longoz Ormanları diğer adı “Subasar Ormanı’dır. dedi. Gerçekten de bir süre sonra bu harika güzelliği gezmeye başladık. Bulanık Dere Longozu, Hamam Gölü Longozu , Saka Gölü Longozu, Bulanık Meşe ormanını kapsayan 8 kilometrelik bir gezi yaptık. Hiç böyle gür bir orman görmemiştim. Ağaçlardan gökyüzü görünmüyordu.
Hasan öğretmenim, “Buraya kadar gelmişken, sınır köyü Beğendik’i de görmek ister misiniz? dedi.Biz de hepimiz birlikte “ Eveeeettt “ dedik. Çam ağaçlarının kokusuyla beraber Beğendik’e geldik. Rezve Deresi’nin denize döküldüğü yerde Bulgar ve Türk bayrakları asılıydı. Bu dere, iki ülke sınırını belirliyormuş aynı zamanda.
İğneada ve Limanköy’de biraz mola verdik. Limanköyde’ki feneri ve kütüphaneyi gezdik. Hasan öğretmenim,“ Şimdi de sırada Kıyıköy var.” dedi. Yolculuğumuz şarkılar söyleyerek çok eğlenceli geçti. Kıyıköy’de Papuçdere kıyısında bulunan Aya Nikola Manastırı’nı ziyaret ettik. Burası kayalara oyularak yapılmış. Zemin katı kilise, daha aşağıda bulunan bodrum katı ise ayazmaymış.
Manastırı gezince harika balık çorbalarımızı içerek otobüsümüze bindik. Ben “ Hasan öğretmenim, buradan nereye gideceğiz? “ dedim. Hasan öğretmenim “ Önce Pınarhisar’a, ardından da Lüleburgaz’a gideceğiz.” dedi. Önce Pınarhisar’daki kaleyi gezdik, ardından da Lüleburgaz’daki Sokullu Mehmet Paşa tarafından Mimar Sinan’a 1569-1570 yılları arasında yaptırılan ‘’Sokullu Külliyesi’’ni gezdik.
Hava kararmaya başlamıştı. Öğretmenim “ Öykü, gün içerisinde ilimizin tarihi ve doğal güzelliklerini gezdik. İstersen bu akşam da eğlenceli bir yere gidelim.” dedi. Çok yorulmamıza rağmen yine hepimiz “ Eveeettt” dedik. Hasan öğretmenim “ Şimdi sırada Pehlivanköy ilçemizdeki Pavli Panayırı’na gidiyoruz.” dedi.
Hasan öğretmenim bu panayırın bu yıl 109.sunun düzenlendiğini, halk arasında Pavli Panayırı dendiğini söyledi. Gelişimizin bu tarihlere rastlamasına çok sevinmiştim. Nihayet panayır yerine ulaştık.
Hasan öğretmenim “ Öykü, bizim okulun mehter grubunun bu akşam burada bir konseri var. Haydi, onların yanına gidelim.” dedi. Hep birlikte Fatih İlkokulu mehter grubunun konserini izledik. Her parçada heyecanlandım ve gururlandım. Söyledikleri marşlara hep birlikte eşlik ettik.
Konser sonrası panayır alanında dolaşmaya başladık. Bir yandan davullar çalıyor bir yandan lunapark kurulmuş küçük büyük herkes eğleniyordu. İğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Karnımız da gelen et kokularıyla iyice acıkmıştı. “ Buraya kadar gelip te oğlak çevirme yemeden olmaz. “ dedi Hasan öğretmenim. Yediğimiz oğlak çevirme çok lezzetliydi. Tadı damağımda kaldı. Burası çok farklı ve eğlenceli bir yerdi. Harika bir gün geçirmiştim bir o kadar da yorgundum. Hasan öğretmenim “ Öykü, umarım ilimizi beğenmişsindir.” dedi. Ben de çok beğendiğimi söyleyip hem öğretmenime hem de arkadaşlarıma teşekkür ettim.
Artık gece ailemle birlikte konaklayacağımız Babaeski’ye doğru yola çıktık. Gece uyuyup dinlendikten sonra sabahleyin unutulmaz bir gün geçirmemi sağlayan Hasan öğretmenim ve öğrencileri ile veda vaktiydi. Güzel arkadaşlıklarla ve karışık duygularla artık buradan ayrılma zamanı geldi. Bana ve aileme Kırklareli’yi tanıma fırsatını veren Hasan öğretmenime ve öğrencilerine çok teşekkür edip, annem ve babamla beraber yeni bir şehre doğru yola çıktık.

49
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                       ÖYKÜ İSTANBUL’DA
Bu sabah çok heyacanlıydım.Çok merak ettiğim Türkiye’nin en kalabalık şehrine doğru yola çıkacaktık. Okuduğum ve izlediğim kadarıyla Anadolu ve Avrupa yakasını birbirine bağlayan ,içinden geçen denizi, yedi tepesiyle eşsiz güzelliğe sahip bir şehir olduğunu biliyordum.2,5 saat süren yolcuğumuz sonunda Oya öğretmen ve güler yüzlü öğrencileriyle Esenler Otogar’ında buluştuk ve tanıştık.Ellerinde ‘Dünya Şehri İstanbul’a Hoş Geldin Öykü ’ pankartları vardı.Hepsi en az benim kadar mutlu ve heyecanlılardı.Annem ve babam da onları çok sevmişti.
Yorucu ama çok güzel bir gün beni bekliyordu.Hep birlikte otogardan Eminönü’ne doğru yola çıktık.Boğaz manzaralı harika bir kahvaltıdan sonra tramvaya binip Beyazıt’a geldik.Annem bize Kapalı Çarşı’yı çok merak ettiğini söyledi.Dünya’nın en eski ve kapalı olan çarşılarından biri olan bu tarihi güzellik içinde kaybolmadan gezmeyi ümit ettim.Çünkü labirent şeklinde ve üç binden fazla dükkanı olduğunu Oya öğretmenim söyleyince çok şaşırdım.Annem ve babam Konya ‘da ki tanıdıklarımızla çeşitli hediyeler alırken ben de her güzelliğin fotoğrafını çekmeye devam ettim.
Alışverişten sonra hep birlikte Sultan Ahmet Meydanı ‘na gittik.Burası İstanbul’un yerli ve yabancı turistlerinin en çok gezdiği meydanlardan biriydi.Osmanlı döneminde eğlencelerin ,yarışların yapıldığı bir meydanmış. Gezimize Tarihi Yarımada denilen en önemli tarihi eserlerin bulunduğu bölgeyi gezerek devam ettik.Öğrenci arkadaşlarımla bol bol resim çekerek hatıra biriktirmeye devam ediyorduk.Türkiye ‘deki 6 minareli 4 camiden biri olan Sultan Ahmet Cami’yi ,daha sonra Roma İmparatorluğu zamanında yapılmış en büyük kilise olan dünyanın 8. harikası olarak gösterilen ,daha sonra camiye çevrilen ve şimdi de müze olarak kullanılan Ayasofya Cami’yi gezince annem ,babam ve ben hayran kaldık.Daha sonra dönemin su ihtiyacını karşılamak üzere yaklaşık yüz bin ton kapasitesi olan şimdi ise toplantılara ve konserlere bile ev sahipliği yapan ve ziyarete açılan Yerebatan Sarnıcı (Sarayı) görülmeye değerdi.
Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm izlerini içinde görebileceğimiz, dünyanın en büyük ve en eski sarayı olan ve zamanında içinde yaklaşık dört bin kişinin yaşadığı söylenen muhteşem görkemiyle Topkapı Sarayı’nı gezerken hayran kalmamak mümkün değildi.Öğretmenimiz dünyaca ünlü Kaşıkçı Elması’nın da burada sergilendiğini söyledi.İstanbul büyülü bir masal diyarı gibiydi.Sanki zaman makinesine girmiş gibi hissediyordum kendimi. Her anı, her güzelliği fotoğraflıyordum.Dönünce anlatacak gösterecek ne kadar çok anım vardı.Gezerken öğrenci arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmıyor her gördüğümüz yer ile ilgili kendi anılarını ve öğrendikleri bilgileri paylaşıyorlardı.Babam ‘ Siz İstanbul rehberi gibi olmuşunuz’ diyerek onları tebrik etti.
Hava çok sıcaktı.Bunu kapalı mekanlardan çıkınca daha iyi anlıyorduk.Yürüyerek Gülhane Parkı’na geldiğimizde iyice sıcak yüzünü göstermeye başlamıştı.Oya öğretmenim :’Biliyor musun Öykü, Atatürk Latin Harfleri ‘ni ilk bu parkta tanıtmış Ve Atatürk’ün anıtı da ilk buraya dikilmiş’ .dedi.Bu park benim için çok daha anlam kazanmıştı.Tarihin büyüsüne o kadar kendimizi kaptırmıştık ki acıktığımızın bile farkında değildik.Oya Öğretmen ‘Araba bile benzinsiz gitmiyor yahu enerji toplamamız lazım daha gezecek çok yer var’ diye gülümseyerek ‘balık sever misin Öykü ‘dedi.
Hep birlikte Eminönün’e balık ekmek yemeğe gittik.Balık ekmekleri yerken etrafımızda kediler dolaşmaya başladı.Ne de olsa onlar da kısmetlerini istiyorlardı.Oya öğretmen ve öğrencileri gibi ben de hayvanları çok seviyordum.Kediciklerle beraber balık ekmeklerimizi afiyetle yedik.
Galata Köprüsü’nden geçip Beyoğlu’na doğru yürürken Tarihi Yarımada ‘ya hakim manzarasıyla ,uzun yıllar önce gözetleme kulesi olarak yapılan, şehrin en önemli sembolleri arasında olan Galata Kule’sine gelmiştik bile. Annem ‘Yüksekmiş acaba çıkmasak mı?’ diye düşünürken çocuklarla onu cesaretlendirip ikna ettik.Harika manzarasıyla İstanbul ayaklarımız altındaydı.Resim çekmeye doyamıyordum.Oya öğretmen ‘Yürüyerek gezdiğimiz İstanbul’u şimdi de boğaz turuyla denizden gezelim’ deyince öğrencilerle birlikte havalara uçtuk. Sevgili annem yine, ‘beni deniz tutar binmesem mi acaba?’ deyince hepimiz onu ikna temek için başladık konuşmaya. Gürültüye dayanamayan annem ‘tamaaam tamam! ‘Diyerek bizi susturdu.1,5 saatlik bir boğaz turu eğlencesi başlıyordu.Denizin üstünde 15 Temmuz Şehitler Köprüsü , Fatih Sultan Mehmet Köprüsü boğazın inci kolyesi gibi duruyorlardı.Gezerken muhteşem ihtişamıyla Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi Sarayı, tarihi yalıları ve Üsküdar ‘ın simgesi olan Kız Kulesi tüm güzelliğiyle bizleri büyülüyordu.Babam ‘Bir kez daha İstanbul’a gelmeliyiz ‘dedi gezerken .Boğaz turunun ardından vapurdan Üsküdar’da inerek Anadolu Yakası’ na geçmiştik. Üsküdar denilince akla ilk gelen güzellik Kız Kulesin’e de çıkmayı sabırsızlıkla bekliyordum.Annemle kısa bir bakışmadan sonra onu ikna ettiğimi düşünerek gülümsedim.Boğazın güvenliğini sağlamak amacıyla kontrol kulesi olarak yapıldığı söylenen Kız Kulesi ile ilgili bir çok efsane olduğunu söyledi öğrenciler.Padişahın biri kızının güvenliği için bu kuleyi yaptırdığını ancak kuleye gelen bir meyve sepetinin içinden çıkan yılan tarafından sokulup öldüğünü, bundan dolayı da buraya Kız Kulesi adı verildiğini Oya öğretmen anlatınca kuleye çıkma merakım iyice uyandı.Hep birlikte Kız Kulesi’ne çıkıp eşsiz manzarada çaylarmızı yudumladık.Büyükler çay içerken biz sıcağın ancak dondurmayla çekileceğini söyleyerek hakkımızı dondurmadan yana kullanmayı tercih ettik.Çamlıca Tepesi ‘nden yine bir eşsiz İstanbul manzarası seyrettikten sonra ,çocuklar bana Hababam Sınıfını izledin mi? diye sorunca ‘Bütün serilerini izledim’ diye sevinçle bahsettim.O zaman seni Adile Sultan Kasrı’na götürmeliyiz dedi Oya öğretmen. Hem orada güzel bir akşam yemeği yeriz , hem de Hababam Sınıfı Müzesi ‘ni gezersiniz deyine hepimiz sevinçle çığlık attık.Hep birlikte müzeyi gezerken tüm film karakterleriyle bol bol resim çektirdik.Müzeden sonra istemeden de olsa öğrenci arkadaşlarımla vedalaşıp ayrıldık.Bir daha görüşmek üzere birbirimize söz verdik.
Bir tarih şehri olan İstanbul’u gezmekten çok büyük zevk almış ama bir o kadar da yorulmuştum.Oya öğretmenin evinde misafir olmak üzere yola çıktık.Eve geldiğimizde gördüğüm sürprize bayılmıştım.Adının Çarşı olduğunu öğrendiğim çok tatlı bir kedi beni bekliyordu.Öğretmenimiz de benim gibi hayvanları çok seviyordu..Bu beni ayrıca çok mutlu etmişti.Çarşı’nın resimlerini çekmeyi de ihmal etmedim tabiki.Onunla birlikte oyun oynarken yorgunluktan uyuyakalmışım.Babamın ‘Sabah Osmangazi Köprüsü’nden Yalova’ya doğru yola çıkacağız’ dediğini hayal meyal hatırlıyorum.

51
Yalova

                       ÖYKÜ YALOVA’DA

Büyüleyici bir İstanbul gezisinden sonra, eskiden İstanbul ‘ un ilçesi  olan ve 1995 yılında  il olan Yalova ‘ ya doğru yola çıktık. Babam Osmangazi Köprüsü’ nden kısa sürede gidebileceğimizi söyledi. Köprülerin sadece İstanbul ‘da olduğunu sanıyordum. Annem beni hemen bilgilendirmeye başladı.

Temeli 2013 yılında atılan Osmangazi Köprüsü 1 Temmuz  2016 yılında ulaşıma açılmış. İstanbul- İzmir arası 9 saat olan ulaşım süresini 3,5 saate indirecek olan Gebze-Orhangazi-İzmir  Otoyolu Projesinin  en büyük bölümüymüş.

Gamze Öğretmen’im görev yaptığı okulun da hemen köprüden geçince Altınova ilçesinde olduğunu öğrendim. Annem bu bilgileri anlatırken Dilovası gişelerine gelmiştik. Köprüden geçerken Marmara Denizi’nin ışıl ışıl  parlamasına hayran kaldım. Osmangazi Köprüsü 2682 metrelik boyu ile Türkiye’ nin en uzun köprüsüymüş.  Dünya da ise 4. sırada yer almış. 6 dakika sonra Altınova  ‘ya geldik. Bugüne kadar iller arası yaptığım en kısa ve en etkileyici yolculuktu.

Gamze Öğretmen’imin görev yaptığı okul gişelere çok yakındı ve bizi orada beklediklerini gördüm. Tanıştıktan sonra Gamze Öğretmen’im  ‘Yalova‘yı yakından tanımaya hazır mısın Öykü ?’ deyince yeni bir maceraya başladığım için çok heyecanlandım. Hemen arabalarımıza binip yola çıktık. Gamze Öğretmen’im bize rehberlik yapmak için bizimle geldi. Arkadaki arabada ise Hamza ‘nın  ailesi, Hamza, Ceylin, Ömer , Aslı , Pelinay,   vardı.

Yalova Türkiye‘nin  yüz ölçümü  en küçük  ilimizmiş.  Buna rağmen  iş olanakları sayesinde çok fazla göç alan bir il durumuna gelmiş.  Yalova ‘nın Marmara Denizi kıyısında konumlandığını , Altınova , Çiftlikköy , Termal, Çınarcık,  Armutlu olmak üzere 5 ilçeden oluştuğunu öğrendim.

Altınova’ dan Çiftlikköy’e doğru giderken yol kenarlarında rengârenk  yüz binlerce  çiçek gördüm. Sanki yol kenarlarına rengârenk halılar seçilmişti. Gamze Öğretmen’inden bu çiçeklerin seralara ait olduğunu  burada üretilen çiçeklerin Türkiye’nin  dört bir yanına hatta dünyaya  ihraç edildiğini söyledi. Türkiye ‘de çiçek üretimi ilk kez Yalova ‘da yapılmış ve halen ülkemizin çiçek ihtiyacının yüzde seksen beşi buradan sağlanıyormuş. Böylece çiçek Yalova’ nın  bir sembolü haline gelmiş.

Sohbetimizin ardından ilk durağımız olan Yürüyen Köşk ‘ e geldik. Deniz kenarındaki muhteşem manzarası ile beni büyülemişti. Nasıl yürüdüğünü merak ediyordum. Bir köşk nasıl yürüyebilirdi ki? Burada da bizi Gamze Öğretmen’im diğer öğrencileri ve aileleri karşıladı. Medine, Eren, Duhan, Melek, Hasret , Elifnas , Bünyamin  , Arda , Özge,  Narin. Hepsi ile Yürüyen Köşk ‘ün önünde bol bol fotoğraf çekildim ve güzel hatıralar biriktirdim. Medine bize köşk hakkında bilgilendirdi.’  Cumhuriyetimizin ilk yıllarında  (1929) Atatürk Yalova ziyaretleri sırasında  çok beğendiği çınar ağacının yanına bir ev yapılmasını ister. Köşk 22 günde tamamlanır. Ancak zamanla büyüyen çınar ağacının dalları köşke zarar vermeye başlar. Köşkün bahçıvanı dalı kesmek ister. Atatürk bunu duyunca net bir şekilde  ‘Dal kesilmeyecek,  köşk yürütülecek’ der. Böylece köşkün yürütülme hikâyesi başlar. İstanbul ‘dan gelen mühendisler tarafından köşkün temeline kadar etrafı kazılır. Buraya döşenen tramvay rayları sayesinde köşk 4 metre 80 santimetre doğu yönünde kaydırılır. ‘Bu olay dönemin basınında da büyük yer almıştır.  Bir liderin çınar ağacının dalını kesmemek üzere köşkü yürütme kararı,  Atatürk  ün  deyimiyle ‘Istıraptan Kurtarılma ‘ hikayesi , Yalova’nın  çevre duyarlılığı konusunda tarihe geçmiş nadir kentlerden biri oluşumunun nedenidir. Atatürk ün doğa sevgisiyle kesilmekten kurtulan ağaç günümüz de tam 390 yasına gelmiş.

Köşkün içi ise en az hikâyesi kadar etkileyiciydi.  Kapıdan adım atar atmaz büyülü bir ortama girmiştim. Atamızın çok severek yaşadığı bu tarihi köşkte bulunmak gurur vericiydi. Cumhuriyetimizin gelişiminde alınan önemli kararlar alt kattaki salonda alınmış. Köşk iki katlıydı. Üst kata çıkarken içimi garip bir heyecan kapladı.   Burada iki tane oda vardı.  Biri Atatürk ‘ün diğeri yaverlerinin dinlenme odasıydı. Atatürk ün odasının önüne gelince gözlerime inanamadım. İşte Atatürk karşımızda, koltuğuna oturmuş bize gülümsüyordu.  Gamze Öğretmen’im gözlerimdeki mutluluğu anlamış olacak ki ‘ Öykücüğüm keşke aramız bizimle birlikte olabilseydi ama karşındaki Atatürk ‘ün balmumu heykeli.’ dedi. Çok etkilenmiştim. Buradan ayrılmak zor oldu. Dışarı  çıktığımda  Marmara Denizi’nin serin rüzgarıyla kendime geldim.  Sabah kahvaltımızı yan taraftaki piknik yerinde yaptık Meşhur Yalova omletinin tadına doyamadım.

Sonra ki durağımız Yalova merkezdi.  Burada Kent Müzesini, Tigem Atatürk ve Çocuk Müzesini  , Rüstem Paşa Cami’sini gezdik.

Sırada ülkemizin ilk kağıt müzesi, İbrahim Müteferrika Kağıt  Müzesi  vardı. İçeri girdiğimde kendimi Osmanlı Dönemi’nde buldum. Osmanlı Dönemi’nde ilk matbaa Yalova ‘nın Elmalık Ķöyü’n de, İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuş.  Bu kâğıthane ile ithal olarak alınan kâğıdın yerli olarak üretimi sağlanmış. Gezimizin sonunda rehberimiz bizimde kağıt yapabileceğimiz söyledi. Arda ve Elif ile birlikte kâğıt yapım aşamalarını uygulayarak kendimize o doneme ait bir kağıt yaptık. Unutulmaz bir deneyimdi.

Şimdi sırada termal gezimiz vardı. Yine Atatürk ün katkılarıyla 1930 yıllarında restorasyon çalışmaları yapılmış cennetten bir köşeydi. Hamamları doğası, şifalı suları,  havası bizi büyülemişti.  Annem ve babam Kurşunlu Hamamı ‘nı çok merak ettikleri için sıcak su havuzuna girdik. Bütün yorgunluğumuz geçmişti ve çok acıkmıştık. Yemyeşil ağaçların arasında termal sarma, termal tatlısı, yaprak pidesi,  pavli,  papara,  Yalova köftesi yedik. Yemekten sonra hep birlikte doğa yürüyüşüne çıktık. Burası adeta tatil köyünü andırıyordu. Muhteşem doğa manzarasının içinde bembeyaz bir köşk gördüm.  Ömer merakımı gidermek için hemen  anlatmaya başladı .Burası Atatürk ‘ün  Yalova’daki en büyük eviymiş.  Cumhuriyetimizin ilk yıllarında hükümetin yaz dönemi çalışmaları buradan yapılıyormuş.  Ayrıca Atmamız Dolmabahçe Sarayı ‘nda  vefatından önceki günlerini burada geçirmiş. Ömer anlattıkça duygulandım.  Şimdi Atatürk ün neden ‘Yalova  Benim Kentimdir’ dediğini daha iyi anlıyorum.  Atamız Kurtuluş Savaşı ‘nı kazanmak ile kalmayıp memleketimizin her köşesini geliştirmek için elinden geleni yapmış. Yalova da bunun en güzel örneğini gördüm.

Gamze Öğretmen’im bulunduğumuz yere çok yakın olan canlı ağaç müzesine gideceğimizi söyledi.  Hayalimde bir masal diyarına gitmiştim bile  Karaca Arboretum Canlı Ağaç Müzesi, Hayrettin Karaca tarafından 1980 yılında ,13. 5 hektarlık bir alan üzerine kurulmuş. Bugün yaklaşık 7000 değişik bitki türü barındıran bu özel ağaç parkı  aynı zamanda Türkiye’ nin ilk özel arboretumuymuş.  Böylesine güzel bir yer gördüğüm için çok şanslıydım. Hayallerimin ötesindeydi…

Sırada Yalova nın  en büyük ilçesi Çınarcık vardı. Denize girmek için Kum Plajı ‘na gittik. Sonrada Şenköy’ deki Kızılcık Festivaline …Yöresel oyunları izledik . Sergilerden kızılcıktan yapılan ürünler aldık. Son olarakta Gamze Öğretmen’im hepimize Kızılcık dondurması ikram etti. Tadı nefisti.

Akşam olmak üzereydi. Armutlu ilçesini bir dahaki gezimize bırakarak Altınova’ya dönmeye karar verdik Altınova  ‘ da arkadaşlarım ve aileleri ile vedalaşıp akşam yemeğine geçtik. Yemekte Milföylü Yalova kebabı ve Yalova sütlüsü vardı. Bu gece bizi Gamze Öğretmen’im misafir etti. Daha Altınova gezimiz bitmemişti. Sabah çok erken saatlerde kalktık.   On dakikalık yolculuğumuzun ardından Hersek Lagünü ‘ ne geldik. Eski çağlara ait kalıntıların arasında dans gösterisi izledik. Dans edenler burada mola veren flamingolardı. Meğer burası göçmen kuşların her sene geldiği bir kuş oteliymiş. Bugüne kadar 202 kuş türü tespit edilen Hersek Lagünü özel koruma altına alınmış. Flamingoların etkileyici gösterisi sonrasında Altınova’nın en önemli iş imkanını oluşturulan tersane bölgesine gittik. Gamze Öğretmen’im burada 42 tersane olduğunu Altınova sahili boyunca 4.5 kilometrelik alanda kurulduğunu ve ülke ekonomisine büyük katkı sağladıklarını anlattı.

Son olarak Hersekzade Ahmet Paşa Camini gezdik. Osmanlı Döneminin sadrazamlarından Ahmet Paşa  tarafından 1508 yılında  yapılan cami bir çok onarım sonrası günümüze kadar gelmiş.

Gamze Öğretmen’imin öğrencisi Ardaların serasında rengârenk çiçeklerin içinde sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra çiçek üretim aşamasını öğrendim. Arda ‘nın ailesi hepimize çok güzel çiçekler hediye etti. Çiçeklere baktıkça Ata’mızın çok değer vererek gelişimini sağladığı mis gibi çiçek kokan bu güzel şehri, bizi çok güzel ağırlayan Gamze Öğretmen’imi  ve sevgili öğrencilerini hatırlayacağım .

Hoşça kal Atatürk ün kenti Yalova…

 

53
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                         ÖYKÜ KOCAELİ’DE

Yalova’dan Kocaeli’ne doğru yola çıkmıştım. Yeni bir şehir görmenin heyecanı içinde pür dikkat çevreyi izliyordum. Kocaeli il sınırına girdikten sonra yol boyunca sıralanmış sepetler gözüme ilişti. Yanımda oturan teyze bana:

-Burası Karamürsel, sepetiyle meşhurdur. Kestane ağacı çubuğundan örülür. Küçük görünse de içi geniştir. Hani halk arasında “ufak tefek gördün de Karamürsel sepeti mi sandın?” ifadesi de buradan gelmiştir, deyince çok gülüştük.

Daha sonra teyze içli bir ahh çekti. Burası da Gölcük kızım. Buradan her geçişimde içim sızlar.1999 yılında geçmişte çok kayıplar verdi. Ama çok şükür yeniden yapılandı. Artık herkes depreme uygun evler yapıyor.

Tam dalmış düşünürken, konuşkan teyze: “ Kızım sen hiç pişmaniye yedin mi?”  diye soruverdi. Çevreme baktığım da sağlı sollu pişmaniye dükkanlarını gördüm. Anladım ki Kocaeli pişmaniyesi ile ünlü bir yermiş.

Daha sonra Filiz Öğretmen’im ve öğrencilerinin yaşadığı yer olan Başiskele’ye gelince çok heyecanlandım. Bir tarafta deniz, diğer tarafta parklar ve yürüyüş yolları vardı. Kısa bir süre sonra otobüsümüz Kocaeli Otogarına varmıştı. Perona yaklaştığımızda karşı tarafta sıra olmuş öğrenciler gördüm. Ellerindeki “Öykü Kocaeli’ ye Hoş Geldin” posterini görünce kendimi çok iyi hissettim. Güler yüzlü Filiz Öğretmen’im beni sevgiyle kucakladı. Öğrencileri beni sanki yıllardır tanıyormuş gibi sarıldılar.

Bizi bekleyen otobüse binince Filiz Öğretmen’imiz tur rehberi gibi eline bir mikrofon alıp gezimizin başladığını, önce güzel bir şehir turu atacağımızı söyledi. Öğretmenimiz şehir merkezinde iki yolun arasında kalmış sadece yayalara ve bisikletlilere ayrılmış, iki tarafı yaşlı çınarlarla çevrilmiş yolu gösterip oranın eskiden tren yolu olduğunu  söyledi. Ama artık yürüyüş yolu olmuş ve şehir merkezini bir ucundan diğer ucuna kadar dolaşıyormuş. Daha sonra Yeni Cuma ve Fevziye Cami’sinin önünden geçerken bu camilerin mimarının Mimar Sinan olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Filiz Öğretmen’im Kocaeli’nin tarihinin Roma dönemine kadar dayandığını söyledi. Hayranlıkla çevreme bakınırken sağ tarafa şehre tepeden bakan muhteşem bir saat kulesi gördüm. Bu saat kulesinin 1901 yılında II.Abdulhamit zamanında yapıldığını anlattı öğretmenimiz. Kısa bir süre sonra Seka Park denilen bir yerde durduk. Burası 580 dönümlük bir arazi üzerinde kurulmuş; içinde 6000 ağacı barındıran, bir tarafı deniz çok büyük bir park. Nisan ayında lalelerle bezenir, lale festivali yapılırmış. İçinde Marina İskelesi, Kâğıt Müzesi, Kent Müzesi, yürüyüş yolları, kafeler, balıkçı restoranları, oyun alanları, gösteri salonları, tenis, furbol, basketbol sahaları yani her yaştan insana hitap edecek huzur dolu bir yer. Bu güzelim parkta deniz üzerinde kurulan bir kafede martı sesleri eşliğinde yaptığımız kahvaltıdan sonra Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Gayret Gemi Müzesi ve Seka Kâğıt Müzesi ve Bilim Sanat Merkezi’ni gezdik.

Gezmekten yorulduğumuzu hisseden öğretmenimiz bizlere “kısa bir yolculuğa var mısınız?” diye sorunca hep beraber coşkuyla kabul ettik. Şimdiki durağımız Kandıra ilçesiydi. Kandıra ilçesi Marmara Bölgesi’nde Karadeniz’e 52 km uzunluğunda kıyısı olan tek ilçeymiş. Merakla beklerken Filiz Öğretmen’im elindeki mikrofonla bana ve öğrencilerine Kocaeli hakkında bilgiler veriyordu. Kocaeli, Marmara Bölgesi’nde Türkiye’nin İstanbul’dan sonra en büyük sanayi ve ticaret şehirlerinden biriymiş.

Yarım saat süren dinlendirici yolculuğumuzun sonunda Kefken Pembe Kayalar’a gelmiştik.  Burası tarih boyunca gemilerin uğrak yeri olmuş. Pembe renkte olup denizden yumuşak olarak çıkarılan sonra da sertleşen bu kayaların Sultan Ahmet Cami ve Rumeli Hisarı yapımında kullanıldığı bilinmektedir.

Kefken’ den sonra yolumuz üzerindeki Kerpe, adeta bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına hayranlık uyandıran kayalıkları, Karadeniz kıyısında olmasına rağmen sakin ve dalgasız denizi, doyumsuz huzur dolu  doğasıyla unutamayacağım yerlerden oldu.

Otobüsümüz hareket edince Filiz Öğretmen’im:

-Öykücüğüm kış mevsiminde gelmiş olsaydın, seni Kartepe Kayak Merkezi’ne çıkartırdık. Kartepe, Saman dağlarının zirvesinde İstanbul’a 1,5 saat uzaklıkta binlerce yerli ve yabancı turisti ağırlayan, kış sporlarının yapıldığı; belki de deniz manzaralı tek kayak merkezi.

Filiz Öğretmen’imizin mutlulukla ve gururla anlattığı Kartepe’yi görmeden yaşamış gibi oldum. Neredeyse dört mevsimin yaşandığı bu ile hayran kaldım.

Filiz Öğretmen’imiz son durağımızın Yuvacık Barajı olduğunu söyleyince arkadaşlarım sevinçten çığlık attılar. Yuvacık Barajı onların okudukları Gübretaş İlkokulu’nun çok yakınındaydı. Yola çıktığımızda Öğretmen’imiz Yuvacık Barajı’nın Kocaeli ilinin %80 su ihtiyacını karşıladığını söyledi. Barajın çevresinde birçok doğa yürüyüş yolu, piknik yeri ve yayla vardı. İstanbul’dan hafta sonları birçok turist kamp yapmaya geliyormuş: Erikli, İnönü, Servetiye, Kuzu Kayaüstü, Aytepe, Menekşe ve daha birçok yayladan bahsetti öğretmenimiz.

Artık hava kararmaya başlamıştı. Ve biz bir otobüs dolusu çocuk yorulmuştuk. Neredeyse uykuya dalacakken : “Çocuklar geldik” diye seslendi. Gözümüzü açtığımızda öğretmenimizin oğlu Eren abi ve arkadaşlarımın anneleri bizleri karşıladı. Öğretmenimizin evinde harika bir sofra bizi bekliyordu. Cızlama, mancar yemeği, ebe gümeci, cevizli börek, umaç çorbası, cigceli kavurma, kandıra yoğurdu ve tabiki tatlı olarak pişmaniye.

Zevkle yemeğimizi yedikten sonra Eren abimizin bize Kocaeli’nin gezip göremediğimiz yerleri hakkında hazırladığı slayt gösterisini izledik. Osman Hamdi Bey Müzesi, Av Köşkü, Sapanca Gölü, Maşukiye, Tahtalı Göleti, Eskihisar Kalesi, Ballı Kayalar ve İzmit Körfezi’nde eşsiz gün batımı…

Bu muhteşem günün sonunda Filiz Öğretmen’im ve öğrencileriyle vedalaştık.

Tarihte çoğu zaman deprem felaketine uğrayan ve her defasında daha güçlü ayağa kalkan; doğasıyla, tarihiyle, sanayimize katkısıyla, güzel insanlarıyla bende derin duygular uyandıran bu ilimizi herkesin gezip görmesini isterim.

55
Sakarya

                            ÖYKÜ SAKARYA’DA
Kocaeli’den iyi duygularla ayrıldıktan sonra,ailemle birlikte Sakarya iline doğru yola çıktık. Yarım saat
sonra Sakarya ilinin ilçesi Sapanca’daydık. Beni ve ailemi Hakan öğretmen ve öğrencileri karşıladılar. Bütün
öğrencilerle tanıştık ve kucaklaştık.
Gezi planımıza göre önce Sapanca’da Vecihi Kapısı’na gittik. Öğretmenimiz ‘’bu kapının Mimar Sinan
tarafından yapıldığını ve bir zamanlar bu kapıdan tarihi ipek yolunun geçtiğini’’ söyledi. Sapanca havası, temizliği
ve doğa güzelliği ile beni çok etkilemişti. Hep birlikte Sapanca Gölü’ nü daha yakından görmek için sahile
yürüdük. Umut ve Hüseyin’’ Sapanca Gölü’nün dünyada içilebilir dört tatlı su gölünden biri olduğunu , Kocaeli ile
Sakarya illerinin içme suyunun büyük bir kısmını bu gölün karşıladığını anlattılar’’. Oradan Kırkpınar sahiline
geçerek kürek milli takımının çalışmalarını izledik. Sapanca Gölü, sularının durgun olması sebebiyle su
sporlarının da bu gölde yapıldığını öğrendim. Gölde kano, kürek ve rüzgar sörfü de yapılabiliyormuş. Sapanca
Gölü’ne gelip de zevkini çıkarmadan gidemezdik. Bir katamaran kiraladık, yanıma Nisa, Ezgi,Ali,Yaren, Siraç,
Arda,Emir Efe,Burak ve Betül oturdu. Arkadaşlarımla bol bol resim çektirip espriler yaparak göl turunu
tamamladık. Kahvaltı yapmak ve soluklanmak için Sapanca’ya çok yakın olan Naturköy’e gittik.Burası şehir
hayatından sıkılan ve stres atmak isteyenler için mükemmel bir yerdi. Kelebeklerin ve kuşların arasında arasın
da yemyeşil bir ortamda Seyir terasında keyifli bir kahvaltı yaptık. Yoldan geriye dönerken seralar ve
rengarenk çiçek tarlaları dikkatimi çekti. Öğretmenimiz bu yörede iç ve dış mekan süs bitkisi yetiştiriciliğinin
yaygın olduğunu anlattı. Araçlarımızla Geyve’ye doğru yola çıktık.
Türkiye’nin ayva başkenti Geyve’de bizi belediye başkanı ile yöresel kıyafetler giymiş halk oyunları ekibi
karşıladı. Halk oyunları ekibi önce kaşıkla Geyve Zeybeği, Geyve kasabı ve Argat sallaması oyunlarını
oynadılar. Oyunları büyük bir zevkle izledik. Bizlerden çok alkış aldılar. Belediye başkanı, bizleri Osmanlı
mimarisiyle yapılmış Elvan Bey imarethanesine götürdü. Kesme taş işçiliği ile yapılmış binayı belediye kütüphane
olarak kullanmaktaydı. Geyve’den ayrılmadan Belediye başkanı bizlere yöresel ürünlerden olan ayvalı keşkül,
ayva döner lokumu ve ayva sirkesi ikram ettiler. Kendilerine çok teşekkür ederek Ali Fuat Paşa’ya doğru yol
aldık
Ali Fuat Paşa müzesini ziyaret ettik. Öğretmenimiz ‘’Ali Fuat Paşa’nın Atatürk’ün en yakın silah
arkadaşlarından biri olup Batı Cephesi komutanlarından olduğunu söyledi’’. Müzede en çok dikkatimi çeken
savaş krokileri ve Ali Fuat Cebesoy’un özel eşyalarıydı. Bu müzede Kurtuluş Savaşı ile ilgili bilgileri öğrenirken
hem duygulandım hem de gururlandım. Ecrin, Elif, Bahattin, Emir Ahmet, Zeynep, İclal, Belinay, Alperen ve
Ebutuğrap ile hatıra fotoğrafı çekildik. Oradan ayrılarak Taraklı’ya doğru yola çıktık.
Taraklı’ya girişte termal kaplıca sularıyla ilgili reklam panoları dikkatimizi çekmişti. Öğretmenimiz
Taraklı’nın kaplıca suları bakımında zengin olduğunu ve bir çok hastalığa şifa verdiğini söyledi. Taraklı’da
gezerken Osmanlı mimarisinde yapılmış üç katlı binalar dikkatimi çekti. Bu binaların Kültür Bakanlığı tarafından
koruma altına alındığını öğrendim. Taraklı’daki 700 yıllık tarihi çınarı da ziyaret ettik. Gezimiz tüm hızıyla
sürerken, gezilecek yerlere yetişemiyorduk doğrusu. Öğretmenimiz bize Taraklı’nın meşhur köpük helvasını
ikram etti. Çok değişik bir helvaydı benim gibi herkes beğendi. Tarihi Yunus Paşa camii ve yatırları da ziyaret
ettikten sonra Adapazarı’ndaki Jüstinianos (Beşköprü) köprüsüne doğru yola çıktık.
Jüstinianos köprüsüne halk arasında Beşköprü denilmesinin sebebi; bu köprünün beş defa yıkıldıktan
sonra tekrar yapılmasından dolayı olduğunu öğrendim. Hakan öğretmen’’ bu köprünün Bizans döneminden
kaldığı, 1800 yıllık bir geçmişe sahip olduğu ve 12 kemerli bir köprü olduğunu anlattı.’’ Köprü trafiğe kapalı
kapalı olduğu için üzerinde kimsecikler yoktu. Bunu fırsat bilerek köprü üzerinde çeşitli oyunlar oynadık.
Esila, Burak, Kerem ve Melisa, İrem ve Hayrünnisa arkadaşlarımla koşu yarışları yaptık, doyasıya eğlendik.
Anadolu’nun en görkemli anıtsal yapısına veda ettikten sonra Adapazarı’ndan Karasu’ya doğru yol aldık.
Berra,’’ Karasu’da Acarlar Longozu ve sahile gidebileceğimizi söyledi.’’ Karasu’nun Karadeniz’in
kıyısında kurulmuş 20 kilometre sahili olan bir ilçe olduğunu öğrendim. Öğretmenimiz ‘Karasu sahilindeki
kumun ince olduğunu ve romatizmal hastalıklara iyi geldiğini söyledi. Sahile gelmişken ayakkabılarımızı çıkarıp
çıplak ayakla sahilde yürüyüş yaptık .Dalgaları seyrettikten sonra Longoza geçtik. Longozun diğer adının ‘’su
basar ormanı’’ olduğunu öğrendim.7.5 kilometre uzunluğundaki longoza 750 metre ağaçtan köprülü yürüyüş
yolu yapmışlar. Yüzlerce su bitkisi ve ağaç türünün olduğu longozda beni en çok etkileyen beyaz nilüfer
çiçeğiydi. Bu çiçeğin bir özelliği de saat 9 ile 15 saatleri arasında çiçeklerini açmasıymış. Beyaz nilüfer
çiçeğinin Budizm dininde kutsal sayıldığını öğrendim. Longozdaki gezimizi bitirerek Sakarya’nın merkezi
Adapazarı’na doğru gerisin geriye döndük.
Adapazarı’na geldiğimizde kurt kadar acıktığımızı hissettik. Öğretmenimiz bizi Yenicami’deki asırlık
tat Köfteci Mustafa’ya götürdü. Burada Islama köfte , ardından bal kabağı tatlısı ve kabak şekeri yedik.
Hepsi birbirinden lezzetliydi doğrusu .Öğretmenimiz barbunya ezmesi, bal kabaklı börek ve ezme kabak
tatlısının da yöreye özgü tatlardan olduğunu söyledi. Yemekten sonra yürüyerek ‘’Deprem Kültür Müzesi’’ ne
uğradık
Deprem kültür müzesi’ nin girişindeki bilgilerden okuduğum kadarıyla bu müze: deprem bilinci
oluşturmak ve 1999 Marmara Depreminde hayatlarını kaybedenlerin anısına yapılmış bir müze. Müzede
deprem öncesi ve sonrası çekilmiş fotoğraflar, tablolar, ziyaretçi defteri ve yapay deprem oluşturan
elektronik stant vardı. Depremle ilgili önemli bilgileri ilk kez bu müzede öğrenmiştim. Oradan ayrıldık
Sakarya müzesine geldik. Bu Müzede Roma ve Bizans dönemlerine ait arkeolojik kalıntılar ile Osmanlı
ve Cumhuriyet dönemlerine ait eserler olduğunu öğrendim. Bu müzenin ev olarak kullanıldığı zamanlarda
(Cumhuriyetin ilk yılları)Atatürk ve annesinin de bu müzede kaldığını öğrendim. Atatürk’ün şahsi eşyaları ,
silahlar ve sikkelerde sergilenmekteydi. Ailem ve ben müzeye hayran kalmıştık. Hakan öğretmen’’ gezimizin
finalinin Atatürk İlkokulu’nu ziyaret olduğunu söyledi’’.
Atatürk Bulvarı ve Çark Caddesi’nden yürüyerek Atatürk İlkokulu’na geldik. Bizi okul müdürü Müdür
Turan karşıladı. Müdürümüz’’ Atatürk İlkokulu’nun 1954 yılında hizmete girdiğini ve ilin en seçkin okullarından
biri olduğunu söyledi’’ Bana Sakarya’nın yetiştirdiği ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık’ın hikaye kitaplarından
hediye etti. Hakan öğretmen ve öğrencilerinin sınıfı 3-G sınıfı ile okulun diğer bölümlerini de gezdik. Ailem ve
ben Hakan öğretmen ile öğrencilerine bize muhteşem bir gün yaşattıkları için çok teşekkür ettik.
Arkadaşlarımla tek tek vedalaştıktan sonra Sakarya’dan ayrılma vakti gelmişti. Hoşçakal SAKARYA….

57
Düzce

 ÖYKÜ DÜZCE’NİN EŞSİZ GÜZELLİKLERİNİ KEŞFEDİYOR

Yeşilin her tonu, masmavi deniz ve usulca esen rüzgar bizi selamladığında anladım ki vatanımızın eşsiz toprağı olan Düzce’ye gelmiştik. Burası en çok merak ettiğim illerdendi ve ‘DÜZCE’ yazan tabelayı gördüğümde heyecanımın kat ve kat arttığını söylemeye gerek bile yok. Artan tek şey heyecanım değildi, iliklerime kadar hissettiğim yorgunluk da büyük oranda artış göstermişti ancak camdan Ezgin Öğretmen’in ve yanındaki yeni tanışacağım arkadaşlarımın sıcacık gülümsemelerini görünce vücudumdaki tüm yorgunluk uçtu gitti. Arabadan indiğimizde bizi büyük gülümsemesiyle ve sıcak sarılışlarıyla karşılayan Ezgin Öğretmen’imle ve isimleri Cemre, Murat Kaan, Şeyma, Ahmet Utku, Melih ve Nisa olan arkadaşlar ile tanıştık. Bir an önce tura başlamak istediğimi açık bir şekilde anlatan gözlerle bakınca, öğretmenim “Bu güzel ilimizdeki ilk durağımız, Konuralp Antik Kenti olacak. “ diyerek lafa başladı. Tekrar arabaya bindik ve ilk durağımıza varmak için geçen her dakika bana bir saatmiş gibi gelmeye başladı.

Buranın havası gittiğim hiçbir yere benzemiyordu. Karşımda gördüğüm yapı o kadar ilgi çekiciydi ki… Öğretmenimin bir an önce konuşmaya başlamasını istedim. Ezgin Öğretmen “Burası halk arasında 40 Basamaklar olarak bilinir.  Dikdörtgen şeklinde olan tiyatronun, sağda ve solda bir koridora açılan kemerli geçitleri bulunmaktadır. Kemerlerden yalnızca en sağdaki, yarım daire şeklinde bugüne kadar ayakta durabilmiştir.” dedi.

Öğretmenimin her kelimesi içimdeki merakı alevlendiriyordu. Zaten tarih dersini de çok sevdiğimden bu yerle içten içe bütünleşmiştim. Yalnızca ben değil, annem ve babamın da ilgisini gözlerinden anlayabiliyordum. Tüm bunları kafamdan geçirdiğim sırada Ezgin Öğretmen’ in “Gitme vakti Öykücüğüm.” demesiyle irkildim. Buradan gitmek istemiyordum hatta elimde olsa zaman makinesini icat ederek Prusias Krallığı Dönemine ışınlanmak ve burası hakkındaki her bir detayı yaşayarak öğrenmek isterdim. Ancak az sonra gideceğimiz “Pürenli Yaylası” hakkında da çok şey merak ettiğimden hemen arabaya binerek Düzce’nin yeşilliklerine baka baka ilerledik.

Her şey o kadar büyüleyiciydi ki uyuyakalmışı. Uyandığımda Pürenli Yaylası’na çok az bir mesafe uzaktaydık. Geldiğimizde annemin yüzüne baktım ve içindeki heyecanı ne denli dışarı yansıttığına birebir şahit oldum. Çünkü annem küçükken hep babasıyla yaylada vakit geçirirmiş. Her yaylanın onun için özel bir anlamı vardır.

Ezgin Öğretmen “Pürenli Yaylası, Topuk Yaylası, Kardüz Yaylası, Odayeri Yaylası doğanın coşkusunun renk cümbüşüyle; su seslerinin kuş sesleriyle kaynaştığı yaylalardır.” diyerek lafa girdi. Öğretmenim o kadar haklıydı ki… Nereye baksam birbirleri ile müthiş uyum sağlamış olan ve göze en güzel şekilde hitap eden yeşillikler vardı. Yeşilin her tonu mevcuttu. Bana kalsa her ağacın fotoğrafını ayrı ayrı çekerdim çünkü oradaki her bitki bana ayrı bir şey anımsatıyordu. Ezgin Öğretmen’imin, annemin duygulandığını görünce ona “Nergis Hanım, Öykü bana yaylara olan düşkünlüğünüzden bahsetmişti. Aslında buraya gelmeyecektik çünkü Düzce’de öyle harika yerler var ki buraya vakit kalmayacaktı. Ancak dediğim gibi Öykü bana gerekli açıklamayı gezi öncesinden yapmıştı ve burayı görmenizi çok istedim, umarım beğenmişsinizdir.” demesiyle annemin gözlerindeki yaşların Düzce topraklarına düşmesi bir oldu… Annem mutluluktan ağlıyordu ve bu mutluluğu bana yaşatan yaylalara ayrı bir yakınlık duydum. Fakat ayrılma vakti gelmişti yeni durağımız Samandere ve Güzeldere Şelaleleri”  idi…

Burayı görmeyi ise babam için istiyordum çünkü onun şelalelere her bakışında gözlerinden mutluluğunu anlayabiliyordum. Samandere Şelalesine geldiğimizde Ezgin Öğretmen “Bulunduğu köye adını veren Samandere Şelalesi, doğal oluşum özellikleri ile Milli Parklar Kanunu gereğince ve Orman Bakanlığınca “Tabiat Anıtı” olarak tescil edilmiştir. Bu şelalede ağaçların arasında şiddetle akan sular, beyaz köpükler halinde dökülerek, derin kayalıkların arasında adeta kaynamaktadır…” Şimdi ise Güzeldere Şelalesindeyiz.

Önce Samandere’ ye sonra buraya uğramak mantıklı olmuş, orası da güzel olmasına rağmen burası daha da güzeldi, bizi yemyeşil bir yeşillik alan karşıladı. Kamp yapan mı dersiniz, piknik yapan mı dersiniz her şey harikaydı. Şelale girişindeki çeşmeden buz gibi su, her şeyi unutturuyor. Şelale yolu biraz uzak olduğu için yorucuydu ama şelale gerçekten harikaydı. Öğretmenim “Şelaleye merdivenlerden aşağıya doğru iniliyor,  ağaçların bulunduğu alan sizi karşılıyor. Aşağısı küçük çocuklara uygun olmayabilir”   dedi. Arkadaşlarım ve ben yeşillik alanda koştururken annem, babam ve öğretmenim şelaleyi gezip geldiler. Babam öğretmenimi pürdikkat dinliyordu ve bana bakışları ile bu eşsiz güzelliği ona görebilme imkanı sunduğum için teşekkür etti. Ardından yola devam ettik…

Yolumuzun üzerinde Efteni Gölü için arabamıza bindik. Efteni Gölü ile ilgili Ezgin Öğretmenim bir tanıtım broşürü verdi. Broşürde “ Efteni Gölü 35’i kalıcı olmak üzere 150 tür kuşa ev sahipliği yapmaktadır. Kuzeybatı-güney rotasındaki ( Trakya-Boğaziçi-İç Anadolu) göç yolu üzerinde bulunan alan Türkiye’de ender görülen ve nesli tükenmekte olan kuş türlerini barındırmaktadır. Kuşların göç yolları üzerinde önemli bir konaklama ve beslenme sahası olan Efteni Gölü, özellikle kışları Avrupa’da yaşayan ancak daha güneye inemeyen bazı göçmen kuşların kışlama ve bazı kuş türlerinin kuluçka alanıdır. Bu nedenle göç mevsiminde değişik türden çok sayıda kuş gözlenebilmektedir. Efteni Gölü koruma alanında bulunan diğer kuş türleri ise; nesli tükenme tehlikesi altında olan kuğu, turna, mezgeldek, toy, Sibirya kazı, küçük karabatak, boz ördek, çıkrıkçın, kaşıkçın, potansiyel tehdit altında olanlar, yeşilbaş, fiyu, bekri, kılkuyruk, mazar, pasbaş, elmabaş’dır.

Çevrede kuş türlerinin izlenebilmesi için 1 adet seyir terası bulunmaktadır. Leylekler, yaban ördekleri, tepeli beyaz balıkçıllar, angıt, sakarmeke, kuğular, gölün gediklilerinden olup kolay görünenler arasında yer almaktadırlar.

1992 yılında Orman Bakanlığı Milli Parklar Av-Yaban Hayatı Koruma Genel Müdürlüğü tarafından, av ve yaban hayvanlarının muhafazası, göçmen türlerinin göç yollarının güvence altına alınması, yaşama ortamlarının korunması, geliştirilmesi, iyileştirici tedbirlerin alınması, barınma, beslenme ve uygun yaşama koşullarının sağlanması amacı ile koruma statüsüne alınmış ve avlanma yasaklanmıştır.

Av yasağı dışında olta balıkçılığı yapılabilen Efteni Gölü’nde, karabalık, sazan, turna, tahta balığı, kızılkanat, karakanat, dikenlibalık, kadıncık, yılanbalığı, akbalık, ve tatlısu hamsisi yaşamaktadır.” bilgileri yazmakta idi. O kadar muhteşem bir yedi ki anlatamam. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. Seyir terasına çıktık her tarafı büyük bir heyecanla izledim.

Melen Çayı üzerinde 425 hektar alana kurulmuş olan ve göze sığmayan güzellikteki Hasanlar Baraj Gölü, Büyük Melen Nehri çevresinde raftinge elverişli 13 km parkuru ile Türkiye’nin 3. büyük raftinginin yapıldığı Cumayeri, Aktaş Köyü’ne 3 km mesafede bulunan Aktaş Şelalesi, Düzce’nin Akçakoca ilçesinde bulunan ve mağaranın havasının astım hastalığına iyi geldiği düşünülen Fakıllı Mağarası ve daha birçok ilginç yer gezdik. Hepsi ayrı ayrı büyülü yerlerdi. Ancak en çok etkilendiğim yer Fakıllı Mağarası idi. Bunun nedeni, orada hayatımda ilk kez bir canlı yarasa görmüş olmam. Ben tüm bu yerleri düşünürken karnımdan çıkan şiddetli guruldamayla kendime geldim. Annem, babam, öğretmenim ve ben yorucu ama bir o kadar harika bu günün sonunda Düzce’nin leziz yemeklerini tatmaya karar verdik.

Daha restorana adımımı atar atmaz burnuma gelen yemek kokuları beni büyüledi. Yemekte “Çerkez tavuğu” ile “Göbete” adındaki çok lezzetli iki tadı denedim. Çerkez tavuğu denen yemeği yerken aldığım tadı başka hiçbir zaman almamıştım. Göbete de en az Çerkez tavuğu kadar güzel bir börekti. Annem ise Kızılca mancarı adı verilen, cam güzeli’ne benzeyen fakat yeşil olan bir sebze yedi. Yemeği çok sevdiğini belli eden mimikleri, içimde bu yemeğe karşı bir merak uyandırdı ve mancarı hiç sevmememe rağmen annemin tabağından bir kaşık aldım ve anneme bu yemeğin tarifini alarak her hafta hatta her gün yapmasını rica ettim. Bunun üzerine gülen öğretmenim “Olur mu Öykücüğüm, her gün aynı yemeği yersen vücuduna gerekli olan diğer besinleri vermemiş olursun ve bu da sağlık sorununa yol açabilir.” diyerek bana küçük bir uyarıda bulundu. Öğretmenim haklıydı ve ona başımı olumlu yönde sallayarak cevap verdim. Babam ve öğretmenim henüz acıkmadıkları için tatlı söylediler. Bu tatlıya “Melengücceği” adı veriliyormuş. Adı, insanda merak uyandıran bu tatlının kokusu ve tadı dünyadaki diğer tüm tatlılara taş çıkartır. Bize yemekleri servis eden teyze “Afiyet olsun.” dedi ve sesindeki samimiyetten cesaret alarak ona düzce hakkında en çok merak ettiğim şeyi sordum. “Düzce’nin nesi ünlüdür teyze?” dedim ve teyze bana hiç cevap vermeden yanımızdan ayrıldı. Çok üzüldüm ve kendimi beni duymamış olma olasılığına inandırmak istediğim sırada elinde bir poşet tutarak yeniden yanımızda belirdi ve poşeti bana vererek “Düzce’nin fındığı ve tütün kolonyası çok meşhurdur, kızım. Buyurun bu benden size küçük bir hediye. Afiyetle yiyin!” dedi. Az önceki üzüntüm yerini mutluluğa bıraktı ve ona teşekkür ederek restorandan çıktık.

Bu güzel ve asla unutamayacağım gün için öğretmenime, arkadaşlarıma ve aileme o kadar minnettarım ki… Düzce kadar eşsiz bir ili bana tanıtan öğretmenim ve arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. Tüm bu güzellikleri yaşarken bana eşlik eden ailem ile yeni bir ile yolculuğa çıkmaya hazırım. Bakalım beni neler bekliyor…

59
Bolu

                           ÖYKÜ BOLU’DA

Benden selam olsun Bolu Beyi’ne (Köroğlu)

Aklımdan Köroğlu dizesi geçerken Düzce’yi geride bırakıp Bolu Dağı’na gelmiştik. Abant sapağına gelince yol kenarında heyecanı yüzlerinden okunan bir grup vardı. Ferda Öğretmen ve öğrencileri olduğunu düşünerek yavaşladık.Tahminimiz doğruydu. Onları görünce benim de heyecanım artmıştı.Kısa bir tanışmanın ardından arabamızı uygun yerde bıraktık, bizim için ayarlanmış araç ile yola devam ettik. Hepimiz, aynı araçta olunca samimi bir ortam oluştu. İlk durağımız Abant’a giderken ”Önce güzel bir kahvaltı ile başlayalım gezimize.” dedi Ferda Öğretmen. Abant yolunda güzel bir bahçede kahvaltımızı yaptık.Karnımızı doyurduktan sonra yol boyunca sıralanmış ahşap yapıların güzelliğine dalmışken Abant’a varmıştık bile.İlk olarak girişteki Doğal Yaşam Müzesine uğradık.Müzede bu bölgede yaşayan vahşi hayvanların ve yetişen bitkilerin örneklerini gördük.Abant çok fazla canlıya ev sahipliği yapıyordu. Çevresi çam ağaçlarıyla kaplı gölün manzarası muhteşemdi. Büyükşehirlere yakınlığı dolayısıyla dört mevsim misafiri varmış gölün.Gelin arabası gibi süslenmiş faytonlar dikkatimi çekmişti.Bunu fark eden Ferda Öğretmenim “Gölün çevresini faytonla dolaşmaya ne dersiniz?” deyince sevinç çığlıkları attık.Şarkılar eşliğinde gölü turladık .

Abant üzerinden , Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası ,Akşemseddin Hazretlerinin türbesinin olduğu Göynük ilçesine geçtik.Ziyaretimizin ardından yapımı 1922’ye dayanan Zafer Kulesi’ne çıktık.Kulenin değişik bir mimarisi vardı ve buradan Göynük çok güzel görünüyordu.İpek Yolu üzerinde bulunan eski Osmanlı kasabası Mudurnu ise çok sevimli bir ilçeydi.Ahilik geleneği halen devam ettiriliyormuş. Her cuma seladan önce tüm esnaf biraraya gelir,esnaf duası yaparmış.Esnafların kimi oturarak kimi ayakta bu duaya katılırmış.Çok ilginç değil mi? Öğle yemeği için ilçedeki tarihi konağı seçtik.Burada gelenlere yöresel yemekler ikram ediliyordu. Bakla çorbası,keşli cevizli makarna,kabaklı gözleme çok lezzetliydi. Merak edip “keş nedir?” diye sordum:”Yoğurttan yapılan bir tür peynir” dedi Büşra.Keşi sevmiştim.Karnımız doymuştu.Konakta bize meşhur Mudurnu helvası da ikram ettiler.Bu tadı da çok beğendim.Bolu’yu gezmeye devam ediyorduk.Akkayalar’a vardık.Bolu’nun Pamukkalesi diyebiliriz.Travertenler vardı.Bu beyaz görünümlü kayaların oluşumunu;suyun aniden basınçla çıkmasıyla ,kayaların üzerine kalsiyum karbonatın ince katmanlar olarak yerleşmesi şeklinde açıkladı Ferda Öğretmen.Travertenlerin yanı başında ise çeşme vardı. Efe: “Buranın suyu çok güzeldir Öykü.”İçmek ister misin?” dedi.İçmek için eğildim.İçtiğim anda püskürttüm .O da ne!Bildiğimiz maden suyu.Arkadaşlarım başladı gülmeye .Ferda Öğretmen koşarak yanıma geldi.”Öğretmenim merak etmeyin. Öykü’ye ufak bir şaka yaptık” dedi Vildan.Ferda Öğretmen de gülerek: “Çocuklar keşke arkadaşınıza maden suyu olduğunu söyleseydiniz.” dedi.Oradaki yüzme havuzunun suyu da sodalıymış bunu duyunca bir kez daha şaşırdım.

Bolu deyince ilk akla gelen isimlerdendir Köroğlu. Arkadaşlarımın hepsi Köroğlu’nun hayatını okumuştu. Zalim Bolu Beyi’nin zulmünü bitiren yiğit Köroğlu Anıtı’nın önünde hatıra fotoğrafımızı da çektirdik.Bolu’da dikkatimi çeken bir isim daha vardı.İzzet Baysal… Neredeyse bu ismi her yerde gördüm. Az ilerde de onun anıtı vardı.İzzet Baysal Bolu’nun mimarıymış.Bolu için yaptığı hizmetin sayısı yok. O gün bunları dinledikten sonra ileride adımı yaşatacak eserler bırakmaya karar verdim.Yolculuğumuz şarkı söyleyerek ,fıkra anlatarak devam ederken Gölcük’e çıkıyorduk.Yol çok virajlıydı.Arkadaşlarım bu yola alışkındı fakat benim midem fena olmaya başlayınca ben susmayı tercih ettim.

Gölcük harika orman manzarası ile seyrine doyulmayacak bir tabiat parkıydı..Gölcük’ün simgesi haline gelen göl evini arkamıza alarak bol bol fotoğraf çektirdik.Bu güzel manzarayı arkadaşlarımın da görmesi için ben de fotoğraf çektim.

Yedigöller’e yaklaştığımızı düşünürken yol kenarında devasa bir heykel vardı.Yanında kocaman Mengen Aşçılar Diyarı yazıyordu.”Bu heykel Dünya’nın en büyük aşçı heykeli.” Dedi, Emirhan.Fotoğraf

için indiğimizde hepimiz yanında ufacık kalmıştık. Bolu Mengen aşçıları ile ünlüymüş. Hatta öyleki Atatürk’ün aşçısı bile Mengenliymiş.

Aracımıza bindikten sonra Yedigöller yoluna girdik.Bir ara gözlerim kapanmış.

-“Öykü uyan!” sesleriyle gözümü açtığımda gözlerime inanamadım, bu bir karacaydı.Koyu kahve rengiyle çok sevimliyidi.Sanki gezmeye çıkmıştı.Ormanlık alana doğru gitti.Biz de Yedigöller’e gelmiştik. Heyelan sonucu oluşan yedi göl harikaydı.

Milli park Yedigöller’in içinde:Büyükgöl,Seringöl,Deringöl,Nazlıgöl,Küçükgöl,İncegöl ve Sazlıgöl vardı.Yedi gölü gezmeyi bitirdiğimizde hava kararmaya başlamıştı.Geceyi burda ,kamp alanında kurulacak çadırlarda geçireceğimiz için beni bir heyecan sardı.Kamp alanına gittik.Çok fazla çadır vardı.Bizde el birliğiyle kendi çadırlarımızı kurduk.Annem ve babam çadırın içine yerleşince ben biraz arkadaşlarımın yanına gittim.Döndüğümde annem ve babam çoktan uyumuştu.Bende uzandım hızlı geçen günü düşündüm.Su diye soda içtiğim an gözümde canlanınca kendi kendime gülerek gözlerimi yumdum. Yeni bir şehre merhaba! Merhaba Karabük.

61
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

           ÖYKÜ CUMHURİYET KENTİ KARABÜK’TE

Bolu’daki güzel gezimizden sonra sırada tarihi ve doğal güzelliklerini duyduğum ve çok merak ettiğim Karabük’e gidiyoruz. Sabaha doğru çıktığımız Karabük yolculuğunda içimi büyük bir heyecan kaplamıştı. Acaba orada beni nasıl maceralar beklemekteydi? Günün ilk ışıkları yüzüme vurduğunda Karabük il sınırına gelmiştik. Karabük’e geldiğimizde Tuba Öğretmen ve öğrencileri karşılayacak, onlarla kent meydanında buluşacaktık. Tuba Öğretmen ve öğrencileriyle buluştuktan sonra bizi kahvaltı yapmak için Safranbolu’daki bir Yörük köyüne giderken Karabük maceramız başlıyordu. Karabük’ün en merak ettiğim ilçelerinden UNESCO’nun “Dünya Miras Listesi”nde olan Safranbolu’ya doğru yola çıktık. Oraya gittiğimizde bizim için çok güzel bir köy kahvaltısı hazırladılar. Tereyağı, bal, kaymak, yörüklerin kendi yaptıkları çeşit çeşit peynirler ve sahanda köy yumurtası vardı. Kahvaltımızı bitirdikten sonra Safranbolu’da bir kanyonun üzerine yapılmış olan 80 metre yükseğe inşa edilen cam teras, 75 ton ağırlığı kaldırabilecek güce sahip bir yer olsa da üzerine çıktığımızda korkuyla babama sarıldım ve babamın korkacak bir şey olmadığını söylemesiyle biraz da olsa rahatlayıp etrafı seyretmeye başladm. Yeşilliklerin arasında kalan cam teras eşsiz bir manzaraya eşlik ediyordu. Kristal Cam Teras’dan indikten sonra Tokatlı Kanyonu’nu gezerek Saklı Cennet Taş Değirmeni ile devam ettik gezimize. Safranbolu’daki gezimiz bitmeden Tuba öğretmen ve öğrencileri bizi bir de Hıdırlık Tepesine çıkardı. Buradan da Safranbolu’nun eşsiz manzarazını tarihi evlerini izledikten sonra yerli ve yabancı turistlerin dikkatini çeken Cinci Hanı ve Cinci Hamamı’nı ve Tarihi Safranbolu Evleri’ni gezerken bir sürü fotoğraflar çekildik. Buradan çıktıktan sonra hep birlikte Arasta Çarşısı’na gittik. Yemeniler, eskiden ayağa giyilen deri ayakkabılar, Safranbolu evi maketleri ve tabiki de Safranbolu’nun meşhur lokumları o kadar güzeldi ki hepsinin tadı damağımızda kalmıştı. Ayrıca burada Safranbolu ismini en kalitelisi Safranbolu’da yetişen safran bitkisini gördük. Safran; ilaç, gıda ve kozmatik sanayisinde kullanılıyormuş. Daha sonra el sanatlarının yoğun olarak yapıldığı Safranbolu’da hediyelik eşyaların yapıldığı dükkanlara gittik. Oradan Konya’daki arkadaşlarım için buradaki gezimizden onlar içinde hediyelik hatıra eşyaları aldım. Safranbolu’daki gezimiz biterken yol üzerinde bulunan Bulak Mağarası’na gelmişti sıra. Mağaranın içinde o kadar çok merdiven vardı ki ilk gördüğümde çok şaşırdım. Mağaranın içindeki hava nemli olduğundan hepimizin saçları biraz ıslanmıştı.

Mağaradan çıktıktan sonra 1937 yılında Atatürk’ün talimatıyla kurulan  ve 15 haneli bir köy iken bugün Karabük’ün ortaya çıkmasına katkıda bulunan Türkiye’nin ilk ağır demir-çelik sektörü olan KARDEMİR’i  ziyaret ettik. Burada demir ve çeliğin eritilmesini izlemek beni çok heyecanlandırdı. Türkiye ekonomisine büyük katkısı olan bu fabrikayı gezmek gerçekten gurur vericiydi. Sıradaki durağımız Karabük’ün tertemiz havasına sahip, yeşilliklerle dolu Eskipazar ilçesinde bulunan Hadrianapolis Antik Kenti’ndeydi. O kadar çok merak ettiğim şey vardı ki burası hakkında. Yeşil çam ağaçlarının arasında geçirdiğimiz heyecanlı yolculuktan sonra nihayet Eskipazara gelmiştik. Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Hadrianapolis’teki eski kilise mozaik yazılarıyla oldukça ilgi çekiciydi. Tuba öğretmen taşların üzerinde on satırlık Yunanca yazının kilisedeki en özel köşelerden biri olduğunu söyledi. Ayrıca buranın kültür turizmi için çok önemli bir yere sahip olduğunu da ekledi. Daha sonra burada yaşamış olan eski uygarlıklardaki krallardan bir tanesinin mezarı olduğu düşündükleri mezarlıkları gezdik. Hadrianapolis’te de hatıra fotoğraflarımızı çektikten sonra ne kadar acıktığımızı fark ettik ve burada tanıştığım arkadaşım Ecrinlerin evine yemeğe gittik. Annesi bizim için buranın yöresel yemekleri olan Sütlü keşkek çorbası, hingel makarna, lahana sarması ve kara helva diye bilinen miyane helvası yapmıştı. Hepsi birbirinden lezzetli yemekleri yedikten sonra burada tanıştığım yeni arkadaşlarım ve Tuba öğretmenle vedalaştıktan sonra bizi bekleyen yeni maceralar için yola çıkmaya hazırlanıyorduk. Hoşçakal Karabük…

63
Zonguldak

            ÖYKÜ KARAELMAS DİYARI ZONGULDAK’TA

Gün çoktan ağarmıştı. Sonunda Zonguldak’a varmıştık. Yeşilin bin bir tonunu barındıran, eşsiz güzellikteki ağaçlarla süslenen ormanların ve kömürün kenti Zonguldak merhaba! Terminalde bizi sıcacık gülümsemeleriyle karşılayan,  kocaman ailemin yeni üyeleri size de merhaba!
Arabadan inince Aysel Öğretmen , Aleyna, Fatih, Özge ve Melek ismindeki arkadaşlarımla, içten bir hoş geldiniz cümlesinin ardından hemen kaynaştık. Aysel Öğretmen bizi yöresel köy kahvaltılarının olduğu Fener’de deniz kenarındaki bir restorana götürdü. Hem manzara hem de sofradaki yiyecekler harika görünüyordu. Cizleme, köy peyniri, böğürtlen marmeladı, Osmanlı çileği reçeli, kiren (kızılcık)reçeli, çiğli keşli yumurta, serme, lokma, çılbır, kestane balı, mis gibi köy tereyağı, süt kaymağı ve daha neler neler…Yolculuk ve deniz havası bizi çok acıktırmıştı. Kahvaltının ardından Aysel Öğretmen gezi rotamızı gösteren bir harita çıkardı. Gezilecek yerlerin adını duydukça tarifsiz bir heyecan sardı içimi. Bir de Zonguldak’la ilgili çok önemli bilgiler verdi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, Türkiye’de kurulan ilk ilin Zonguldak olduğunu öğrendim.
İlk durağımız Türkiye’nin ilk maden müzesi olan Zonguldak Maden Müzesiydi. Zonguldak’ın karaelması olan kömürü yerinde tanıyacaktım. Müze müdürü ve müze görevlileri bizi ilgiyle karşıladılar. Ülkemizde madenciliğin gelişimi ve Zonguldak ile ilgili kısa bir tanıtım filmi izledik. Öğrendim ki Zonguldak Yüksek Maden Mühendisi Mektebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin maden mühendisi yetiştiren ilk yüksekokuluymuş. Milli şairimiz Behçet Kemal Zonguldak Maden Yüksek Mühendis Mektebinde okurken 10. Yıl Marşımızı burada yazmış. İlk tenis kortu da Zonguldak’ta yapılmış. Filmin ardından müzeyi gezmeye başladık. Bir madenci büstü dikkatimi çekti. Madencilerin ailesine duyduğu özlemi anlatmak için baş kısmındaki oyulmuş bölüme madencinin eşi ve çocuklarının olduğu figürler yerleştirilmişti. Müze gezimizin devamında Türkiye’de madencilerin kullandığı aletler, maden kazma simülatörü, maketler ve daha neler neler gördüm. Müze duvarında Orhan Veli Kanık’ın dizeleri dikkatimi çekmişti.
Siyah akar Zonguldak’ın deresi
             Yüz karası değil, kömür karası
             Böyle kazanılır ekmek parası.” 

Müzeden çıktığımızda kömüre daha farklı bir gözle bakar oldum. Meğer ne kadar da emek varmış ve kömür ne zor şartlar altında çıkarılıyormuş.
Müze gezimizin ardından müze bahçesindeki TTK Maden Eğitim Ocağı’na girdik. Görevli güvenliğimiz için bize değişik renkte baretler dağıttı. Renklerin anlamlarını sorduğumda her birini takanın ayrı bir görevi olduğunu öğrendim. Not defterime hemen yazdım. Maden ocağında ilerledikçe heyecanım artıyordu. Görevlinin söylediğine göre Zonguldak’ta çok eski çağlarda dinozorlar yaşıyormuş. Maden ocaklarındaki kazılarda birçok canlının fosiline rastlanıyormuş. Ceviz büyüklüğündeki bir kömürde kilometrelerce gözenek varmış. Duyduklarım çok ilgimi çekmişti. Maden ocağı hakkında edindiğimiz bilgilerden sonra görevlilere teşekkür ederek müze bahçesindeki Maden Şehitleri Anıtı’nda fotoğraf çektirdikten sonra Ereğli’ye doğru yola çıktık.
Ülkemizde kömürü ilk kez 1829 yılında Uzun Mehmet adında Ereğlili bir deniz eri bulmuş ve Ereğli’de anıtı varmış. Bu bilgileri hemen not defterime kaydettim.
Ereğli denince akla ilk gelenlerden biri de kralların yiyeceği olarak bilinen Osmanlı çileğiymiş. Bu çilek diğerlerine hiç benzemezmiş. Açık renkte, küçük ve nazik bir çilekmiş. Çileğin sabah çok erken saatlerde toplanması gerekiyormuş. Ereğli’de her sene haziran ayında “Osmanlı Çileği Kültür ve Sanat Festivali” düzenleniyormuş. Öğrendiğim bilgilerden sonra Osmanlı çileğini tatmak için sabırsızlanıyordum. Ne şanslıyım ki yol kenarında sepet sepet çilek satan teyzeleri görüp durduk. Teyzelerle merhabalaştıktan sonra bir sepet çilek alıp tattık. Gerçekten daha önce yediğim çileklere hiç benzemiyordu. Tadı ve aroması çok nefisti.

Ereğli’ye varmıştık. Aleyna, Ereğli’de temmuz ayında” Uluslararası Sevgi, Barış, Dostluk Kültür ve Sanat Festivali”, Aralık ayında ise “Hamsi Festivali” nin yapıldığını söyledi. Önce Gazi Alemdar Müzesi’ni gezdik. Müzeden sonra Cehennemağzı Mağaraları’na doğru yola koyulduk. Cehennemağzı Mağaraları’nın zemini geometrik motifli mozaiklerle süslüydü. Buna hayran kalmamak imkansızdı. Ereğli Anadolu uygarlıklarının kesişme noktasıymış. Hatta Yunan mitolojisindeki Herkül’ün (Herakles) efsanesi Ereğli’de geçiyormuş. Ereğli’nin adının Herakles’ten geldiği söyleniyor ve ”Herkül’ün Şehri” anlamını taşıyormuş.

Gezimizin devamında Alaplı ilçesinin Gümeli beldesindeki, Dünyada 5.Türkiye’de ise ilk sırada yer alan 4112 yıllık porsuk ağacını görmeye gittik. Bronz Çağında filizlendiği saptanan Anıt Ağaç oldukça heybetliydi. Porsuk ağaçlarının en önemli özelliği eski çağlardan beri hayata yeniden tutunmanın simgesi olmalarıymış.

 

Alaplı’dan dönüşte Türkiye’nin en uzun 10. , Zonguldak’ın en uzun 2. Mağarası olan Gökgöl Mağarası’na uğradık. Bu mağara halen aktif bir damlataş mağarasıymış ve yaklaşık 350 milyon yaşındaymış. Mağara içerisinde damlataş oluşumları (sarkıt, dikit, sütun, bayrak damlataşı ve makarna sarkıtlar) vardı. Mağaranın değişik yerlerine Fosil giriş, Astım Salonu, Harikalar Salonu ve Mucizeler Salonu gibi ilginç isimler verilmişti.
Sıradaki durağımız Devrek ilçesiydi. Devrek’te bizi Elanur,  Buse ve Hayriye arkadaşlarımız karşıladı. Bize Devrek simidi ikram ettiler. Cumhuriyet Meydanı’na vardığımızda kocaman bir baston heykeli ile karşılaştık. Elanur Devrek bastonunun çok meşhur olduğunu, her yıl haziran ayında “Devrek Baston ve Kültür Festivali” düzenlendiğini söyledi. Meydandan az ileride Devrekli şairler Rüştü Onur ve Müfide Güzin Anadol’ un büstlerini gördüm. Bastoncular Çarşısı’na gittiğimizde çeşit çeşit baston örnekleri ve hediyelik eşyalar vardı. Bu bastonlar diğerlerinden işçilik olarak daha farklıymış. Farkın nedeni gövdesinde el emeği işleme kullanılması, kızılcık (kiren) ağacından yapılması ve  pabuç kısmında kayma ve aşınmayı önlemek için manda boynuzu kullanılmasıymış. Dedeme hediye etmek için bu özel işlemeli bastonlardan bir tane aldım. Buse arkadaşımız bizi bir yakınının çalıştığı yöresel ürünler dükkanına götürdü. Dükkan sahibi Devrek’in meşhur Beyaz baklavasından ikram etti. Çok beğendik ve kısa bir sohbetten sonra Aysel Öğretmen ve öğrencilerinin yaşadığı Gökçebey’e doğru yola koyulduk. İlçenin eski adı Tefenmiş ama ilçe olduktan sonra Tefenni ilçesiyle karışmaması için değiştirilmiş.
İlk önce Yöresel Herkime Evlerine gitmek üzere araçlara bindik. Hacımusa  Köyüne  yaklaştığımızda öğretmenimiz araçtan inip aşağıdaki manzarayı görmemizi söyledi. Kantar Şelalesi kayalıkların arasından tüm coşkusuyla akıyordu. Şelalenin diğer tarafında kardeşcesine yaşayan çeşit çeşit ağaçların oluşturduğu ormanlar vardı. Zonguldak ağaç çeşitliliği konusunda çok zengin bir ilimizmiş. Temiz havayı derin derin içime çekip otobüse bindim. Sonunda Yöresel Herkime Evi’ne varmıştık. Orada bizi Gülnur, Eren, Deniz, İrem arkadaşlarımız karşıladı. Ahşap köy evinin üst katına çıktığımızda harika bir yer sofrasıyla karşılaştık. Adını ilk kez duyduğum yöresel yemekler nefis görünüyordu. Tavuklu börek, pırasalı yumurtalı kabalak, malay, tirit, karalahana sarması, darı mancarı, keşli cevizli erişte, göce çorbası, balkabaklı cevizli tatlı börek, kızılcık şerbeti ve daha neler neler… İlk kez tattığım bu yemeklere hayran kalmıştım.
Sırada Veyisoğlu Köyündeki 500 yaşındaki Anıt Ağaç vardı. Kocameşe mevkiine vardığımızda Anıt Ağacın yanında Ali Rıza Öğretmen bekliyordu. Bizi ilgiyle karşıladı. “Anıt Ağaç’la” ilgili efsaneleri anlatmaya başladı. Bu ağacın hikayesi çok ilgimi çekti. Ali Rıza Öğretmen’le vedalaştıktan sonra Çanakçılar Hayvanat Bahçesi’ne gittik. Girişte bizi serbest dolaşan flamingolar karşıladı. İlk kez flamingolarla bu kadar yakın mesafede yürüyor olmanın sevinciyle ilerledim. Kazlar, ördekler, pelikanlar, leylekler yanımdan geçip gidiyordu. Hepsinin fotoğrafını çektim. Az ileride maymun evlerinin yanına gittiğimde içerdeki maymunun türlü türlü şirinlikleriyle karşılaştım. Tavus kuşları hemen karşımda duruyordu. Sanki bana hoş geldin demek ister gibi turkuaz ve yeşilin en güzel tonlarını barındıran tüylerini görkemlice açıp beni selamlıyorlardı. Geyikler, karacalar, ayılar, sincaplar, köpekler, hatta konuşan kırmızı bir papağan bile vardı. Hayvanları yakından görmek beni çok mutlu etmişti. Hayvanat bahçesinin yanındaki Çanakçılar Arkeoloji Ve Etnografya Müzesi’ne de girdikten sonra Çaycuma’ yı  görmek  üzere yola koyulduk. Çaycuma’nın manda yoğurdu çok meşhurmuş. Manda yoğurdunu tatmak için yol kenarında yöresel ürünler satan bir dükkana girdik.Bu yoğurdun en önemli özelliği normal yoğurtlara göre daha katı olmasıymış. Kaşığa alıp ters çevirdiğinde bile düşmezmiş. Tattığımız manda yoğurdu da böyleydi, çok şaşırmıştım. Anneannem için ise tel kırma pelement bezinden masa örtüsü aldım. Çaycuma gezimizin esnasında öğretmenimiz Filyos Beldesi’yle ilgili de birçok bilgi verdi. Filyos’ un en büyük özelliği, Karadeniz kıyılarında, kazılan ilk ve tek  arkeolojik kent olmasıymış. Bu nedenle Filyos’ ta kale, sahil surları, su kemeri, tiyatro, savunma kulesi ve çeşitli mezar anıtları varmış. Çoğu Roma Döneminden kalan kalıntılarmış. Antik dönemin önemli yerleşim yerlerinden biri olduğu için Filyos koruma altına alınmış.
Akşam , Aysel Öğretmenlerin evine konuk olduk. Yemekten  sonra Aysel Öğretmen’in kızları Ada ve Lidya ile oyunlar oynadık. Çok eğlenceli bir gezi olmuştu. Yorulmuştum ama buna değmişti. Artık dinlenme vakti gelmişti. Yeni yerler, yeni insanlar tanımanın verdiği mutlulukla uyuyakalmışım. Sabah gün aydınlanırken yola çıkmadan önce öğretmenimiz bana Zonguldak’ı hatırlatacak bir madenci heykeli hediye etti. Vedalaşırken çok duygulandım. Bu gezi sayesinde kocaman bir ailem olmuştu. Hoşça kal Anadolu’nun yeşil gözü Zonguldak…

65
Bartın

                        ÖYKÜ BARTIN’DA

Batı Karadeniz’de doğal güzellikleri, plajları, tarihi yapıları, mağaralarıyla ilgi çeken bir şehir olduğunu araştırdığım Bartın’da bizi heyecanla bekleyen sıcacık yürekler vardı. Bartın’a vardığımızda 15 Temmuz Şehitler İlkokulu 4-A sınıfı öğretmeni ve öğrencileri beni karşıladı. Heyecanla ve hızlı adımlarla onların yanına vardığımda sevgi dolu bir öğretmen, pırıl pırıl bir öğrenci grubu ile tanıştım. Sınıf öğretmeni Sinan Öğretmen, Melike, İrem, Tuana, İpek, Gözde, Nilda ve diğerleri sevgi yumağı halinde beni kucakladılar. İlk defa karşılaştığım Sinan Öğretmen ve arkadaşlarımla birlikte kısa bir yolculuk sonrası öğretmenim ve arkadaşlarımın okulu 15 Temmuz Şehitler İlkokulu’na vardık. Okulu çok beğenmiştim. .

Bütün sınıf bir an önce geziye başlamak için can atıyoruz. Sinan Öğretmen bize çok büyük bir sürpriz yaparak bizi ırmak kenarında çok güzel bir yerde kahvaltı yapmaya götürdü. Bu kocaman ırmağa Bartın Çayı diyorlar. Bartın Çayı’nın Türkiye’nin üzerinde ulaşım yapılan tek akarsuyu olduğunu da gezimiz sayesinde öğrenmiş oldum.  Gazhane Parkı diye bir yerde kahvaltımızı yaptıktan sonra tekneyle Bartın Çayında Eski Değirmen denilen bir yere gezi yapacakmışız. Açıkçası tekne gezisini duyunca biraz korktum çünkü yüzme bilmiyorum. Nihayet kahvaltı bitti ve hepimiz yaşlı tonton bir reisin kullandığı şirin bir tekneye bindik. Nehir boyunca ilerlerken Ordu Yeri Köprüsü’nün altından geçtik. Sinan Öğretmen “Bakın çocuklar bu köprünün adı Ordu Yeri Köprüsü. Bu köprüyü Fatih Sultan Mehmet yaptırmış. Bartın’ı fethederken Ordu Yerinde konaklamış ve nehri geçebilmek için bu köprüyü yaptırmış.” dedi. Çok heyecanlandım ve çok duygulandım. Sonra tekneyle eski değirmeni gördük ve geri döndük.

Gezimizin ikinci ayağı olan Bartın Kent Müze’sine gitmek üzere hareket ettik. 4 bin yıllık Bartın tarihinin anlatıldığı kent müzesinde tarihi zanaatçılar çarşısı, gemi yapımcılığı, ticari hayatı, madenciliği, tarihi Galla Pazarı, düğün gelenekleri, mutfak kültürü ve bir çok nadide eserlerin yer aldığı müzeyi çok beğenmiştim.

Bartın Kent Müzesindeki gezintimiz sona erdikten sonra Bartın’ın en güzel İlçesi olarak belirtilen Amasra’ya gitmek üzere araçlara doğru yürümeye başladık, hareket saati gelmişti. Heyecanımı gizleyemiyor; Amasra ile ilgili sorular sormaktan kendimi alıkoyamıyordum. Amasra yolculuğumuz başlamıştı. Dağları aşıp, Amasra’ya yaklaştığımızı hissettiğinizde Kuş Kayası Anıtını görmelisiniz. Aynı yolda kıvrıla kıvrıla inen bir yol üzerinden Amasra’ya girmek üzere iken, sağımızda kalacak Bakacak Tepesi’nde mutlaka bakmalısınız. Buradan Amasra’nın görünümü muhteşem, iki adalı, iki koylu ve beş tepeli Amasra karşımızda. Amasra ‘da sokaklar ve binalar temiz bir görünüm sergiliyor. Limandan mendireğe kadar yürüdük. Tarihi Amasra kalesine gidiyorduk. Kale duvarlarındaki birçok kapı ve geçitlerden geçtik, kalenin küçük liman kapısının temelinde Roma İmparatoru’nun yazıtını gördüm. Amasra kalesinde Ağlayan Ağaç, Tavşan Adası gibi doğal güzellikleri gördükten sonra Amasra Müzesi’ne geçtik.  Amasra müzesinde güzel vakit geçirdikten sonra yemek vakti gelmişti, çok güzeldi zamanı durdurmak istiyordum adeta. Amasra Çeşmi Cihan Restoran’da güzel bir Karadeniz balığı yedikten sonra, sahil boyunda bulunan bir kafede sıcak içecekler içtik. Tarihi Pazaryeri’ni gezdik. Buradan canım anneanneme çam sakızı çoban armağanı Bartın’ın geleneksel el sanatı olan tel kırma örtü aldım.

Daha sonra Amasra seyahati sona ermişti. Söz sahillerden açılmışken Güzelcehisar’a uğramadan  edemezdik. Evet. Tarih ve doğanın iç içe olduğu Güzelcehisar’ı 80 milyon yıllık “Lav Sütunları” daha da anlamlı hale getirmiş. Bartın küçük bir şehir olması rağmen o kadar çok gezilecek görülecek yeri var ki; Sinan Öğretmen Safranbolu-Bartın yolu üzerindeki Doğal Ağaç Tüneli’ni de sonraki durağım olan Kastamonu’ya giderken görebileceğimi söyledi. Arkadaşlarım ve Sinan Öğretmenime bu güzel gün için ne kadar teşekkür edeceğimi bilemiyordum. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ettim ve ayrılık vakti gelmişti. Sevgi dolu Sinan Öğretmenime ve pırıl pırıl 4-A sınıfı arkadaşlarıma gönülden teşekkürler. Bu küçük şehirde kocaman güzellikler ve sıcak insanlar var. Muhteşem bir günün ardından sonraki durağım Kastamonu’ya gitmek  üzere şimdi tekrar yola düştüm. Aklımda bu güzel şehir, biriktirdiğim güzel hatıralar ve yüzümde kocaman bir gülümseme var.

Hoşça kal Bartın…

 

67
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

           ÖYKÜ EVLİYALAR ŞEHRİ KASTAMONU’DA

Kastamonu’ya doğru gelirken bu ülkede doğduğum için çok şanslı biri olduğumu düşündüm ve bir kez daha Allah’a şükrettim. Kastamonu da Kamile Öğretmen ve öğrencileriyle buluşacağımız yere doğru giderken arabanın camından da dışarıyı seyrediyordum. Yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanlık bir yoldan geçmiştik. Tertemiz mis gibi bir havası vardı. Şehre girdiğimizde şehrin ortasından geçen dere dikkatimi çekti çok güzel görünüyordu yol kenarı sıra sıra ağaçlarla doluydu.

Şerife Bacı Anıtı’nın önüne geldiğimizde Kamile Öğretmen ve öğrencilerini gördüm anıtın önünde parkta bekliyorlardı park rengarenk çiçeklerle doluydu. Arabadan inip yanlarına gittik hemen tanışıp kaynaştık. Emre anneme ve bana kendi köylerinden getirdiği çiçekleri verirken bunlar Araç ilçesi İğdir Köyü’nden sizin için toplandı ve biz de sizler için oradan toplandık geldik deyince hepimiz gülümsedik.

Nurdan yanıma gelerek Şerife Bacı anıtını gösterdi ülkemizdeki en büyük anıtlardan biri olduğunu ve  Kurtuluş Savaşı mücadelesinde kahraman askerlerimize mermi ve silah  taşıyan Şerife Bacı’nın tek bir merminin bile ıslanmasına izin vermediğini sonradan da şehit olduğunu söyleyince hüzünlendik. Bu vatan için canını, göz kırpmadan veren ne çok şehidimiz vardı.  Kara Fatma, Halime Kaptan da Şerife Bacı gibi Kastamonuluydu.

Gezimize hemen oracıkta başlamıştık bile Yusuf çevremizdeki binaları  gösteriyordu anıtın arka tarafında kalan bina tarihi Vilayet Konağı, karşımızdaki Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi dedi ve ekledi: Hababam Sınıfı yazarı Rıfat Ilgaz da Kastamonuludur.

Kamile Öğretmen ‘Gezinize hemen başladınız ama önce güzel bir kahvaltı yapalım ’dedi. Arabalarımıza bindik çok güzel bir çiftliğe kahvaltı yapmaya gidiyorduk. Yanıma oturan Sude Naz bir yandan da yolda gördüğümüz yerleri bana tanıtıyordu Abdurrahman Paşa Lisesini göstererek burası Anadolu ‘daki ilk lisedir dedi. Ilgaz Dağı yoluna doğru girdiğimizde keşke kış olsaydı da Ilgaz da kayak yapsaydık diye düşündüm sonra ailem ve arabamızdaki arkadaşlarla Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın şarkısını söylemeye başladık. Çiftlik önüne yaklaştığımızda arabamızın önünden iki tane sincabın hızla geçtiğini görüp heyecanlandık. Sanki bize hoş geldiniz! Der gibi tırmandıkları ağacın dalından bakıyorlardı. Hacer ise köylerin de gezerken ceylan gördüğünü söyledi.

Kahvaltı yapacağımız yer tarihi Kastamonu evlerinden biriydi. İçeriye girdiğimiz de masalarımız hazır bizi bekliyordu masamız rengarenk ve iştah açıcıydı. Masada kuşburnu marmeladı, elma, çam, şeker pancarı, ahlat pekmezi, böğürtlen reçeli çeşit çeşit peynirler vardı. Çiftliğin sahibi hanım bize sıcacık süt getirdi. Kahvaltı gerçekten çok güzeldi her çeşit marmeladın reçelin tadına baktık. Kiren( kızılcık) şerbeti içtik. Çiftliğin balkonuna çıkarak muhteşem manzaraya bakarak tertemiz havayı içimize çektik. Karnımızı güzelce doyurduğumuza göre artık gezimize başlayabilirdik. Berna Kastamonu’nun 2018 yılı Türk Dünyası Kültür Başkenti olduğunu söyledi ve tabletinden kastamonu.gov.tr adresine girerek tanıtım videosunu izletti videoda izlediklerimi görecek olmam beni çok heyecanlandırmıştı.

Kastamonu’da ilk ziyaret yerimiz Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli türbesiydi. Kastamonulular şehirlerine gelen misafirleri ilk buraya getirirlermiş her şehrin bir manevi sahibi vardır. Nasıl ki biz Konya da Şems ve Mevlana türbelerini ziyaretle şehri gezdirmeye başlıyorsak burada da oradan başlayacaktık. Aslında bir tek orası da değil. Kastamonu Erenler Evliyalar Şehri olarak da biliniyor birçok türbe var: Aşıklı Sultan Türbesi, Benli Sultan Türbesi, Hep Kebirler Türbesi tek tek hepsini ziyaret etmiştik.

Havası mis sokakları tertemiz Kastamonu da gezmek tarihin içinde yürümek gibiydi. Tarihi ahşap evlerinin olduğu sokaklardan geçerek Kastamonu Kalesi’ne çıktık. Kalede Buğra, Kastamonu isminin nereden geldiğini anlatan hikayeler anlattı. Çoğu eski isimlerden birleşerek oluşan hikayelerdi ama benim en çok ilgimi çeken Bizans tekfurunun  kızı Moni’ nin kaleyi kuşatan Türk komutanı Atabey’e aşık olup kalenin anahtarını Ona vermesinden sonra tekfur kızını kaleden atarak ‘Kastın Neydi Moni’ diyerek bağırması olmuştu. Kaleden manzara muhteşemdi neredeyse şehrin tamamı görünebiliyordu. Külliyeler, Camiler, Hanlar, Saat Kulesi…

Kaleden inince merkeze doğru yürümeye başladık. Şehrin ortasından geçen ve şehre girerken çok dikkatimi çeken dere boyunda yürüyorduk. Şırıl şırıl su, cıvıl cıvıl kuş sesleri vardı. Katamonunun diğer şehirlerde olmayan mis gibi bir havası vardı.  Tarihi Kambur Köprüden geçerek Nasrullah Caminin önüne geldik bu cami ile ilgili bilgi  vermek için yanımıza  Merve geldi. İstiklal  mücadelesi döneminde İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu camide vaaz vermiştir ve bu vaaz tüm yurdu etkilemiştir.

Merve daha sonra şadırvandan su içmek isteyip istemediğimi sordu. Neden der gibi bakınca da anlatmaya başladı. Nasrullah Caminden su içen buraya dışarıdan gelen biri ya 7 ya da 11 yıl sonra tekrar Kastamonu’ya gelirmiş. Kamile Öğretmen’imiz de burada Eğitim Fakültesi’nden mezun olduktan 7 sene sonra tekrar Kastamonu’ya atanarak gelmiş dedi. Ben de su içmek istediğimi bu şehre tekrar seve seve geleceğimi söyledim.

Münire Medresesi’ne doğru giderken annem Kastamonu’nun meşhur çekme helvalarından aldı. Münire Medresesi’nden de taş baskısı örtülerinden ve yalnızca tırnak ve pamuk ipliği kullanılarak yapılan bağlardan,  şimşir kaşıklardan aldı hepsi de çok güzeldi. Kamile Öğretmen hepimize sıcacık susamsız simitler dağıtırken bunlar Kastamonu’nun meşhur kel simidi dedi. Simitlerimizi yedikten sonra  Cem Sultan Bedesteni’ni, Yakup Ağa Külliyesi’ni İsmail Bey Külliyeleri’ ni ve buradaki  Etnografya Müzesi, Kent Tarihi Müzesi, Resim ve Fotoğraf Müzesi’ni hep beraber gezip Saat Kulesi’ne çıktık. Orada bol bol fotoğraf çekildik. Kale, kule ve derenin etrafında oluşan bu güzel şehrin manzarasını izledik.

Kastamonu ‘da ormanlık alanlar ve piknik yerleri çok fazlaydı. Bunların birinde İğdir’den gelen arkadaşlarımızın aileleri bizler için yemek hazırlıyorlardı. Onların yanına gidip meşhur Kastamonu yemeklerini tatmak için sabırsızlanıyordum. Mustafa  Can kendisinin en çok Banduma sevdiğini annesinin Banduma yaptığını söyledi. Melike’nin annesi Etli Ekmek pişiriyordu Kastamonunun Etli Ekmeği Konya Etli ekmeğinden biraz farklıydı ama onun gibi güzel ve lezzetliydi. Kamile Öğretmen ise en çok buranın Ekşili Pilavını ve Tarhana çorbasını  sevdiğini ve onları yaptığını söyledi. Kuyu kebabı, simit tiridi, paça,  Kastamonu’ nun meşhur pastırmasıyla pastırmalı ekmeğini, Kanlıca mantarı turşusunu ve birbirinden güzel lezzetleri Üryani eriği hoşafıyla birlikte yemiştik. Dinlenip sohbet etmeye başlamıştık

Kaan, Mustafa Kemal Atatürk’ün Şapka İnkılabını Kastamonu’da yaptığını söyledi. Furkan toprakları işgal edilmemesine rağmen Kurtuluş Savaşı zamanında en çok  şehit veren 3.il olduğunu kendi köylerinin bağlı olduğunu, Araç ilçesinin de Çanakkale Savaşı’nda  nüfus bazında en çok şehit veren yurdumuzun tek ilçesi olduğunu söyledi. Ahmet, Çanakkale içinde aynalı çarşı türküsünün Kastamonu türküsü olduğunu söyledi. Bunu duyunca şaşırmıştım. Sudenur İstanbul’un Fethinde kullanılan kütüklerin Kastamonu ormanlarından  götürüldüğünü, fetihteki topların dökümünde kullanılan demir ve bakır madenlerinin buranın  Küre ilçesinden çıkarıldığını, İnebolu limanına gelen erzak ve cephanenin buradaki İstiklal Yolundan Ankara ya götürüldüğünden bahsetti. Onlarla sohbet etmek çok güzeldi ama aileleriyle birlikte köylerine geri dönmeleri gerekiyordu Onlarla vedalaşıp Kastamonu’ nun  ilçeleri gezimize başladık.

Kamile ğretmen ilk olarak   bizi sarımsağıyla meşhur Taşköprüye götürdü oradan bolca sarımsak aldık, Zımbıllı Tepesi Höyüğünü Pompeiopolis antik kentini  gezdik İzmir de ki Efes antik kentine ne kadar da benziyordu. Kaya mezarları bana biraz ürkütücü gelmişti

Birçok kişi Kastamonu’nun merkezini deniz kenarında zannedermiş ama ilçeleri deniz kenarındaydı ve oldukça uzun bir sahil şeridi vardı. Cide, Doğanyurt, İnebolu, Abana hepsi çok güzeldi hatta bir ara annemin babama bir daha denize geleceğimiz zaman buralara gelelim dediğini duymuştum. Babam en çok Cide ‘deki Gideros Koyunu beğenmişti, annem ise Çatalzeytin ‘de ki Ginolu koyunu beğenmişti ben ise Pınarbaşı ilçesindeki Valla Kanyonu ‘na ve Ilıca Şelalesine hayran kalmıştım.

Daday at çiftliğine gittiğimizde at binmeyi çok sevmeme rağmen bu kadar çok gezmenin verdiği yorgunlukla atlara binemedim ama orada iyice dinlendim. Kastamonu doğası, insanları, zengin kültürel mirasıyla harika bir şehirdi. Nasrullah Caminden su da içtiğime göre kim bilir belki 7 yıl sonra tekrar gelecektim.

Şimdi Çankırı’ya doğru yola çıkma zamanı gelmişti Ilgaz Dağı’na doğru gidecektik Kamile Öğretmen’le vedalaşırken Türkiye’nin en uzun ve girişi köpek balığı ağzına benzeyen  tünelinden geçmeye hazır mısın? diye sormuştu. 15 Temmuz Şehitleri Tünelini çok merak etmiştim ve Kastamonu ‘yu da çok sevmiştim.

69
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

             ÖYKÜ YARENLER DİYARI ÇANKIRI ‘ DA

Kastamonu’dan güzel anılar ve dostluklarla ayrılmıştım . Çankırı da beni nelerin beklediğini hayal ederek yola devam ettik.

Kısa  bir yolculuktan sonra  bir tünele girdik. Tünelin çıkışında Mesut Öğretmen bizi bekliyordu .Hoş geldiniz diyerek bizleri karşıladı.Bu tünelin 15 Temmuz İstiklal Tüneli olduğunu söyledi.Artık Çankırı’ dasınız Ilgaz Dağın’da , dedi  ve ‘’Ilgaz anadolunun sen yüce bir dağısın ….’’şarkısını mırıldanmaya başladı.  Ilgaz ,kışın ayrı yazın ayrı bir güzeldir . Kışın gelirsen kayak da yapabiliriz . Çok eğlenceli dedi . Bizi bir gülme aldı . Aynı şeyleri Kastamonu gezisinde de yaşamıştık. Tanışma faslından sonra Çankırı merkeze doğru yolculuğumuza yeniden başladık. Biraz yol aldıktan sonra ana yoldan ayrıldık. Biz Mesut öğretmenin aracını takip ediyorduk .Tabeladaki Alp Sarı Göleti yazısı dikkatimi çekti.Bu yapay gölet Çankırı’nın önemli mesire alanlarından biriymiş. Burada bizi Mesut öğretmenin öğrencileri bekliyordu. Bizler için güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamışlardı. Kahvaltıdan  sonra Mesut öğretmen , “Burası çok güzel ancak gezecek çok yer ,az zaman var isterseniz kalkalım.” dedi .

İlk durak Çankırı Kalesi’ydi  ; şehre hakim bir tepe üzerindeki kaleden şehrin manzarası ayrı bir güzeldi ayrıca şehrin fatihi Emir Karatekin Bey’ in türbesi de buradaydı. Çankırı  Kalesi aynı zamanda şehrin içinde bir mesire alanı. Kaleye yeni yapılan Cam Seyir Terası da ilgiyi iyice arttırmış görünüyordu .Çankırı Kalesinin ardından yeni hedefimiz   Taş Mescit  dedi Mesut öğretmen..Yazıtlarında bulunan ejderha ve bir kadehe sarılmış yılan , günümüzde tıp ve eczacılık biliminin sembolü olarak hala kullanılmaktadır. Buradan Sultan Süleyman Camii’ne gittik.Camiiyi hayranlıkla inceledikten sonra Çankırı Müzesi’ne gittik  . Müzedeki fosiller ,sikkeler özellikle gözyaşı şişeleri çok hoşuma gitti.

Bundan sonra merkezde bulunan Eski Çamaşırhane, Buğday Pazarı Medresesi ‘ne gittik.  Çankırı mutfağına ve kültürüne ait eserler üretilip satılan bir merkezmiş buralar . Hele Çivitçioğlu Medresesi…  17. Yüzyıldan kalma bu medresede ; Günümüzde geleneksel Türk süsleme sanatlarının üretilip sergilendiği bir merkez olarak faaliyet gösteriyormuş.

Çarşıda dolaşırken birçok dükkanda yazılı olan “ Tuz Lamba Bulunur .” yazısı dikkatimi çekti. Tuzdan lamba mı olur, diye düşünürken .Mesut  Öğretemen Öykü biliyor musun ? Çankırı’nın tuzu meşhur Tuz Mağarasından elde edilen tuz yemek tuzu olarak kullanıldığı gibi süs eşyası olarak da  kullanılıyor. Örneğin Tuz Lambası olarak.Hem bu Tuz Lambaları içerdikleri iyonlar sayesinde bazı hastalıklara iyi geliyor.  Astım,bronşit gibi. İstersen Tuz Mağarasına gidelim yerinde gör .Orada bir eşek , tavşan ve yılan ölüsü var . Eşek  tahminen 200 yıl önce ölmüş tavşan ise daha yeni 5 yıllık ,2 yıl önce bulunan yılan da onlara arkadaşlık ediyor .Öleli yıllar olmuş ancak vücutları hala bozulmamış. Tuzun koruyucu özeliğinden dolayı. “ Yaaa  , çok merak ettim . “ Haydi öyleyse Tuz Mağarasına .. Mağaranın içinde koca kepçeleri, kamyonları görünce şaşkınlığım iyice arttı. Mağarayı da gezdikten sonra yorgunluğumu iyice hissetmeye başlamıştım . Artık akşam olmuştu zaman ne çabuk geçmişti.

Bu esnada Emirhan ,  “ Öğretmenim akşam Yaren Evinde , yaren,e bekliyorum hepinizi. “ dedi .Çankırı’da yarenlik bir gelenekmiş . Kökeni ahilik geleneğine dayanıyor . Hala yaşatılıyor , Emirhan’da minik bir yaren olduğu dan bizim için bir gece ayarlamıştı. Orada çok eğlendik.  Çankırı yemeklerinden oluşan bir de sofra  kuruldu . Bu arada Mesut öğretmenim, “Öykü gezecek daha o kadar yer vardı ki .Atık bir dahaki gelişinde gezeriz buraları da.” dedi.

Yemekler yendikten sonra öğretmenimle ve yeni arkadaşlarımla vedalaştım. Bana hediye ettikleri Tuz Lamba’nın ışığında  yeni maceramın hayallerini kurarak uykuya daldım.

Allaha ısmarladık Çankırı…

71
Ankara

                 ÖYKÜ  BAŞKENT  ANKARA’ DA

Sabahın erken saatlerinde Ankara’ya vardık.Başkente ilk defa geliyordum çok heyecanlıydım. AŞTİ’de Mehtap Öğretmen bizi karşıladı.Türkiye’nin kalbine hoş geldiniz dedi.

Anıtkabir’e gitmek üzere yola çıktık.Öğretmenimiz Ankara’nın ülkemiz için ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu , Kurtuluş Savaşımızın buradan idare edildiğini ve 13 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti olduğunu anlattı.

Anıtkabir’e gelince aslanlı yoldan yürüyerek önce Atamızın mozolesini ziyaret ettik.Getirdiğimiz kırmızı karanfilleri bıraktık.Nöbet tutan askerler gözlerini bile kırpmıyordu. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesini gezdik.Atatürk’ün tüm özel eşyalarını , kütüphanesini gördük 3997  kitap okumuş. Nutuk ,askeri kitaplar ve geometri kitabı bile yazmış.Bal mumdan yapılma heykelini gördük. Canlı gibiydi. Çanakkale Panoraması, Sakarya Panoraması , Büyük Taarruz Panoraması üç boyutlu canlandırmalar ve ses efektleriyle çok çarpıcı bir hale getirilmiş. Görünce çok heyecanlandım. Ayrılırken askerlerin nöbet değişimini izledim çok etkileyiciydi. Anıtkabir’den ayrıldık.Ulus’a doğru yola çıktık.

Zafer Anıtı’nın önünde Mehtap öğretmenin öğrencileri ile buluştuk.1.Meclis Binası şimdiki adıyla Kurtuluş Savaşı Müzesini ve biraz ilerisindeki 2.Türkiye Büyük Meclisini yani Cumhuriyet Müzesini dolaştık. Tahta zemininde gezinip o tarihi kokuyu içimize çektik.

Şehir manzarasını yüksekten seyretmek için Ankara Kalesi’nin tarihi merdivenlerinden tırmanıp , hediyelik eşyalardan satın aldık.Dönüşte Mehtap Öğretmen çok yoruldunuz çocuklar gelin biraz dinlenelim dedi hepimize çay ve Ankara Simidi ısmarladı.Simidin tadı damağımda kaldı.

Kaleden Hacı Bayram-ı Veli Camiine geldik. Adında anlaşılacağı üzere Hacı Bayram Veli tarafından yaptırılmış. Caminin tavanı çok ilginçti kubbeli değildi , tahta bir tavanı vardı ama minberi çok güzeldi. Caminin hemen yanında Augustus Tapınağını da gezdik Roma İmparatoru Augustus için yapılmış.İnanmazsınız caminin ve tapınağın yan duvarları ortaktı. Biraz ileride Julians Sütunu ve Roma Hamamı açık hava müzesini dolaştık.Ankara’da ne kadar çok tarihi eser varmış.

Anadolu Medeniyetleri Müzesine doğru yola çıktık. Hayatımda bu kadar büyük bir müze hiç görmemiştim .1997 yılında Avrupa’da Yılın Müzesi seçilmiş.

Çengelhana geldik.Rahmi M. Koç Oyuncak Müzesi çok güzeldi.Bu kadar oyuncağı hiç bir arada görmemiştim.Keşke benim olsaydı dediğim bir çok oyuncak vardı.Hele o oyuncak evler içinde hiçbir detay unutulmamış ufacık ufacık her ayrıntı düşünülmüş.Çok güzellerdi.

Dinlenmek ve yemek yemek için Gençlik Parkına gittik. Ankara Döneri yedik ,yanında ayran içtik. AOÇ (Atatürk Orman Çiftliği ) Dondurmalarından yedik. Mehtap Öğretmen Ankara’nın  25  tane  ilçesi olduğunu daha birçok gezilecek ve görülecek yer olduğunu , sadece Ankara’nın merkezini gezdiğimizi söyledi.Ağır ağır kalktık ve yola koyulduk.

Etnoğrafya Müzesine gittik.Mustafa Kemal Atatürk’ün naşı Anıtkabir yapılana kadar burada saklanmış. Hemen yanında Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesini dolaştık çok güzel resimler ve çok ilginç heykeller vardı.

Ankara Devlet Opera ve Balesi ,Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ,tiyatroları ve sinemaları ile Ankara’nın kültürel ve sanatsal açıdan da çok önemli bir şehir olduğunu öğrendim.

Çok yorulmuştuk. Adım atacak halimiz kalmamıştı.Mehtap Öğretmenin evine doğru yola çıktık.

Eve geldiğimizde annesi bizi karşıladı. Bembeyaz Pamuk adında kedileri vardı. Çok güzeldi. Sevmeye doyamadık. Ankara kedisiymiş.Van Kedisini biliyordum ama Ankara da kedisi ,keçisi ve tavşanıyla ünlüymüş.

8.Katta oturuyorlardı. Gece manzara çok güzeldi.Atakule , Anıtkabir , Kocatepe Camii , Dikmen Vadisi ışıl ışıl görünüyordu.

Çok yorulmuştum. Hemen yattım. Yarın sabah Kırıkkale’ye doğru yola çıkmanın hayalleri içinde uykuya daldım.

73
Kırıkkale

                        ÖYKÜ     KIRIKKALE’DE

Ailemle birlikte başladığım 81 ili gezme  maceramızda ,Türkiye’mizin başkentine komşu silahlarımıza adını veren şehir Kırıkkale iline gitmek üzere yola çıktık. Kırıkkale ile Ankara ili arası sadece 45 dakika sürdü. Kırıkkale il tabelasını görünce heyecanım biraz daha artmıştı .Kırıkkale ili ile ilgili yolculuk sırasında azda olsa biraz bilgi edinmiştim. Bu küçük sevimli ilde bakalım beni hangi maceralar bekliyor?

Didem öğretmen ve öğrencileri ile Kırıkkale Üniversitesi girişinde buluşacaktık ..Ben ve ailem heyecanla etrafımıza bakarken karşıdan Didem öğretmen ve öğrencileri geldi. Hoş geldiniz dedikten sonra  tek tek öğrencileri ile tanıştırdı.Didem öğretmenimiz ‘yoldan geldiniz acıkmışsınızdır.’Hep birlikte Celal Bayar parkına gidelim kahvaltı yapalım ve böylece gezimize başlayalım dedi.Otobüse bindik içim kıpır kıpırdı.Yolculuk çok kısa sürdü.Celal Bayar parkı Kızılırmak’ın kenarına yapılmış çok güzel bir parktı.İlçenin girişinde Sarı Konak’ta Kızılırmak’ı izleyerek kahvaltımızı yaptık.Daha sonra konağı çok yakınında olan Eğitim Müzesinini gezdik.Müzede birbirinden değişik ilgi çekici birçok eğitimde kullanıla araç ,gerçve eşyalar vardı.Daha sonra hep birlikte parkı gezmeye başladık. Gerçekten  çok huzur verici bir ortam vardı. Parkın içinde  Ressam Rahmi Pehlivanlı ‘nın resimlerinin sergilendiği bir müze bulunuyordu.Resimleri dikkatlice inceledik.Bol bol resimler çekindik.

Didem öğretmen gezimize MKE   Silah fabrikasında bulunan Silah müzesi ile devam edeceğimizi söyledi. Müzeye doğru giderken Ayşe Nil Kırıkkale’nin adını şehrin 3 km kuzeyindeki   Kırıkköyü  ile şehir merkezindeki Kaletepe’nin kısaltılarak birleştirilmesinden ortaya çıktığını ve önceden Kırıkkale’nin Ankara’nın ilçesi olduğu 1989 yılında il olduğunu anlattı. Sohbetimiz bittiğinde MKE giriş kapısındaydık. Öğretmenimiz önceden müzeyi gezmemiz için gerekli izni aldığı için hemen MKE giriş yaptık. Müzeye girdiğimizde meraklı gözlerle etrafımdaki silahlara bakmaya başladım.Müzede çok eski zamanlarda yapılmış birçok silah vardı.Hepside Kırıkkale’de yapılmıştı.Onun için bu ile silahlara adını veren şehir demişlerdi.MKE Silah müzesindeki gezimiz bittikten sonra Kırıkkale ilinin ilçesi olan Keskin’e doğru yol açıktık.Yolculuk sırasında Didem öğretmen Kırıkkale ili hakkında bilgiler anlatmaya başladı.Ben ve 4/A sınıfı öğrencileri dikkatle öğretmenimizi dinledik.Yağmur ;      _ Öykü’cüm sağ tarafa bak dedi.

Baktığımda Kırıkkale’de bulunan Tüpraş Rafinerisini gördüm.Uzun uzun bacalarından duman  çıkıyordu.Didem öğretmen şimdi gezimize Karakeçili ile Köprüköy arasında Kızılırmak üzerine Selçuklular döneminde  yapılmış olan  Çeşnigir  köprüsü ile devam edeceğiz dedi.Köprüye geldiğimizde hepimiz sevinçle otobüsten indik ve köprüye doğru koşmaya başladık.Köprü çok uzundu.Ezgi köprünün 110m uzunluğunda 6m genişliğinde olduğunu söyledi.Köprünün üstünde hep birlikte resim çekindik.Artık yolumuza devam etmemiz gerektiğinden Çeşniğir köprüsünden ayrıldık.

Keskin’e yaklaşmaya başlamıştık. Didem öğretmen Keskin’e gitmeden önce ‘Hasandede Cami ve türbesini gezeceğiz’ dedi.Türbeye geldiğimizde ilkönce türbelere girip Hasandede ve çocuklarına dua ettik.Türbedeki görevliden türbe hakkında anlattığı bilgileri dinledik.Türbeden ayrılıp Keskin’e doğru yolumuza devam ettik.Yaklaşık 20 dakika sonra Keskin’deydik.İlçenin girişinden itibaren  çok sayıda tarihi evler vardı.Bu evlerin bazıları restore edilmişti.Evler iki katlı taştan ve ahşap kaplamaydı.Karnımız çok acıkmıştı.İlçedeki lokantada Keskin tava yedik.Keskin tava çok lezzetli taş ocakta pişen bir et yemeğiydi.Daha sonra taş mektep ve yarı yapay yarı doğal olan Sulu mağrayı gezdik.Zamanımız azaldığı için Keskin’deki gezimizi bitirip Kırıkkale’ye doğru yola çıktık. Yol boyunca şarkılar türküler söyledik.Merkezde Gürler Şehit Mustafa Sağlam İlkokuluna geldik.Didem öğretmen ve öğrencileri bana okullarını ve sınıflarını gezdirdiler.Muhammed okullarının 1949 yılında yapıldığını ve geçen sene binalarının tadilat geçirdiğini anlattı.Okulun ön bahçesinde 4/A sınıfı veliler benim için çok güzel yiyecekler hazırlamışlardı.(Besmeç,çiğ köfte ,madımalak, yarma aşı vb.)Hep birlikte afiyetle yedik.Artık ayrılık vakti gelmişti.

Didem öğretmen ,yeni tanıştığım arkadaşlarım ve 4/A sınıfı velileriyle vedalaşıp yeni bir ilimizi daha tanımak için yola çıktık.

Hoşçakal silahlara adını veren şehir KIRIKKALE…

75
Kırşehir

                      ÖYKÜ ŞİRİN KIRŞEHİR’DE
Arabamız Kırşehir’e girerken kalbim güm güm atıyordu. Gözlerim ev sahiplerimizi ararken, ka-famda cevaplanmayı bekleyen pek çok soru vardı. Acaba bu gün misafirleri olacağım ev sahipleri gelmiş miydi? Birbirimizi nasıl tanıyacaktık? gibi bir sürü soru zihnimde dolaşırken, sırt çantam ve boynumdaki fotoğraf makinemden olsa gerek, beni tanımaları pek de zor olmadı. Levent öğretmenim sıcacık gülümse-mesiyle bizi karşıladı ve beraberindeki öğrencileri Ece, Nisa, Efe ve Taha ile tanıştırdı. Bu karşılama o ka-dar sıcak ve samimiydi ki sanki onları daha önceden tanıyormuşum hissine kapıldım. Ayaküstü yaptığımız kısa bir sohbetten sonra öğretmen:
-“Hadi bakalım Kent Park’ ta güzel bir kahvaltı yaparak gezimize başlayalım” dedi.
Hep birlikte şehir merkezindeki Kent Park’a doğru yola çıktık. Ece; bize Kent Park’ın sadece göz-lem kulesi, gençlik merkezi, havuzları, çocuk parkları, dinlenme ve sosyal aktivite alanlarıyla değil aynı zamanda mükemmel bitki dokusu ve nitelikli ağaçlarıyla da yoğun ilgi çeken bir uğrak yeri olduğunu söy-ledi. Anlattıkça Kent Park’ı daha da çok merak ettim. Kahvaltımızı göl manzarası eşliğinde Ada restoran-da, çığırtmanın eşsiz lezzetini tadarak yaptık.
Oradan şehre doğru yola çıktık ve soluğu Cacabey Meydanı’nda aldık. Meydanda bizi tüm heybe-tiyle şaha kalkmış atının üzerinde Atatürk heykeli karşıladı. Uzaklara uzattığı işaret parmağı ile adeta Kır-şehir’in çok özel bir şehir olduğunu söylüyordu. O sırada kulağıma gelen davul sesleri beni bekleyen sürp-rizi haber veriyordu sanki. Yöresel kıyafetleriyle Kırşehir halk oyunları ekibi bizi ‘Keskin Ağırlama Hala-yı’ ile karşıladı. Bu görsel ziyafetin ardından rotamızı meydanın sonundaki eski Uzay Araştırma Merkezi, Cacabey Camii’ne çevirdik. Nisa, bize Cacabey Medresesi’nin Kırşehir’in en önemli tarihi yapılarından birisi olduğunu, eskiden fen ve astronomi eğitimi verilen bir medrese olarak yapıldığını, günümüzde ise cami olarak kullanıldığından bahsetti. Bilmin gizli bahçesi Cacabey Camii’nden ayrıldıktan sonra Belediyenin arka tarafında yer alan Ahi Evran Külliyesi’ne gitmek üzere yola çıktık. Levent öğretmenim bana Ahi Evran hazretlerinin kelam, tefsir, tasavvuf bilgini ve Ahilik teşkilatının kurucusu olan büyük velilerden biri olduğundan ve ahilik sis-teminin tüm insanlık için sosyal-iktisadi-siyasi bir yaşam tarzı oluşturduğundan bahsetti. Edep ve saygı ile türbeden ayrılırken, Kırşehir’e olan hayranlığım daha da artmıştı. Bu tarihi ve kültürel zenginliklerle dolu şehrin her yerini gezip görmek için sabırsızlanıyordum. Sıradaki uğrak yerimizin Neşet Ertaş Müzesi, diğer bir deyişle Gönül Sultanları Kültür Evi oldu-ğunu öğrendiğimde çok sevinmiştim. Müze, dışarıdan bakıldığında müstakil bir malikâne havasıyla ve çev-re düzenlemesinin yeşilliği ile dikkat çekiyordu. Müzeyi gezerken bizleri “Bozkırın tezenesi” olarak bilinen Ertaş’a ayrılan odada, ona ait plaklar, kasetler ve fotoğrafların yanı sıra saz çalıp merhum ozanın türkülerini seslendiren android heykeli karşılıyordu.
“Zülüf dökülmüş yüze aman. Kaşlar yakışmış göze aman!” Türkü ile bağlamayı, bağlama ile türküyü birbi-rine kenetleyen Ertaş’ın bozlak türkülerine hayran olmamak elde değildi. Türkülerin babası Neşet Usta ile beraber fotoğraf çektirdikten sonra Kırşehir’in başka güzelliklerini görmek için oradan ayrıldık. An-kara-Kayseri yolundaki Âşık Paşa Türbesine vardığımızda Efe, bize Âşık Paşa’nın Türkçe’nin zenginliğini savunan ve eserlerini Türkçe olarak yazan, mutasavvıf ve halk şairi olduğundan bahsetti. Türbe üzerindeki mermer oymacılığı oldukça dikkat çekiciydi. Türbeyi inceledikten sonra oldukça yorulmuş olduğumuzu fark eden öğretmenim:
“Kırşehir, camileri ve türbeleri ile ne kadar ünlü ise konaklarıyla da bir o kadar ünlüdür Öykücüğüm. Ağa-lar Konağımız, Hacıbey konağımız Kırşehir’de günümüze kadar ulaşan nadir sivil mimari örneklerinden-dir” dedi. Böylece öğle yemeği için rotamızı, günümüzde restore edilip ‘Kahve Evi’ olarak da bilinen, Kır-şehir’e ait yöresel lezzetlerin sunulduğu özel bir mekâna, ‘Ağalar Konağı’na’ çevirdik.
Taş, tuğla ve tahta kullanılarak inşa edilen konağın girişinde bizi genişçe bir avlu karşılıyor. Kırşe-hir yöresi el dokuma, halı ve kilimlerinin süslediği konak, geleneksel Kırşehir evlerine özgü iç mimarisi ile misafirlerinin beğenisini kazanıyordu. Sofrada ise yok yoktu… Topalak, Cemele biberi, ahi pilavı, keşkek, tandırda çömlek paça, çömlekte kuru fasulye, besmeç, sündürme, çullama, yarma aşı, mantı ve daha neler neler… Hele yemeğin sonunda yediğimiz pelte tatlısının tadı hala damağımda. Epey dinlenmiştik ve artık yeni bir enerji ile gezimize devam edecektik.
Öğretmenim gezimizin bu kısmında şehir merkezi dışına çıkıp Bizans dönemine ait Mucur, Kepez ve Dulkadirli yeraltı şehirlerini gezeceğimizden bahsettiğinde çok heyecanlanmıştım. Mucur ilçesine yak-laştığımızda Mucur yeraltı şehrine gideceğimizi anlamıştım. Kısa bir süre sonra nihayet yeraltı şehrinin içindeydik. Taha, bize Mucur yer altı şehrinin volkanik kayalar oyularak yapıldığını ve buranın savaş du-rumunda sığınma amacıyla kullanıldığından bahsettiğinde yeraltı şehrinden daha da çok etkilenmiştim.
İncelemelerimiz bittiğinde öğretmenimiz bize bol bol fotoğraf çekme imkânımızın olacağı Kırşe-hir’in görülmeye değer güzelliklerinden birisi olan Seyfe Gölü’ne gideceğimizi söylediğinde sevinçten ha-valara uçmuştum. Seyfe Gölü’ne vardığımızda gördüğümüz manzara hepimizi büyülemişti. Ece bize gölün, flamingo, angut, batak kırlangıcı ve Macar ördeği gibi 187 türden oluşan binlerce kuşun uğrak yeri oldu-ğundan bahsetti. Seyfe Gölü’nden ayrılma vakti geldiğinde hava iyice kararmıştı. Artık dinlenmek ve ter-mal kaplıcalarında günün yorgunluğunu atmak için otelimize doğru yola çıkmıştık.
Ertesi gün bu yaşanması, gezilip görülmesi gereken, tarihin ayak izlerini taşıyan kültür ve turizm şehrine ait unutulmaz arkadaşlıklar, güzel duygular ve anılarla Şirin Kırşehir ile vedalaşarak Yozgat’ı tanımak üzere yola çıktık.

77
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

      ÖYKÜ YİĞİDİN HARMAN OLDUĞU YER YOZGAT’TA

Kırşehir’den Yozgat’a gitmek yaklaşık 2 saat sürecekti. İçimde tarif edemediğim bir heyecan vardı. Yolculuk sırasında tabletimden Yozgat’ı incelemeye koyuldum. Yozgat tabelası gözüme iliştiğinde, Nida Tüfekci’den Yozgat Sürmelisi dinliyordum. Ne kadar güzel bir türküydü.

Didem öğretmen ve öğrencileri bizi Cumhuriyet meydanında karşılayacaktı. Buluşma yerine vardığımızda, meydan pek kalabalık değildi ve bizi tanımaları zor olmadı, koşarak yanımıza geldiler. Herkesin yüzünde bugün yapacağımız gezinin heyecanı ve mutluluğu vardı. Kısa bir tanışmanın ardından Didem öğretmen gezi planı hakkında bilgi verdi. Meydanın hemen yanında tarihi Yozgat Saat Kulesi vardı. Buradan Yozgat Çamlığına çıkıp kahvaltı yapacaktık. Didem öğretmenin diğer öğrencileri ve birkaç velisi bizi orada bekliyormuş. Ege Yozgat Çamlığı Milli Parkının Türkiye’nin ilk milli parkı olduğunu ve burada yetişen özel bitki türlerinin bulunduğunu söyledi. Yozgat çamlığına girdiğimizde karşılaştığım manzara harikaydı, yaşlarının 400-500 civarı olduğunu öğrendiğim devasa çam ağaçlarının arasından geçtik. Kısa bir tanışma faslının ardından masaya oturduk. Öncelikle bize Yozgat’ın meşhur yemeği olan arabaşı çorbası ikram ettiler. Aklımda ‘’Nasıl yani?’’ soruları varken, Didem öğretmen ‘’Konyalılar da sahip çıkar’’ deyip göz kırptı. Annemle bakışıp gülümsediler. Çamlık çok serindi, sıcacık çorba çok iyi geldi.  Diğer ikramlar da masaya yerleşmeye başladı, çoğu yöresel yiyecekler olan velibah, bazlama, katmer yanında çeşit çeşit peynir ve reçeller vardı. Sürekli bir şeyler ikram ediyorlar ve tadına bakmamı istiyorlardı. Tam Anadolu insanıydılar sıcakkanlı ve misafirperver! Hepsinin tadına bakayım derken doymuştum bile. Toparlanıp Yozgat merkezde yer alan Çapanoğlu Camine gittik. Fotoğraf makinemle her yeri çektim. Melih caminin Osmanlı döneminde yapıldığını ve kentin her yerinden görünebilen bir özelliğe sahip olduğunu söyledi. Camiyi gezerken Didem öğretmen Yozgat merkezde Yozgat Müzesi ve Karslıoğlu Konağı olduğundan bahsetti. Buraların da önemli yerler olduğunu ama bugünkü gezi planımıza dahil etmediğini söyledi.

Tekrar yola çıktık, Yozgat’ın ilçesi Sorgun sınırlarında taşlık bir alanda araba durdu, kazı çalışmaları devam ediyordu. Burasının Kerkenes Harabeleri(Kayıp Şehir Pteria) olduğu söylediler. Şuan fazla bir kalıntı olamasa da, burasının Dünya tarihine ışık tutan bir yer olduğunu öğrendim. Sarıkaya ilçesine gitmek için tekrar yollardaydık, Sarıkaya Didem öğretmen ve çoğu öğrencisinin memleketiydi ve orada bulunan Antik Roma Hamamlarını(Bailica therma Antik kenti) mutlaka görmemi istiyorlardı. Arabada giderken Didem öğretmen’’ Keşke zaman geniş olsa da Şefaatli de bulunan Karabıyık Köprüsünü, Çekerek’teki Kızlar Kayasını ve Akdağmadeni Muşalı Kalesini gezebilseydik’’ dedi.

Vakit öğleni geçmişti ve acıkmıştık. Sarıkaya’ya girer girmez, yemek yiyeceğimiz mesire alanına gittik. Yemekte Yozgat testi kebabı, yanında bulama çorbası, madımak tatlı olarak da incir uyutması vardı. Testi kebabını 3-4 saat boyunca odun ateşinde pişirmişler ve bu sırada yayılan nefis koku mesire alanını sarmıştı. Testiyi kırma işini bana vermişlerdi, gösterdikleri gibi usulca ağız kısmını kırdım ve içinden yumuşacık pişmiş olan eti tepsiye döktük, harika bir görüntüydü, karnımızı tıka basa doyurduk.

Buradan ilçenin hemen içinde olan Roma Hamamına(kral kızı hamamı)geldik. Didem öğretmen ‘’Burası yıllarca toprağın altında kalmış, son yıllarda yapılan kazı çalışmaları ile gün yüzüne çıkarılmış gömülü bir tarih’’ dedi. Yalnız şuan ki hali süperdi, koruma altına alınmış alanın içinde kocaman bir havuz, havuzun arkasında kemer, onun arkasında da 2 tane daha küçük havuz ve etrafta küçük küçük odacıklar vardı. Üstelik havuzlar yer altından gelen, şifalı olduğu söylenen sıcak su ile doluydu. Betül ‘’Bu sıcak su yüzyıllardır akıyor, bak bu tarafta da kaplıcalar var’’ dedi. Kaplıcaların sıcak suyunun da yer altından geldiğini ve şifalı olduğunu öğrendim.

Gün akşama yaklaşırken öğrenci ve velilerle vedalaştık, hepsinin gülen gözleri, sıcak dostlukları kalbimde yer etmişti. Didem öğretmenle beraber konaklayacağımız otele geldik, kırk yıllık dostumuzdan ayrılıyormuşçasına kucaklaşarak vedalaştık.

Sarıkaya doğal sıcak su cennetiydi, bu kadar şifalı suyun olduğu bir yerde havuza girmemek olmazdı. Annemle beraber kaplıcanın sıcak sularına girdik, su öyle güzeldi ki tüm yorgunluğumuzu aldı götürdü.

Yozgat sandığımdan çok daha güzel bir şehirdi, insanları gerçekten içten ve sıcakkanlıydı. Yaşadıklarımı düşünürken uykuya dalmışım. Annemin ‘Öykü haydi kalk, Sivas’a gitme zamanı geldi’ sözüyle uyandım.

79
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                                  ÖYKÜ SİVAS’TA

Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece….. Ünlü halk ozanımız Aşık Veysel’in bu türküsü geldi aklıma Sivas yolculuğu başlayınca. Bugün Yozgat’tan Sivas’a geçeceğiz. Sivas’ı gezecek olmak beni çok heyecanlandırıyor şimdiden. Çünkü Kurtuluş Savaşı için çok önemli kararların alındığı Sivas Kongresi burada toplandı. Birçok devlete ev sahipliği ve başkentlik yapmış olması da beni heyecanlandırıyor. Tün bunları ve Sivas’ın bütün güzelliklerini görmek için sabah erkenden yola çıktık.

Sivas’ta bizi Özel İdare İlkokulu 4-A Sınıf Öğretmeni Hüseyin öğretmen ve öğrencileri karşılayacaklar.

Yaklaşık 2,5-3 saat süren bir yolculuktan sonra Sivas’a geldik. Hüseyin öğretmen ve öğrencileri bizi Sivas’ın girişinde karşıladılar. Tanıştık ve sevinçle kucaklaştık.  Öğrenci arkadaşlar Sivas gezi programımız hakkında bilgi verdi. Sizi iyice gezdirip yoracağız, sonrasın da güzel Sivas yemekleri ile doyurup, doktor balıklar ile dinlendireceğiz dediler. İçimden doktor balıklar mı dedim….

Tanışmanın ardından Sivas merkeze doğru tekrar yola koyulduk. Kısa bir yolculuktan sonra Sivas merkeze ulaştık.

Sivas’ın tarihçesi hakkında Hüseyin öğretmen bilgi verdi.

Sivas’ın şehir merkezinde çok güzel bir kent meydanı var arkadaşlar. Bir çok tarihi eserin bir arada olduğu bir meydan. Selçuklu devletinden kalan Buruciye, Şifaiye ve Çifte Minareli Medreseler, Osmanlı devletinden kalan Kale Camii, Kongre Binası, Jandarma Binası, Valilik Binası bu meydanı çok güzel süslüyor.

İlk olarak Sivas Kongresinin yapıldığı Tarihi Kongre binasından başladık gezmeye. Kongre binasının önüne gelince heyecanım bir kat daha arttı. Milli Mücadele de çok önemli kararların alındığı, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı, Mustafa Kemal’in ve kongre üyelerinin içeri girdiği kapıdan girecek olmak beni oldukça heyecanlandırdı. Girişte bizi görevliler karşıladı. Tarihi taş bina, geniş koridorları ve birçok odası var. Bu bina şimdi müze olarak kullanılıyor. Hem Sivas’ın geçmişine ait kültürel öğeleri hem de kongreye ait unsurların sergilendiği bir müze. Kongre toplantılarının yapıldığı salonu, Atatürk’ün misafir olarak kaldığı odayı gezdik.

Kongre binasından sonra hemen karşısında bulunan Kale Camii, Şifaiye Medresesi (Tıp İlimlerinin Okutulduğu Üniversite), Buruciye Medresesi (Gök Bilimlerinin okutulduğu Üniversite), Çifte Minareli Medrese (İslami İlimlerin Okutulduğu Üniversite), jandarma binası ve valilik binasını gezdik. Tarihi kent meydanından biraz aşağıya doğru inince yine muhteşem bir eser olan Sivas Ulu Camii’ni gezdik. Devrilecekmiş gibi duran eğik minaresi çok dikkatimi çekti. Zaman içerisinde minarenin eğildiği ve koruma altında olduğu belirtildi.  Ulu camiinden biraz ilerde bulunan Gök medreseye doğru ilerledik. Adını minarelerindeki çinilerin mavi renginden dolayı aldığı ifade edildi. Bu medresede o dönemlerin en ileri tıp ilimlerinin okutulduğu ve birçok hastalığın tedavi edildiği bir medreseymiş. Bu eserleri bizlere bırakan ecdadımıza ne kadar teşekkür etsek az diye düşündüm.

Sivas merkezde daha birçok tarihi eserin bulunduğunu ama zamanımızın kısa olduğunu hatırlatan Hüseyin Öğretmen şimdi yemek zamanı diyerek yemek molası için Sivas’ın Paşabahçe ismi verilen mesire alanına gideceğimizi ifade etti. Yeşilin ve suyun bol olduğu ve çok güzel düzenlenmiş olan Paşabahçe de bizi 4-A sınıfının velileri karşıladılar. Bizim için hazırladıkları Sivas’ın meşhur yemeklerinden, madımak çorbası, Sivas köftesi, Sivas kebabı, peskütan çorbası, hıngel, kalbura bastı tatlısı ve daha birçok çeşitten oluşan çok zengin bir sofraya davet ettiler.  Acıkan karnımızı bu güzel lezzetlerle bir güzel doyurduktan sonra Sivas’ın ilçelerinden Divriği ve Kangal’ı gezeceğimiz belirtildi. Sivas’ın toplamda 16 ilçesi olduğu ama bunların hepsini gezmeye zamanımızın yetmeyeceği için sadece iki ilçeye uğrayabileceğimiz belirtildi.

Divriği ilçesinin de çok tarihi bir ilçe olduğunu, özellikle Ulu Camisinin dünyaca meşhur olduğu; dünya kültür mirasları arasında yer alıp Unesco tarafından korunması gereken eserler arasında bulunuyormuş. Divriği Sivas’ın uzak ilçelerinden birisiymiş. Arkadaşlar biliyorsunuz Sivas toprak yüzölçümü olarak ülkemizin Konya’dan sonra en büyük ili. Yolculuğumuz yaklaşık 2- 2,5  saat kadar sürdü.

Divriği’ye saat 16 gibi ulaştık. Hiç zaman kaybetmeden doğruca Ulu Camiine gittik. Uzaktan bile muhteşem görünen ulu camii yanına gelince inanın insanı adeta büyülüyor. Kapılarındaki o taş oymalar sizi adeta cennete götürüyor. O şekiller o taşlara nasıl işlenmiş aman Allah’ım!!!!Bir çiçek bahçesini düşünün taşlara işlenmiş çiçek çiçek…Caminin tarihçesi hakkında yetkililer bize bilgi verdiler. Caminin hemen yanında birde Daruşşifa var.  Daruşşifa yani hastanesinde o zamanın akıl hastaları müzik ve su sesi ile tedavi ediliyormuş arkadaşlar. Ne kadar muhteşem bir şey değil mi? Divriği de de gezilecek birçok güzel mekânın olduğu fakat zamanımızın iyice daraldığını ifade eden Hüseyin Öğretmen Sivas’a doğru yola çıkmamız gerektiğini hatırlattı. Ben hemen heyecanla atılarak doktor balıklar, doktor balıklar diye bağırdım birden. Hüseyin Öğretmen doktor balıkların Kangal ilçesinde olduğunu ve dönüş yolumuzun üzerinde olduğunu belirterek uğrayacağımızı söyleyince mutlu oldum. Çok merak ediyorum doktor balıkları…

Divriği’den ayrılıp Kangal ilçesine doğru yola koyulduk. Doğruca ilçeye yaklaşık 15 km uzaklıkta bulunan Balıklı kaplıcaya geçtik. Buraya balıklı kaplıca denmesinin sebebi kaplıca havuzlarının içinde balıkların olmasındanmış arkadaşlar. Bu balıklar havuza giren insanların vücutlarındaki yaraları, hastalıklı bölgeleri tedavi ediyorlarmış. Tabi tedavi amaçlı gelen hastalar ayrı havuzlarda tedavi görüyorlar. Biz yine içinde balıkların olduğu başka havuzlara girdik. Ben ilk başta çekindim girmeye. Babam ve annem beni cesaretlendirip birlikte havuza girdik. Havuza girip sakince bekleyince balıklar hemen size geliyorlar. Vücudunuza adeta masaj yapıyorlar. İlk başlarda biraz ürktüm balıkların dokunmalarından ama sonra alıştım. Doktor balıkların adını verdiği balıklı kaplıca bizi gerçekten çok dinlendirdi. Doktor balıklara ne kadar teşekkür etsek az…. Tabii Kangal deyince ilk akla gelenlerden birisi de dünyaca meşhur kangal köpekleri. Kangal ilçesinden ayrılmadan Kangal köpeklerini görmemek de olmazdı. Dönüşte Kangal köpek yavrusu üretim çiftliğine yolumuzu uğrattık. Büyük köpeklere yaklaşmaktan korktuk biraz, çünkü çok heybetli ve iriler. Ama yavruları o kadar mı tatlı olur… O kadar sevimliler ki kucağımızdan bırakmak istemedik. Yolunuz Sivas’a düşerse mutlaka bu yavru Kangal köpekleri görün derim. Ayrılmak zor oldu bu güzel yavrulardan.

Bu arada vakitte iyice ilerlemiş akşam olmak üzere idi. Tekrar Sivas’a dönüp bu geceyi de Sivas’ta geçirip Tokat gezisine başlamak için iyice dinlenmemiz gerekiyor. Hüseyin öğretmene ve öğrenci arkadaşlara çok ama çok teşekkür ediyorum, bu güzel şehri bizlere gezdirdikleri için….Sivas’tan birçok arkadaş edinerek ayrılmak beni ayrıca mutlu etti….HOŞÇAKALIN!!!

81
Tokat
        ÖYKÜ,  ON BEŞLİLERİN VE PLEVNE FATİHİ’NİN ŞEHRİ TOKAT’TA

    Sabahın ilk ışıkları yüzüme çarptığında, babamın : “Öykü Tokat’a geldik, uyan!” sözleriyle gözlerimi açtım. Arabanın penceresinden bakarken yol kenarındaki meyve, sebze bolluğu dikkatimi çekti. Babam, ülkenin şeftali, erik, domates gibi meyve ve sebze ihtiyacının büyük kısmının Tokat’tan karşılandığını söyledi.

Tokat’la ilgili kısa bir araştırma yapmıştım. Tokat adının kaynağı hakkında çeşitli söylentiler vardır. Bunlardan biri:  Şehir Togayıt Türkleri tarafından kurulmuş ve ismi buradan gelmektedir. Evliya Çelebi ise Tokat Kalesi’nin Amelika kavminden efsanevi bir kahramanı olan “Dok-Ad’ ın “ inşa ettiğini ve oradan geldiğini yazmaktadır.

Yasemin Öğretmen ve öğrencileriyle Latifoğlu Konağı’ nda buluşacaktık. Çok heyecanlıydım, nihayet buluşma yerine geldik. Bizi bekleyen yeni dostlarımızla tanıştık ve hemen kaynaştık. Latifoğlu Konağı’nda Tokat’ın yöresel kahvaltılıklarıyla resmen bir ziyafet çektik. Cevizli, haşhaşlı kete, çökelekli sündürme, çemen, bez sucuklu yumurta, kuşburnu reçeli ve hayatımda ilk defa yediğim beyaz zambak reçeli ile midemiz bayram etti. Annem semaver çayı ile çok mutlu oldu. Önce Taşhan’a gittik. Orada el yapımı tahta baskılarla imal edilen meşhur Tokat el basması örtülerini, yemenilerini yaptık. Kendi yaptığım yemeniyi bana hediye ettiler. Atatürk Evi ’ni gezdik. Plevne Fatihi Gazi Osman Paşa Müzesi’ ni gezdik. Tokat Kalesi çok heybetliydi. Burası ile ilgili Yasemin Öğretmen’im çok ilginç bir hikâye anlattı. Drakula diye bildiğimiz Kazıklı Voyvoda Tokat Kalesi’nde tutulmuş. Taşhan’ a da Voyvoda Han deniliyormuş. Filmler sanki gözümde canlandı. Mevlevihane, Saat Kulesi, Garipler Camii, Tokat Müzesi, Hıdırlık Köprüsü derken çok yorulduk.

Yasemin Öğretmen’ im Ballıca Mağarası’na gitmek için Pazar ilçesine gitmemiz gerektiğini söyledi. Ben de onların otobüsüne bindim. Gezi çok eğlenceliydi. “Tokat’tan mı Geliyon” “Öğretmene Varamadım” gibi eğlenceli türküleri söyledik. Duru, Ahsen, Rüya, Azra, İrem, İremsu, Yaprak, Tuana “Hey Onbeşli” türküsünü söylediler. Meğer bu türkü bir ağıtmış. Hikâyesi beni çok etkiledi. Çanakkale Savaşı’nda lisede okuyan 14-15 yaşlarındaki öğrencilerin hepsi cepheye gitmiş. Kimse geriye dönememiş. Şehitlerimizi bir kez daha minnetle ve rahmetle anıyorum.

Ballıca Mağarası’na geldik. Dünyanın en büyük mağaralarından biriymiş. Resmen büyülendim. Muhteşemdi. Oksijeni çok olduğundan astım hastalarına iyi geliyormuş. Babam dedemi getirmemiz gerektiğini söyledi. Kaz Gölü’ ne, Mahperi Hatun Kervansarayı’ na uğradık. Yasemin Öğretmen’in ve arkadaşlarımın yaşadığı Zile ilçesine geldik. Zile’de meşhur bir bağ evine konuk olduk.  Mis kokular geldi. Çok acıkmıştık.  Sofra müthişti. Tokat kebabına ailece bayıldık. Galle, helle, tutmaç, baklalı dolma, keşkek, kaba pancar kavurması, köme, şire tarhanası, üzüm turşusu ve ilk defa gördüğüm beyaz pekmezle (Zile Pekmezi) midelerimiz bayram etti. Zile’nin bağ evleri çok ünlüymüş. Üstüne bir de yöresel “ Ellik “ oyununu oynadık. Samet arkadaşım Çanakkale Savaşı’nda adını duyduğum “Kınalı Ali’nin “hikâyesini anlattı. Onun 4. kuşak torunu Toprak ile tanıştırdı. Ne gurur verici bir olay. Hep beraber Zile Kalesi’ne gittik. Tarihe ün salmış Sezar Zile’ye (O zamanki adı Zela) gelmiş ve dünyanın en kısa mektubu olan “Veni, vidi, vici” yani: “Geldim, gördüm, yendim.” demiştir. Arkadaşlarım Tokat’ın gezilebilecek pek çok tarihi ve doğal yerlerinin olduğunu ama zaman kısalığından bu kadar yeri gezdirebildiklerini söylediler.

Yasemin Öğretmen’im ve 4/A sınıfı arkadaşlarım meşhur Tokat bebeğini ve yöresel kıyafet olan Saya’yı hediye ettiler. Annem Tokat sofra bezine bayıldı. Artık veda zamanı gelmişti. Doyamadım, yine geleceğim. Mevlana’nın da dediği gibi ”Tokat’a gitmek gerek, Tokat’ı görmek gerek.” Ahmetcan’ın bizim için yazdığı şiiri dinledik. Birbirimize sarıldık. Yasemin Öğretmen’ in bizim için hazırladığı yolluğu aldık. Hoşça kalın yeni dostlarım.

Geldik, gördük ve çok sevdik.

83
Amasya

             ÖYKÜ ŞEHZADELER ŞEHRİ AMASYA’DA
İki saat kadar süren bir yolculuktan sonra yol üzerinde bir tabela gördüm. Üzerinde Amasya’nın resmi vardı. “BU ŞEHRİ GÖRMEDİYSENİZ EN GÜZELİNİ HENÜZ GÖRMEDİNİZ! ” yazıyordu. Amasya’ya yaklaştıkça yüksek kayalıkların arasında gizemli bir şehre girdiğimi hissetmeye başladım. Şehrin girişinde “Aşıklar Müzesi” varmış. Nuray Öğretmen ve tatlı öğrencileri beni burada karşıladılar. Benim için bir sürpriz hazırlamışlardı. Müze’nin yemyeşil bahçesinde, Amasya’nın yöresel halk oyunlarından oluşan güzel bir gösteri sergilediler. Tanışıp kaynaştıktan sonra hep birlikte müzeyi gezdik. Aşkları efsanelere konu olan Ferhat ile Şirin bu şehirde yaşamış. Ferhat, Şirin’e olan aşkı uğruna kilometrelerce uzunluktaki dağları delerek, şehre su getirmek için su kanalları yapmış. Müzeyi gezmeyi tamamladıktan sonra hep birlikte şehir merkezine hareket ettik. Yolculuğumuz sırasında Amasya’nın, ismini Amazon Kraliçesi’’Amasseia’’ dan aldığını öğrendim .
‘‘ Şehzadeler Şehri Amasya’ya Hoş Geldiniz ’’ yazısı beni daha da meraklandırdı. Nuray Öğretmen, Amasya’nın şehzadelerin eğitim gördüğü bir merkez olduğu için bu şekilde anıldığını söyledi. Kayalıklar arasında, bir vadi içeresinde, ortasından Yeşilırmak nehrinin aktığı, altı ilçesi bulunan ve buram buram tarih kokan bir şehir. Irmak kenarında gezintiye çıktık. Bir de ne göreyim: Selfie çeken şehzade heykeli. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Şehzade ile ben de selfie çekindim. Hükumet Köprüsü’nün yanından geçip ilerlerken tarihi bir mekana girdik. Arkadaşlar buranın Bimarhane olduğunu söyledi. Müze; Osmanlı İmparatorluğu döneminde hastaların müzikle tedavi edildiği önemli bir mekan olarak, Anadolu insanına hizmet etmiş. Bu güzel mekanı gezerken konuşan heykel dikkatimi çekti. Bu heykel Fatih Sultan Mehmet döneminin önemli hekimlerinden olan Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddin ‘e aitmiş. Daha sonra içeri şehirde, tarihi Amasya evlerinin arasında dar yollarda yürüdük. Her yerde Amasya’yı anlatan küçük hediyelerin satıldığını gördüm. Nuray öğretmenim babama semaver hediye etti. Annem kendine bakır cezve aldı. Şehzadeler Müzesi’ni ve sonrasında aynı mevkideki Hazeranlar Konağı’nı gezdik. Karnım çok acıkmıştı. İçeri şehirde bulunan Amasya Mutfağı’na gittik. Amasya’ya özgü Toyga Çorbası, bakla dolması, keşkek, bamya. Daha neler neler… Amasya yemeklerinin tadına doyamadık. Yemekten sonra yarım saat kadar dinlendik.
Halk dilinde ‘’Maydonoz,Madenüs’’ olarakta bilinen Mapdenüs Köprüsü’nden geçtik. Nuray öğretmenim şimdi gezeceğimiz yer Sultan Bayezid Cami dedi. Avludan içeri girdik. İlerlerken bu bastığım yerlerde İmparatorluğa yön veren şehzadelerin ayak izleri olduğunu düşündüm. Amasya’ya neden Şehzadeler Şehri denildiğini anladım galiba. Burası bir kültür şehri, burası bir ilim şehri. Cami avlusunda bulunan Minyatür Amasya’yı gezdik. Amasya’da zaman ve mekanın nasıl aktığını orada gördüm. Ne tarafa baksam farklı bir güzellik. Heybetli bir dağ, dağın üzerinde bir kale, ağzım açık bakakaldım. Gezdiğimiz yerler birbirine yakın da olsa zaman hızla akıyordu. Akşamüstü 81 İL BİR HİKAYE pankartıyla süslü otobüsümüze binip şehrin içerisinden kıvrıla kıvrıla Çakallar Mevki’inde güzel bir lokantaya geldik. Cam kenarına oturdum. Aman Allah’ım bu ne güzellik! Müthiş bir Amasya görüntüsü. Sanki gökteki yıldızların üzerine çıkmış gibiydim. Acaba yıldızlar Amasya’ya mı yağmış? Amasya’ya gelirken gördüğüm bir slogan vardı. ‘’BU ŞEHRİ GÖRMEDİYSENİZ EN GÜZELİNİ HENÜZ GÖRMEDİNİZ! ” ne kadar doğruymuş.
Arkadaşlarım ve öğretmenlerimle böyle güzel bir akşam geçirdiğim için çok mutluydum. Gece iyice kendini göstermişti. Yeşilırmak sürekli renk değiştiriyordu. Işıklandırma müthişti. Masal dünyasındaydım sanki. Şehre inerken tekrar gelmem gerektiğini söyledi arkadaşlar. Camiler, Saraydüzü Kışlası, Borabay Gölü ,Terziköy Termal Turizm Merkezi görülmeye değer dediler. Gece Nuray Öğretmenimizde misafir olduk. Sabah Pirler Parkı’nda kuş sesleri altında kahvaltımızı yaptıktan sonra şehrin en önemli meydanına gelmiştik. Yavuz Selim Meydanı’nda Amasya Tamimi anısına yapılan Milli Mücadele Anıtı’nın önünde tam kadro arkadaşlarım ve öğretmenler bizi uğurlamak için bekliyorlardı. Bir günde ne kadar da alışmıştık birbirimize. İçerisinde yıldızlar barındıran meşhur Amasya elması; namı diğer misket elması, kiraz, meşhur Galip Usta’nın Amasya çöreği… Bizim için birçok hediye almışlardı.Kolay kolay kopamayacaktım buradan. Gelecekte Amasya ile ilgili anlatacağım çok güzel anılarım olacak.’’Şehr-i Şirin Amasya’dan, memleketim Çorum’a selam olsun’’ dedi Nuray öğretmen. Güzel anılarla Çorum’a doğru yol aldık. Allah’a ısmarladık Şehzadeler Şehri Amasya…

85
Çorum

                  ÖYKÜ LEBLEBİ DİYARI ÇORUM’DA

Ferhat ile Şirin’in şehri Amasya’dan ayrılırken bütün güzel anılar kafamın   içerisinde sağa sola uçuşuyor,  içimde garip bir hüzün oluşturuyordu. İçimde hüzün   kırıntıları olsa da yeni bir yer görmenin heyecanı beni çoktan etkisi altına almıştı.

Çorum’da beni ilk karşılayan Meçhul Asker Geçidi oldu.1700 metrenin üzerinde bir yüksekliğe sahip bu tepedeki süzülen şanlı bayrağımız da adeta beni selamlıyordu.Yokuştan  aşağı kuş gibi  süzülen arabamız yavaşlamaya başladığında buluşma yerimiz olan Sıklık Tabiat Parkı’na yaklaştığımızı anladım.Hatice Öğretmen ve yeni arkadaşlarımın beni karşılayacağı yere gelmiştik.Işıldayan gözleri ve sıcacık gülümsemeleri ile parkın girişinde bizi beklediklerini görünce çok sevindim.Hatice Öğretmen beni  Zeynep ,Esma ve Nisa ile tanıştırdığında onların  içtenliğini ve sevecenliğini o anda hissettim.Burada ailemin yanındaymış gibi  rahat edeceğimden hiç şüphem  yoktu.

Gezimizin başlangıç noktası Sıklık Tabiat Parkı oldu.Heybeti ile dikkatleri çeken çam ağaçları arasından  kıvrıla kıvrıla çıkan yoldan tepeye doğru tırmandık.Yaban hayvanlarının  yaşadığı bölüme yaklaştığımızda ilk gördüğüm muhteşem  rengi ,açık  yeşil gözleri ile heykel gibi duran yaban keçisi olmuştu.Gözetleme kulesinden baktığımızda karacaları,geyikleri,tavşanları da gördük.Gözetleme kulesinden baktığımda artık hayvanlar yerine başka bir şey dikkatimi daha fazla çekiyordu.Adının Kartal Tepesi olduğunu sonradan öğrendiğim tepeden boşluğa doğru sallanan çocukların neşe dolu kahkahaları bizi de mıknatıs gibi oraya çekti. Arkadaşlarla kim daha yükseğe çıkacak  yarışı  çok zevkliydi.

Tabiat Parkı’ndan hiç ayrılmak istemesem de şehrin merkezine gitme zamanı gelmişti.Aracımızın  merkezdeki ilk durağı Saat Kulesi olmuştu.Sarı kesme taşlarla örülmüş, 27,5 metrelik boyuyla bir dev gibi karşımızda duruyordu.Sultan II.Abdülhamid’in Muhafız Birliği Komutanı  7-8  Hasan Paşa’nın hemşehrilerine bir armağanıymış.

Saat Kulesi ile ilgili bilgileri dinlerken gelen hoş bir koku dikkatlerimizi dağıtmaya yetmişti.Kokunun izleri  bizi sarı renkli,siyah benekli,ufak  taneciklere götürmüştü.Çorum leblebisinin meşhur olduğunu  duymuştum  ama nohuttan yapılan bu küçük sarı yemişin üç kere kavrularak  satışa sunulan iki aylık bir emeğin ürünü olduğunu tahmin edemezdim.Tabi bu kadar lezzetli olacağını da…

Sonraki durağımız Ulu Cami adıyla bilinen Muradı Rabi Cami’ydi.Çorum’un hemen hemen 700 yıllık tarihine tanıklık eden bu cami Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış.Ağaç oymacılığının güzel örneklerinden  olan çift kanatlı kapısı iki tarafa açımlış ,gelen herkesi kucaklıyordu adeta.Koca yapıyı ayakta tutan on iki direk sağlı sollu dizilmişti. Minberi ağaç işleme sanatının en güzel örneklerindendi.Caminin huzur veren ortamından ayrılırken yeni bir sürpriz beni karşıladı.Caminin doğusunda yer alan dünyanın en dar sokağı bütün sevimliliği ile bizi davet ediyordu.İki kişinin bile yan yana geçmesi neredeyse imkansızdı.Karşılıklı dükkanlar ayakkabı tamircilerinin ekmek tekneleriydi.

Yorulduğumuzu ve acıktığımızı fark eden Hatice Öğretmen bizi Çorum’un yöresel yemekleriyle ünlü Katipler Konağı’na götürdü.Bizim için kurulan sofrada Çatal aşı,İskilip dolması ,Çorum  mantısı,sıkma baklava gibi özgün yemekler  sayesinde midemiz bayram etmişti.Karnımız doyduğuna göre yeni yerler keşfetme vakti gelmişti.

Bir sonraki durağımız Çorum Müzesi oldu.Alacahöyük ,Hattuşa,Şapinuva gibi önemli kazı yerlerinden çıkarılan eserlerin sergilendiği zengin bir müze Çorum Müzesi.Hitit kalıntılarına bakarken duyduğum heyecan ve merak yüzümden okunmuş olacak ki öğretmenimiz “Hattuşa’yı görmek ister misin ?”diye sordu.Bu kadar tarih kokan bir yeri görmeyi kesinlikle çok istediğimi söyledikten sonra hemen yola koyulduk.Yaklaşık bir  saat süren keyifli bir yolculuk sonunda tarihe tanıklık eden Hattuşa’ya vardık.Hattuşa 1986 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmış.Hitit İmparatorluğu’nun başkentiymiş.Tarihteki  bilinen ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması tabletleri de burada bulunmuş.Burada gördüğüm Aslanlı Kapı beni çok etkilemişti.Kocaman taşlara oyulmuş aslan figürleri canlanıp koşacak gibi etkileyici bir görünüme sahipti. Yüksek kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya Tapınağı’nı gördüğümde  yaşadığım  heyecanı anlatamam.Tapınakta 90’dan fazla tanrı,tanrıça,hayvan ve hayal ürünü yaratıklar kaya üzerine öyle güzel işlenmişti ki.

Hattuşa’dan tarihe doymuş ve biraz da yorulmuş olarak dönüyordum.Biraz yorgunluk olsa da bir sürü yeni şey öğrenmek çok güzeldi.Çorum’un tamamını gezememenin burukluğu ve günün keyfi arasındaki karmaşık duygularla Hatice Öğretemen’e ve arkadaşlarıma veda ettim. Hediye biblolarımın ve leblebilerimin yanında uykuya daldım.

87
SİNOP

                    ÖYKÜ MUTLU KENT SİNOP’TA

Sinop’a yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Karadeniz’in tek doğal liman kenti olan Sinop’un girişinde “Gölge etme, başka ihsan eylemem.” diyen Diyojen’in Heykeli ve zamana meydan okuyan kale surları karşıladı. Heykelin önünde güler yüzüyle Hatice öğretmen bizi karşıladı.

Sohbetimizin ardından ilk durağımız Sinop Tarihi Cezaeviydi. Boş koğuşları, gökyüzüne bakan birkaç boynu bükük ağacın bulunduğu avluları hüzünle gezdik. Bu cezaevi film platosu olarak kullanılıyormuş.  Parmaklıklar Ardında, Tatar Ramazan gibi  dizilerin burada çekildiğini öğrendik. Ve çok şaşırdık.

Hatice öğretmen birçok ünlünün burada kaldığını söyledi. Sebahattin Ali’nin,

“Başın öne eğilmesin

Aldırma gönül aldırma

Ağladığın duyulmasın

Aldırma gönül aldırma”

adlı şiiri koğuş duvarında bizi karşıladı. Şarkının melodisi kulaklarımızda Sinop Kalesi’ne geldik. 25 m yükseklikteki kalenin merdivenlerini tırmanarak kaleye çıktığımızda ise Sinop yeşille mavinin ahengiyle karşımızdaydı. Kaleden indikten sonra yan taraftaki hediyelik eşya dükkanına uğradık. El emeği renk renk ahşap gemi maketlerini inceledik. İsmimizin yazılı olduğu bir gemi maketi aldık. Limanda gezi turu yapan gemilere binerek şarkılar eşliğinde, turistlerle Sinop’un kıyılarını gezdik. Tekne turundan sonra Sinop’un kültürünü yansıtan, Osmanlı mimarisiyle yapılmış Etnografya Müzesini gezdik. Daha sonra Sinop’un tarihi izlerinden amphoralar, altın sikkeler, vazolar, dini resimlerin sergilendiği Arkeoloji müzesini gezdik.

Ardından 555 yıllık geçmişi bulunan şehri savunmak için yapılan Paşa Tabyalarını gezdik hem de yemeğimizi yedik. Masamızda yoğurtlu ve cevizli mantı, nokul, ıslama, pirinç böreği,  incir uyuşturması gibi yöresel tatlar vardı. Sinop mantısını çok beğendik.

Yemekten sonra kuzeybatıya doğru yola koyulduk. Denizin ve ormanın iç içe olduğu, doğal plajının da bulunduğu Akliman’da biraz soluklandık. Güzellikler eşliğinde çaylarımızı yudumladık. Türkiye’nin tek fiyordu olan, denizin bir nehir gibi kara içine girmesiyle oluşan Hamsilos Fiyordunu hayretle ve zevkle izledik.

Hatice öğretmen, Türkiye’nin en kuzey ucu olan İnce Burun Feneri’ne gideceğimizi söyledi. Toprak yoldan ilerlerken Beyaz Deniz Feneri karşıdan bizi selamladı. 155 yıllık geçmişi bulunan bu fenerin gemilere yol gösterdiğini, gemileri denize bağladığını öğrendim. Bu fenerin bekçiliğini ilk günden beri aynı aile yapıyormuş. Onlarla tanıştık ve fener hakkında bilgi aldık.

Dünya’da benzeri olmayan 28 tane irili ufaklı şelaleden oluşan Erfelek Tatlıca Şelalerine geldiğimizde kaynağa ulaşmak için şelalenin içinden tırmanmaya başladık. Annem hemen vazgeçti. Kaynağa ulaşmak çok kolay olmadı. Yeri geldi kaydık, yeri geldi ıslandık. Ama çok eğlendik

Hatice öğretmenin görev yaptığı Ayancık’a gitmek için yola koyulduk.Hatice öğretmenin öğrencileri Ayancık girişinde bizi karşıladı. Öğrencileri çok cana yakındılar. Hemen arkadaş olduk. Sahili ve ilçe merkezini gezdikten sonra Dünya’nın ikinci mağara girişine sahip İnaltı Mağarasına geldik. Sarkıt ve dikitlerin yer aldığı mağarada baykuş ve yarasaların kanat sesleri duyuluyordu. Mağarayı gezdikten sonra Akgöl’e doğru yola koyulduk. Sık çam ormanlarının gölgesinde, gölette sandal gezisi yaptık ve balık tuttuk. Piknik yaptık. Öğrencilerle oyunlar oynadık, çok güzel zaman geçirdik. Bu anları fotoğraflarla ölümsüzleştirdik.

Sinop için Türkiye’nin en mutlu şehri deniyormuş . Ben de bu şehirde çok mutlu oldum. Ayrılık vakti gelmişti. Hatice öğretmen Ayancık’a ait keten dokuması hediye etti. Hatice öğretmen ve öğrencileriyle tekrar görüşmek üzere vedalaştık. Kurtuluş’un ve Cumhuriyet’in ilk adımının atıldığı şehir olan Samsun’a doğru yola koyulduk.

89
Samsun

               ÖYKÜ, GÜNEŞ’İN DOĞDUĞU ŞEHİRDE
Sinop’tan ayrılırken o güzellikleri terk edişimin hüznünü yaşarken bir yanda da inanılmaz bir heyecan ve mutluluk sarmıştı düşüncelerimi. Çünkü Cumhuriyet güneşinin doğduğu şehire doğru yol alıyorduk. Sol tarafımızda masmavi deniz manzarasını seyrederek Samsun’un hayalini kurarken babam aracımızı yavaşlattı ve durduk. Yakakent limanıymış, Halil öğretmenim bizi Samsun’un en batısındaki ilçesinde karşılamıştı. Güler yüzüyle hoş geldin Öykücük dedi. Meğer tanışınca öğrendim ki Öykü isimli öğrencisine de öyle hitap edermiş. Sonra ben bizim araçtan inip Halil öğretmenim ve öğrencilerinin olduğu servis aracına bindim. Alaçam ilçesini geçtik ve Bafra’ya geldik. Ülkemizin en büyük nehri Kızılırmak’ın oluşturduğu delta ovasıymış Bafra toprakları. Burada kahvaltı yapacağımız tesiste durduk. Bafra pidesi ve manda sütünden yapılmış tereyağı, kaymak vb. yöresel lezzetlerle kahvaltımızı yapıp, Karadeniz bölgesinin en güzel doğal kuş cennetine doğru yol aldık. Burada 350 kuş türü olduğunu öğrendik ve çok heyecanlı bir safari yaptık. Hiç dinlenme fırsatı vermiyordu öğretmenimiz. Sonra Samsun merkeze gelirken Batıpark’a gideceğiz diye çocuklar nasıl heyecanlıydı. Kendimi bir anda masal ve çizgi film kahramanlarının arasında buldum. Harikaydı hepsiyle resim çekindim. Faytonla gezintimiz bir başka heyecan ve mutluluk vermişti bize. Sonra biraz yürüdük ve M.Ö. 1200 lü yıllarda Samsun’da yaşayan efsane kadın savaşçıları anlatan Amazon Köyü’nü gezdik. Bayağı etkilendim erkekler köle olarak yaşarmış. Mağaralar ve savaşçı kadınlar gerçek gibiydi. Dev Arslan heykellerinin içinde yine amazonlara ait müzeler vardı. Bayağı yorulmuştuk ve dinlenme ümidimi kaybetmeye başlamıştım. Teleferiklerle Amisos Tepesi’ne çıktık Orada harika bir öğle yemeği yedik ve tarihi mezarların olduğu Amisos tepesinde yürüyüş yaptık…
Vezirköprü’ye doğru yola çıktık. Hepimiz çok heyecanlıydık çünkü Halil öğretmenimin doğup büyüdüğü ve 4000 yıllık tarihi olan bir ilçeymiş. Harika bir yolculuk yaptık bir dakika durmadan müzikler eşliğinde şarkılar oyunlarla geçti yolculuğumuz. Şahinkaya kanyonuydu ilk durağımız. Kanyonda tekneyle gezinti yaptık ve muhteşem manzarası vardı öyle bir güzelliğe ilk defa şahit oldum tablo gibiydi kanyonun yamaçları kayalarının suya yansıması muhteşemdi.
Kanyon dönüşü Oymaağaç köyünde Hititlerin kutsal şehri Nerik’i gezdik ve bu köyde yapılan orman kebabını tatmadan gidilmez dedi Halil öğretmenim. Bütün çocuklar aç kurtlar gibi saldırdık ve harika bir lezzeti daha tanımış oldum.

Sonra Vezirköprü merkezine geldik Osmanlı’dan kalma tarihi kütüphanesi, taşhanı, bedesteni ve hamamları hepsi şehrin merkezinde çok kısa zamanda hepsini gezdik.  Samsun merkeze dönüş yolculuğu başladı. Kaplıcaları ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda verdiği ilk genelgesiyle bilinen Havza ve Dünya şampiyonu Güreşçimiz Yaşar Doğu’nun memleketi Kavak ilçesinden geçtik.

Samsun’a döndük ve Onur Anıtı’nı ziyaret ettikten sonra Atamızın 19 Mayıs 1919 da Samsun’a geldiği Bandırma Vapurunun önündeydim. Gerçeğiyle aynı ölçülerde yapılan vapuru gördüğümde heyecanım ve merakım tavan yapmıştı. Hep resimlerde gördüğüm vapura çıkıyordum merdivenlerden ve bir anda şok oldum… Atatürk’ün ve onunla o vapurda birlikte Samsun’a çıktığı silah arkadaşları bir masanın etrafında oturmuş yurdumuzu kurtarmanın planlarını yapıyorlardı. Hepsi gerçek gibiydi balmumu heykelleri. Epeyce bir süre donup kaldım izledim onları. Sonra vapurun diğer bölümlerini gezdik arkadaşlarla. Atatürk’ümüze ait eşyaların ve resimlerin olduğu bölümden de çok etkilendim. Artık akşam olmuştu bizde bitkin bir haldeydik.
Adaşım, önceden Halil öğretmenle anlaşmış, Öykü’yü ancak öykü misafir edebilir hiç kimseye vermiyorum demiş. Diğer arkadaşlarla vedalaşıp ayrıldık, Öykülerin evine geçtik kızlarla. Öykünün annesi bize yöresel yemeklerden hazırlanmış güzel bir masa hazırlamıştı. Yemeklerimizi yedik ve kız kıza maceralarımız devam etti.Yorgunluğu falan unutmuştuk. Makyaj partisi, pijama partisi çılgınlar gibi eğlendim. Ta ki öykünün annesinin sesini duyana kadar. Kızlar yatma vakti geldi dedi. Öykü yatağını bana verdi ve 5 kız karanlıkta sohbet ederken uyumuşuz. Sabah kalktığımızda hepimiz yeni güne yeni maceralarla karşılaşmaya hazırdık. Halil öğretmenim ve öğrencilerinin bana yaşattığı heyecan ve sevgi dolu bir günün ardından onlara çok teşekkür ettim ve ilerde yine görüşmek dilekleriyle yola çıktık.

91
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

               ÖYKÜ FINDIK DİYARI ORDU’DA..

Sıcacık bir yaz sabahında denizin mavisi ve ormanın yeşilinin bir arada olduğu, dereleri şarkılara konu olmuş fındık deposu Ordu’ya ulaştık. Telefonda konuştuğumuz gibi  Banu öğretmenim ile Ünye ilçesinin girişinde buluşup onun görev yaptığı Çaybaşı ilçesine doğru yola çıktık.

Gözümün alabildiği her yer yemyeşil fındık ağaçları ile dolu idi. Banu öğretmenim “Seni Tırfıl Tepesine götürüyorum ,orada seni bir sürpriz bekliyor.” dedi. Tepeye ulaştığımda sevinç çığlıkları ve müzik eşliğinde beni heyecanla bekleyen arkadaşlarımla tanıştım. Hepsi birbirinden cana yakın ve sevgi doluydu.Bizim için harika bir menü hazırlamışlardı. Turşu kavurmasını, mısır ekmeğini, galdirik kavurmasını, melevcan kavurmasını,sarımsaklı ekşili pancar sarmasını, mısır çorbasını,mısır ekmeğini, burma ve kabak  tatlısı ile yağlıyı çok beğenmiştim. Hatta o kadar çok yemiştim ki “yakan top” oynarken hemen vuruldum.JTepede biraz daha eğlendikten sonra tekrar yola koyulduk.Banu öğretmenim “Aşağı inip fındıklara yakından bakmak ister misin?” diye  sorunca “Hadi,hemen.” diye cevap vermiştim ancak fındıkları görmek hiç kolay olmamıştı. “Senin gibi, ilk kez bakanlar, görmekte biraz zorlanırlar.” deyince hep birlikte gülerek yolculuğumuza devam ettik. Karadeniz’in ve Ordu’nun en büyük ilçesi Ünye’ye ulaştığımızda gördüğüm güzellik karşısında adeta büyülenmiştim. Ünye, bölgenin en uzun ve en temiz sahiline sahip olması nedeni ile “Karadeniz’in İncisi” olarak adlandırılmış, tarihi kalıntılar ve doğal güzelliklerle dolu yemyeşil bir ilçeymiş. Doğum ve ölüm tarihi bilinmeyen ünlü şair Yunus Emre’nin Ünye’ye defnedildiği düşünüldüğünden ilk önce onun türbesini ziyaret ettik. Kadılar Yokuşunda bir tur attıktan sonra Türkiye’nin üçüncü , Karadeniz’in ise ilk “Yaşayan Müzesi” olan Ünye Müzesini ve Ünye Kalesi’ni de gezdik.Sahil boyunca şarkılar eşliğinde ünlü sanatçı Kadir İnanır’ın memleketi Fatsa’ya doğru ilerledik. Daha önce yaptığım araştırmalar esnasında ismini duyduğum Gaga Gölünü görmek istediğimi söyleyince Banu öğretmenim “Bugünkü gezi planımızda yok ama istersen biraz bahsedeyim.” dedi. Gaga Gölü Batı Karadeniz’in sayılı doğal güzellikleri arasında ve derinliği 4,5 metre olan bir gölmüş.Fatsa sahilinden geçip köftecileriyle meşhur Bolaman’a ulaştık.O kadar çok yemek yemiştik ki köftelerin tadına bakamadan rotamıza devam ettik.Yason Kilisesine doğru ilerlerken sahil yolundan gitmeyi tercih etmiştim.Aslında 3775 metre uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun tüneli olan Nefise AKÇELİK tünelinden geçmeyi de istiyordum ama sahil yolunun “manzara” kelimesinin içini doldurup taşıran görüntüsünden sonra  “iyi ki bu yolu tercih etmişim” diye düşündüm.Nefise AKÇELİK tüneli adını ,20 yıl boyunca bu iş için çalışan ve ne yazık ki tünelin açılışını göremeden ölen mühendisinden almış. Güneşin doğuşunun ve batışının aynı konumdan izlenebildiği, Karadeniz sahilindeki tek kilise olan fakat kullanılmayan Yason Kilisesi yanında bir de deniz feneri vardı. Buranın içimi ferahlatan deniz kokusunu ve sakinliğini hiç unutmayacağımı düşünürken arkadaşlarım oyun oynamayı önermişti. Adını ilk kez duyduğum “ateş almaca” oyununu oynarken çok eğlenmiş bittiğinde ise çok yorulmuştuk. Arabalarımıza binip Boztepe’yi görmek için Ordu il merkezine gittik. Boztepe’ye teleferik ile çıkarken biraz korkmuştum. Öğretmenimin söylediğine göre teleferik 570 m yüksekliğinde ve  2350 m uzunluğundaymış. Tepeye vardığımızda  buradan şehri tam olarak görebildiğimi fark ettim. İçinde yer alan tesisler ve muhteşem manzarası ile turist akınına uğrayan bir yermiş Boztepe. Aynı zamanda yamaç paraşütü de yapıldığını öğrenince dondurmalarımızı alıp, paraşütle atlayanları izlemeye başladık. Gerçekten de heyecan vericiydi.Paraşütle göklerde kuşlar gibi uçtuğumu hayal ederken Banu öğretmenim tekne turu saatinin yaklaştığını,bir an önce teleferikle tekrar aşağı inmemiz gerektiğini hatırlattı. Boztepe’den aşağı süzülerek inerken burada yaşayanların ne kadar da  şanslı olduğunu düşünmeden edemedim.Tekne turu yapacağımız yere ulaşmıştık. Ordu Büyükşehir Belediyesine ait olan tekneye sıra ile bindik.Yaklaşık elli dakika süren deniz yolculuğumuz boyunca Gülşen,Soner ARICA gibi Ordu’lu sanatçılarımızın şarkıları eşliğinde oyunlar oynadık,simit yiyerek çaylarımızı yudumladık. Denizin üzerinde dalga dalga ilerlerken hem güneşin batışını izledik hem de arkadaşlarım Ordu’nun gezemediğimiz diğer güzelliklerinden bahsettiler. Perşembe ilçesinde her yıl Temmuz ayında yayla şenlikleri yapıldığından ve Hoynat Adasının önemli kuş alanı ilan edildiğinden, Kabadüz  ilçesindeki Çambaşı Yaylası’nın kayak merkezi olarak hizmet verdiğinden, Aybastı’da 100 metreyi aşan yüksekliği ile ülkemizin en yüksek şelalesi unvanına sahip olan Uzundere Şelalesinden ve  Ordu’nun Gülyalı ilçesinde deniz üzerine taş dolguyla inşa edilen dünyanın üçüncü, Avrupa’nın ve Türkiye’nin ilk havalimanı olan Ordu- Giresun Havalimanından da böylelikle haberdar oldum. Turumuz bittiğinde güneş tüm kızıllığıyla batmış ve artık ayrılık vakti gelmişti. Öncelikle birlikte dolu dolu geçirdiğimiz bu güzel günü ölümsüzleştirmek için bir fotoğraf çekindik. Sahil kenarında hazırladığımız dilek fenerlerini yaktık. Ülkemizin birlik ve beraberliğinin bozulmamasını, tekrar bir araya gelip görüşebilmeyi dileyerek fenerlerimizi uçurduk.

Hoşça kal ORDU…

93
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                    GİRESUN’DA BİR ÖYKÜ

Giresun terminaline beş dakika kaldı sesi ile irkildim. Zeynep ve Nurcan öğretmenimle buluşma noktamız Giresun terminaliydi. Yaşayacağım yeni deneyimler için heyecanlanıyordum. Ben Giresun’da hangi güzellikler beni bekliyor diye düşünürken arabamız terminal yakınlarına gelmişti.  Arabadan inmek için hazırlandığım sırada dışarıdan sesler geldiğini fark ettim. Dışarıdan gelen seslere dikkat ettiğimde bu sesin kemençe olduğunu anladım.Heyecanla kendimi arabadan dışarıya attım. Dışarıya çıktığımda bu sesin Zeynep ve Nurcan öğretmenimin öğrencilerinin olduğu yöresel kıyafetli arkadaşlarımdan geldiğini anladım. Ben kemençenin sesi ile büyülenirken yöresel kıyafetli bu ekip kemençeleri ile bana  doğru yaklaştı. Bizleri bu şekilde  karşılamaları çok mutlu etmişti. Zeynep ve Nurcan Öğretmen bizi öğrencileri ile tanıştırdı. Bu güler yüzlü ekiple güzel bir maceranın beni beklediğini o an anlamıştım. Zeynep öğretmen ilk durağımızın Giresun Adası olduğunu söyledi ve ada ile ilgili efsaneye bizimle paylaştı. “Doğu Karadeniz’in tek adası. Efsaneye göre göre bu ada Giresun’un güneydoğusunda yer alan görünümü kartal gagasını andıran Gedikkaya’dan kopan bir parçanın denize yerleşmesi ile oluşmuş. Eskiler  ARETİAS dedikleri bu adada yaşayan bir  kral ve kralın güzeller güzeli bir kızı varmış. Kralın güzel kızının gönlü Giresun kalesinin eteklerinde koyunlarını otlatan yağız benizli çoban için çarpıyormuş. Fakat kızın babası bu aşka izin vermemiş. Kızını bu adaya hapsetmiş. Zeynep öğretmenin anlattığı bu efsane ile adaya giriş yaptık. Hikayede kralın acımasızlığının aksine Giresun Adası doğal güzellikleri ile bizi büyülemişti. Doğal güzellikleri ve mis gibi havası sayesinde açlığımızı daha da fazla hissetmeye başlamıştı. Bu sırada Nurcan öğretmen benim aklımı okumuş gibi kahvaltımızı burada yapacağımızı söyledi.

Giresun Adasındaki  çay bahçesinde  kahvaltı soframızı birlikte hazırladık. Bizi gezdiren bu grubun aileleri Giresun a özel yemekler hazırlamıştı. Ali arkadaşımız kahvaltıda yer alan buraya has yiyecekleri tek tek sıraladı.  Mısır unu ekmeği, taflan, töngel  pekmezi, fasülye turşusu, karalahana diblesi, kiraz tuzlusu kavurması, pezik mıhlası, katmer, fındiklı badem….

Yemeklerimizi afiyetle yemiştik. Şimdi Sırada  Giresun Kalesi vardı.. Kaleye çıktığımızda Giresun  ayaklarımızın altındaydı hele o Topal Osman’ın hikayesini anlattıklarında tüylerim diken diken olmuştu. Topal Osman ‘ın mezarında dua ettikten sonra sonraki durağımız olan Giresun Çocuk Kütüphanesinde aldık soluğu. Kütüphane hakkında ilginç bilgiler öğrendik. Eskiden Katolik Kilisesi olan bu kütüphane şimdilerde çocuk kütüphanesi olarak kullanılıyor.

Kütüphaneden çıktıktan sonra Zeynep  öğretmenimizin öğrencilerinden   Ayşe kendi yaşıdıkları ALUCRA ilçesi hakkında bilgi verdi. Gezimizin son noktasının burası olacağından bahsetti.  Giresun merkezinden uzak olan ilçelerinin Giresun ikliminden de farklı olduğundan bahsetti.

Giresun merkezden   ayrılıp Kuzalan Şelalesine yaklaşmıştık. Yaklaşık 20 metre yükseklikten akan şelale harika görünüyordu. Şelalenin bulunduğu bölge aslında bir tabiat parkı.  Travertenleri ile birlikte denilen göre Pamakkale’ye rakipmiş. Tabiat parkındaki bir diğer güzellik ise Mavi Göl.

Mavi Göl adeta saklı bir cennet. Saklı cennet dedim çünkü dere üzerinden kayalıklara tırmanılarak buraya ulaştık. Tırmanma esnasında yaşadığımız heyecanı unutmak mümkün değil. Mavi Göl’ün rengi ve suyun soğukluğu  resmen büyülemişti bizi.

Vaktin nasıl geçtiğini anlamıştık fakat artık Alucra ilçesine yolculuk başlamıştı. İkindi güneşi camımıza vururken biz Alucra’ya doğru yol alıyorduk.. Artık akşam olmak üzereydi ama biz hala ilçeye ulaşamamıştık. Bu sırada  Eğribel Geçitinden geçmek üzereydik.  2200 rakımlı bu geçitten geçerken adeta mevsimin değiştiğini hissetmişti.  Nisan ayı olmasına rağmen kar kaplı olan geçit bizi şaşırtmıştı.

Karanlık karışmadan Zeynep ve Nurcan öğretmenlerimizin çalıştığı Alucra ilçesine ulaştık. Arkadaşlarımızla birlikte Kamışlı Kilisesinde semaverde yorgunluk çayı yudumlayıp , güneşin batışını izledik.

Akşam yemeği için bizi Çağrı arkadaşımız evlerine yemeğe davet etti. Akşam yemeği için yine yöresel yemeklerden  Karalahana  Çorbası, Etli Pancar Sarması, Hamsi Böreği, ve siron yapılmıştı. Yemek yedikten sonra dinlenmek için bahçeye çıkmıştık. Bu sırada birden bizi otogarda karşılayan kemençe sesi yeniden yükseldi. Yemekten sonra bizi bekleyen bir sürpriz vardı. Bizi karşılayan öğretmenlerimizin öğrencileri yöresel oyunlarıdan bir şölen hazırlamışlardı.Sırası ile  Giresun karşılaması, horanlar, kız sallama, Sıksara ve kolbastı oynandı. Bize de öğrettiler. O kadar güzel bir gündü ki hiç bitmesini istemedik .. Üzgündüm bu sıcak ekipten ayrılıyorum diye fakat heyecanlıydım. Sabah erken Gümüşhane’ye gidecektik.

95
Gümüşhane

             ÖYKÜ İLE GÜMÜŞHANE’Yİ GEZİYORUZ

       Sabahın erken saatlerinde Gümüşhane’ye doğru yol almıştık ki sert bir fren sesiyle       sarsıldık.Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken,babamın sakin olun önümüze minik bir keyik atladı deyişi telaşla arka camdan bakmama neden oldu.

            Gümüşhane Kürtün ilçesinde meşhur “Örümcek Ormanları ” yakınında küçük bir yavru dağ geyiği önümüze atlamıştı. Sonrasında sekerek ormanın içine doğru uzaklaştığını gördüm. Babam onu bu şekilde bırakamayacağımızı söyledi ve birlikte peşine düştük. Boyu 60 metreyi, eni ise 2 metreyi bulan; 450 yaşlarında olduğu bilinen Balkan ve Kafkasların en büyük ağaçları, ladin ve göknar ağaçlarının arasından geçerek onu aramaya başladık.Neyse ki çok geçmeden minik geyiği çalıların arasında  ürkek bir şekilde sıkışmış olarak bulduk.Neyse ki yaralı değildi. Kurtulmasına yardım ederek, hızlıca ormanın içlerine koşmasını mutlulukla izledik.  Bu durum kısa olan vahşi hayat maceramıza son verdi.                                              Torul‘da Murat öğretmenim ve öğrencileri ile buluşmak için Torul Kalesi’nde bulunan yüksekliği 240 m olan Türkiye’nin en yüksek cam seyir terasına geldik. Cam terasın en uç noktasına gelerek  Gümüşhane’nin yayla çiçekleri ile bezenmiş mis havasını içime çekmiştim ki ,bu güzel hayalden beni gözlerimi sıkıca kapatan bir çift el uyandırdı.O elin sahibi Murat öğretmenim ve beni karşılamaya gelen 15 Temmuz Şehitler İlkokulu 3/C Sınıfı öğrencileriyle tanışarak güzellikleri görmek için yola koyulduk.İlk durağımız Zigana Köyü ve yakınlarındaki Limni Gölü’ydü.Murat öğretmenimizin velisi olan Ziagana Köyü muhtarı Barış Bey ve köy sakinleri bizi köy evinde karşıladılar. Bizlere midemizi bayram ettirecek yöreye ait olan Toğala Kuymağı, dağ çileği reçel ,haşıl,fırın erişte, lemiz ve daha sayamadığımız bir çok güzelliğin olduğu zengin bir kahvaltı sundular.Sohbetten hemen sonra yola koyulup köyün yakınlarındaki 2000m rakımda , sarıçam ve ladin ağaçları arasında olağanüstü bir doğa harikası  olan  Limni Gölü bizi büyüledi.Gölde yüzen  ördeklere ekmek attık  ve ciğerlerimizi Limni’nin zengin oksijeniyle bir nefeste doldurup Karaca Mağarası’na doğru yola çıktık.                                                               Mağaranın içi, karstik erime sonucu oluşan dikit ve sarkıtların bulunduğu, yakut, elmas, zümrüt renginde parıldayan duvarların aydınlattığı, kuzey ışıkları gibiydi. Karaca Mağarasından çıkıp  Krom Vadisi’ni ziyaret için gittiğimiz yolda önümüzü bir koyun sürüsü kesti.Çoban, koşup koyunları yoldan çevirmeye gelmişti ki babam koyunların yolun kenarındaki sudan içtiklerini fark ederek, çobana bekleyebileceğimizi söyledi.Bu sırada çoban kendi evinin de vadiye yakın olduğunu söyleyerek bize eşlik etmesi için oğlu Yusuf’u yanımıza verdi.Günümüzde arkeolojik sit alanı olarak korunan , içinde 17  kilise ve şapel’in   bulunduğu Krom  Vadisi, bizi tarihi dokusuyla adeta kucakladı.Yusuf, çalışkan ve başarılı bir öğrenciymiş.Hatta okuldan arta kalan zamanlarda ve tatillerde ,vadiyi ziyarete gelenlere rehberlik yapıyormuş.Bu tarihi anıtlardan ayrılarak Tomara Şelalesi’ne doğru yola koyulduk. Anayol üzerinde Harmancık Köyü yakınlarında Türkiye’nin pestil-köme deposu olan fabrikaları da ziyaret ederek yolumuza devam ettik.                                                         Yolumuz üzerinde ,Eski Gümüşhane olarak da  bilinen kentsel ve doğal sit alanı olan Süleymaniye Mahallesi’ne uğradık.Mahalleye yaklaştıkça gelen davul ve zurna sesleri bizi daha da meraklandırdı.Mahallenin içlerine doğru süzüldükçe etraftaki kilise,cami,hamam,,köprü ,türbe,medrese,çeşme ve birçok tarihi güzelliğin olduğunu farkettik. Mahallesi’nin Harşit Çayı’na uzanan merasında bir düğün olduğunu fark ettik.Düğün sahipleri bizleri görür görmez karşılayıp yöresel oyunlarına davet ettiler.Kısa süreli bu oyun, sonrasında acıkmamıza neden olsa da zengin düğün sofrasında bulunan erişte çorbası, çırtma fasülye, borani, lahana dolması, siron gibi birçok yöresel lezzetler  bizi kendimize getirdi.Düğün sahipleriyle vedalaşarak  yola devam ettik.

Şiran ilçesindeki Tomara Şelalesi’ni görmek için bölgeye yaklaştığımızda gürleyen şelalenin sesi ve etrafta oluşan zengin bitki florasının peyzajı, bizi derin bir vadiden akan Tomara Şelalesi Tabiat Parkı’na götürdü.Şelale 40 metreden dökülüp, 40 ayrı  kaynaktan beslenmekteydi.                                 Gümüşhane   küçük bir il merkezine sahip olmasına rağmen doğal ve tarihi zenginlikleri olan bir şehir. Şehrin zengin altın ve gümüş yataklarına sahip olmasından ötürü Kanuni döneminde hazinenin beşte biri burada basılırmış.

.     Burada bulunduğumuz sırada gezdiğimiz ilçe, köy ve kasabalarda birçok tarihi ve doğal güzellik görüp, bunlarla ilgili anlatmakla bitiremeyeceğimiz efsanelerden bahsedilmektedir. Gümüş Kız Efsanesi, Canca Kalesi Efsanesi, Tomara Şelalesi Efsanesi gibi efsaneler bunlardan birkaçıdır.                                                                      Artık Geceyi geçireceğimiz Gümüşhane ile Trabzon arasında sınır olan Zigana Dağı’na doğru yola koyulduk.Kış aylarında buralar çok güzel kar örtüsüyle kaplanır.Eskiden kış aylarında buradan geçmekte olan ticaret kervanlarını uğurlarken : ”Zigana’da Hayatta Kalmaya Bak” sözünü sık sık söylerlermiş.                                                                                   Zigana Dağı’nında,Trabzon il sınırında bulunan dinlenme tesislerinden birinde mola verdik.Burası yazları ve kışları çok  güzel olduğu için,bölgede yaşayan birçok insanın şehirden kaçıp mis gibi havasını soluyup nefes aldığı ortak bir buluşma noktasıdır.Oturduğumuz masadan baktığımızda vadinin karşı yakasında dağın eteklerine kurulmuş Hamsiköy, yeşilin her tonuyla bize gülümsüyordu. Mola verdiğimiz tesiste meşhur Hamsiköy Sütlaçı’nı da yedikten sonra geceyi geçireceğim zigana kayak tesislerine doğru yol aldık.

97
Trabzon

                      ÖYKÜ TRABZON’DA

Sabah erkenden uyandık ve Trabzon’a gitmeye hazırlandık. Trabzon’a yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Karadeniz’in ne kadar güzel olduğunu duymuştum ve şimdi kendim görecektim. Trabzon’da bizi Seval öğretmenimiz ve öğrencileri misafir edecekti. Onlarla Sümela Manastırı’nda buluşacaktık. Kararlaştırdığımız saatte ve yerde Seval öğretmenimiz ve öğrencileri Muhammet, Barış, İhsan, Mert, Kerim, Esengül, Gamze ve Emine bizi bekliyordu. Bizi sıcakkanlı karşıladılar. Onlar da benim gibi çok heyecanlıydı. Tanıştıktan sonra önce kahvaltı yapmak için bir yere gittik. Kahvaltıda yöresel lezzetlerden kuymak ve kaygana yedik. Ayrıca Trabzon’da üretilen hakiki bal ve tereyağı da masamızdaydı. Ve tabi ki mis gibi kokan çayımızı da içtik.

Kahvaltıdan sonra Sümela Manastırı’na çıktık. Sümela Manastırı MS 365-395 yıllarında yapılmış. Önce kilise amacıyla yapılan bina sonra manastıra dönüştürülmüş. Seyir terasından bakıldığında dağların arasında kayaların içine yapılan manastırın manzarası muhteşemdi. Etrafı çam ağaçlarıyla yeşilliklerle doluydu. Bilet alıp manastırın içine girdik. Duvarlarındaki ve tavandaki kalıcı boyayla yapılmış resimleri gördük. Manastırdaki odaları gezdik. Seval öğretmenimiz ve arkadaşlarımla Sümela’dan aşağıya yürüyerek indik. Yolda kemençe çalıp Karadeniz türküleri söyleyen amcalara rastladık. Bol bol fotoğraf çekindik. Arkadaşlarım çok cana yakındılar. Beni hemen aralarına kabul ettiler. Trabzon’u kendi yaşıtlarımla gezmek daha eğlenceli yapmıştı bu geziyi.

Sümela’dan sonra Trabzon’un başka bir tarihi değeri olan Atatürk Köşkü’ne gittik. Köşk Trabzon merkezdeydi. Atatürk 1934-1937 yıllarındaki Trabzon gezilerinde bu köşkte misafir edilmiş. İçerisinde Atatürk’e ait eşyaların bulunduğu köşk de yeşillikler içinde çok güzeldi. Atatürk Köşkü’nden sonra Trabzon meydanı gezip Ayasofya Camisine gittik. Ayasofya Camisi önce kilise olarak yapılmış ancak Fatih Sultan Mehmed Han’ın Trabzon’u fethinden beri cami olarak hizmet vermektedir. Günümüzde ayrıca müze olarak da kullanılmakta.

Trabzon merkezden arkadaşlarımın ve öğretmenimin ilçesi Sürmene’ye gidecektik. Yol Karadeniz’in kıyısından geçiyordu. Bu yüzden yol boyunca denizi seyrettik. Denizin ve gökyüzünün maviliği dağların ahenkle dans eden yeşilliği Trabzon’a ayrı bir güzellik katıyordu. Sürmene ilçesi deniz kıyısında küçük ve şirin bir ilçeydi. Barış ve İhsan arkadaşlarım bana hepsinin Oylum Mahallesi’nde yaşadıklarını anlattı. Köylerini gezdiremediklerine üzüldüler. Sürmene’de Memişağa Konağı’nı gezecektik. Memişağa Konağı Sürmene ilçesinin Kastel köyünde 1896’da Hacı Yakup Memiş Ağa tarafından yaptırılmış. 2000li yıllarda restore edilmiş ve şimdi restoran olarak hizmet veriyor. Bizde zaten acıkmıştık ve öğle yemeğimizi burada yiyecektik. Öğle yemeğinde Sürmene’nin meşhur pidesinden yiyecektik. Kıymalı, kavurmalı ve peynirli çeşitlerinden herkes canının istediğini söyledi. Ailem ve ben kıymalı pideyi tercih ettik. Üstündeki bol tereyağıyla çok lezzetliydi. Biraz burada dinlendikten ve yorgunluk çayımızı içtikten sonra yola koyulup yaylaya gitmeye başladık.

Yaylaya giderken yolda çay ve fındık bahçelerini gördük. Çay ve fındık Trabzon’un önemli geçim kaynaklarından. Arkadaşlarım da yaz tatillerinde ailelerine çay ve fındık toplarken yardım ettiklerini anlatılar. Emine bize çay kırmanın nasıl olduğunu, Muhammet de fındık nasıl toplanır onu anlattı. Of ve Çaykara ilçesinden geçip Sultan Murad yaylasına çıkmaya başladık. Sürmene’deki sıcak ve nemli havadan sonra yaylanın eşsiz doğası, serin havası ve buz gibi soğuk suları o kadar güzel ki anlatmak asla yetmez. Sultan Murad yaylasına çıktığımızda orada yayla şenliklerinin olduğunu gördük ve çok sevindik. Arkadaşlarımla hemen arabadan inip şenlik alanına koştuk. Çok büyük bir kalabalık vardı. Kemençeler çalıyor insanlar horon oynuyordu. Bizde onlara katıldık. Gençler kolbastı oynuyordu. Biz de kolbastı oynamayı denedik ve halimize çok güldük. Karadeniz insanı çok misafirperverdi. Hepsi bize ilgi gösteriyor ve yöresel lezzetlerden ikram ediyordu. Yayladayken memleketimizin keşfetmemiz gereken ne kadar çok güzelliği var diye düşündüm. Bir kez daha ülkeme hayran kaldım.

Gezimiz devam ederken ve doğa bize bütün güzelliklerini gösterirken sıradaki durağımız Uzungöldü. Burası tam bir huzur kaynağıydı. Dağların arasında yemyeşil bir göl etrafı çam ağaçlarıyla kaplı ve tepelerde yaylalar… Yeşilin bu kadar çok tonunu hiç bir arada görmemiştim. Gölün etrafında yürüyüş yolu vardı. İsteyenler dolaşmak için bisiklet kiralıyorlardı. Arkadaşlarım ve ben bisikletle gölün etrafını gezdik. Annemler ve Seval öğretmenimiz yürümeyi tercih ettiler. Akşam olmak üzereydi ve güneş mest eden bir güzellikle dağların arkasında batıyordu. Bizde hep birlikte geceyi burada Uzungöl’de geçirecektik. Bisiklet turumuz bitince oyun parkında hep beraber oynadık. Hem yorulduk hem acıktık. Böylece akşam yemeği için gölün etrafındaki restoranlardan birine gittik. Yöresel lezzetlerle kurulu sofrada eşsiz manzara eşliğinde yemeğimizi yedik. Neler yoktu ki sofrada: karalahana çorbası ve sarması, turşu kavurma, hamsi tava ve mısır ekmeği. Tatlı olarak da meşhur Hamsiköy sütlacı yedik. Her şey çok lezzetliydi. Annemler ve Seval Öğretmenimiz sohbet ederken biz de arkadaşlarla biraz daha oynadık. Yatma vakti gelince sabah vedalaşmak üzere odalarımıza çekildik.

Sabah olunca ve vedalaşma zamanı gelince içimi bir hüzün kapladı. Trabzon’u ve arkadaşlarımı çok sevmiştim. Birbirimize telefon numaralarımızı verdik ve birbirimizi arayacağımıza söz verdik. Hepsiyle tek tek vedalaştım. Ailem ve ben bizi bu kadar güzel misafir ettikleri için Seval öğretmenimize ve öğrencilerine teşekkür ettik. Rize’ye gitmek üzere yola çıkmaya hazırdık. Bakalım bizi Rize’de neler bekliyordu?

99
Rize

   ÖYKÜ YAĞMURUN ÇAYA DÖNÜŞTÜĞÜ ŞEHİR RİZE’DE 

Trabzon’da geçirdiğimiz harika bir günün sonunda yeni rotamız Rize oldu.Ne çok sevmiştim Karadeniz’i.Yol boyunca bir yanımızda yeşilin her tonunu barındıran dağlar,bir yanımızda deniz eşlik etti bize.

Rize’de Esra Öğretmen ve 9 Mart İlkokulu 4/D sınıfı öğrencileri karşıladı bizi.Onların da en az benim kadar heyecanlı olduğunu görmemek mümkün değildi.Esra Öğretmen gülümseyerek “Çayın memleketi Rize’ye hoş geldiniz.” dedi. Ardından öğrencileri, kendilerini tanıtmak için adeta can atarcasına yanıma geldi.Şimdiden çok eğlenceli bir gün geçireceğimizi anlamıştım.Esra Öğretmen ilk durağımızın Rize Kalesi olduğunu, orada güzel bir kahvaltı yapacağımızı söyledi.Hepimiz heyecanla gezimiz için ayarlanan otobüse binerek yola koyulduk.

Rize Kalesi’ne geldiğimizde şehri kuşbakışı izleyecek şekilde hazırlanmış olan kahvaltı masası ilk dikkatimizi çeken şey oldu.Rize’nin meşhur muhlaması,yaylalardan gelen tereyağı,Anzer balı,kolot peyniri,sıcacık koleti ekmeği,minci peyniri….Nihayet Rize insanının sıcaklığı ile demlenmiş,dumanı üstünde çay da masaya gelmişti.Kahvaltıdan sonra her birinin lezzeti damağımızda kalarak yola çıktık.

Otobüse bindiğimizde içimizi kıpır kıpır yapan türkü otobüsün nereye doğru ilerlediği hakkında ipucu veriyordu bize. “ Çayeli’nden öteye,gidelum yali yali…” Esra Öğretmen’in öğrencileri türkünün ritmine kendilerini kaptırmış,sudan çıkmış balık gibi titriyorlardı.Ben de farkında olmadan omuzlarımı bir öne bir arkaya sallıyordum.Babamın “ Ha uşağum ha” komutu ile hepimiz kahkahaya boğulduk.

Çayeli’ne geldiğimizde etrafı buram buram saran, hayatımda daha önce hissetmediğim bu kokunun ne olduğu benim için merak konusu olmuştu.Otobüsün, önünde durduğu bahçenin çay bahçesi olduğunu, hissetiğim kokunun ise çay kokusu olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.Esra Öğretmen Rize’de bir çok insan için geçim kaynağı olan çayı toplamanın hiç de kolay olmadığını söyledi.Elindeki aleti bana doğru uzatarak denemek isteyip istemediğimi sordu.Büyük bir heves ile engebeli çay bahçesine girerek Esra Öğretmen’inde yardımı ile çay makasının bağlı olduğu torbayı doldurmayı başardım.Farkında olmadan arkadaşlarım ile birlikte çay bahçesinin en üst kısmına kadar çıkmıştık.Topladığımız çayları büyük bir çuvala doldurduk ve burada tüm bahçelerde olan minik teleferiklere koyarak aşağıya gönderdik.Öğrencilerden birkaçı “Bundan sonra topladığımız çaylar, çay alım yerlerine gidecek ve oradan sonra işlenmek üzere çay fabrikalarına götürülecek.” dedi.

Çayeli’nden ayrıldıktan sonra Fırtına Dere’sine doğru yol aldık.Esra Öğretmen Kaçkar Dağları’ndan gelen bir çok kolunun birleşmesi ile oluşan bu derenin yüksek debisi sayesinde rafting sporu için önemli bir yer olduğunu söyledi.Yol boyunca fırtına deresi üzerinde bir çok tarihi kemer köprü gördük.Bu köprülerin en eskisi 1696 yılında inşa edilen Şenyuva Köprüsü imiş.Hemen durduk ve önünde fotoğraf çekildik.Hala sapasağlam ayakta durmasına hayran kaldık.Timisvat ve Çinçiva ‘nın da dere üzerinde bulunan diğer köprülerden olduğunu ama vaktimiz kısıtlı olduğu için hepsinde fotoğraf çekilemeyeceğimizi söyledi Esra Öğretmen.

Bir sonraki durağımız Zilkale oldu.Patika bir yoldan yürüyerek kaleye çıktık.Yeşil dağların arasında sapasağlam duruşu ile hepimizi kendine hayran bırakan bu kalenin yaklaşık beş,altı yüzyıllık tarihi olduğunu öğrendik.Kaleyi gezerken birden başlayan yağmur karşısında şaşıran yalnızca ben oldum sanırım.Yaz mevsiminde bu kadar çok yağmur yağmasına şaşırdığım kadar  herkesin hazırlıklı gelip çantasından şemsiyelerini çıkarması da beni çok şaşırtmıştı.Esra öğretmen otobüsten getirdiği iki şemsiyeyi bana ve anneme uzatarak “Burada dört mevsim yağmuru görmek mümkün Öykü’cüğüm.Rize ülkemizin en çok yağış alan ilidir.Bizler bu duruma alışkın olduğumuz için hep hazırlıklı oluruz.” diyerek şaşkınlığımı giderdi.

Otobüsümüz ormanlar arasından kıvrıla kıvrıla devam eden yolun sonunda bizi Ayder Yaylası’na ulaştırdı.Ahşap evler ve otellerin bulunduğu,yamaçlarında insanların tulum eşliğinde horon teptiği,temiz havasıyla ve güzelliği ile başımızı döndüren bu yaylaya hayran kalmıştık.Esra Öğretmen “Ayder yaylası kış mevsiminde de harika görünür.Hatta her yıl burada Kardan Adam Şenliği düzenlenir.Ayrıca Rize’de bir çok yayla var.Bir dahaki gelişinizde sizi Pokut,Gito,Palovit,Anzer yaylalarına da götürmek isterim.” dediğinde o kadar sevinmiştim ki tekrar Rize’ye gelmek için şimdiden sabırsızlandım.

Artık akşam olmuştu. Geceyi Esra Öğretmen’in evinde geçirmek üzere tekrar Çayeli’ne döndük.Eve geldiğimizde bizi Esra Öğretmenin minik kızı ve bir kaç velilesi karşıladı. Akşam yemeği için masayı donatmışlardı.Lahana sarması,hamsi tava, turşu kavurması,laz böreği,hamsikoli,mısır ekmeği, pepeçura tatlısı ve daha neler neler.Bir çoğunu ilk kez tatmama rağmen bu yiyecekleri beğenmemek elde değildi.

Günün sonunda göz kapaklarım uykuya yenik düşmek  üzereydi..Bu güzel gün için  arkadaşlarıma ve Esra Öğretmeni’me ayrı ayrı teşekkür ettim.Şimdi dinlenme vakti.

Bekle bizi Artvin.

101
Artvin

                            ÖYKÜ ARTVİN’DE

Gün ağarırken erkenden Artvin’e doğru yola çıktık. Sımsıcak bir yaz sabahıydı. Engin Karadeniz yol boyunca bize eşlik ediyordu. Bir tarafımızda Karadeniz diğer tarafımızda ise yemyeşil çay tarlaları ve ormanlar vardı. Rize’den, Esra öğretmenimden ve orada tanıştığım arkadaşlarımdan ayrılacağım için üzgündüm. Ama diğer taraftan Ceyhun öğretmenim ve yeni arkadaşlarımla tanışacağım için içimi bir heyecan sarmıştı.

Arhavi ilçesine geldiğimde Ceyhun öğretmenim ve iki öğrenci bizi bekliyordu. Ceyhun öğretmenim bizi Yağmur ve Mertcan ile tanıştırdı. Yağmur  kendi köyünden topladığı çiçeklerle yaptığı tacı bana verdi. Öğretmenim ve arkadaşlarımla sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuş gibi kaynaştık. Ceyhun öğretmenim sabah kahvaltısı için Şavşat Evi’nde bize sofra hazırlatmıştı .Karadeniz müzikleri eşliğinde hızlıca yola koyulduk. Birazcık ilerledikten sonra Hopa’ya geldik önümüze bir yol tabelası çıktı. Tabelanın üzerinde Sarp yazıyordu. Ceyhun öğretmenime sarp ne demek diye sordum. Ceyhun öğretmenim, ”Sarp, Gürcistan ile ülkemizi birbirine bağlayan en büyük sınır kapısıdır.” dedi. Ama biz diğer yola saparak Cankurtaran Dağı’na doğru tırmanmaya başladık. Zirveye geldiğimizde küçük bir mola verdik. Buradan Karadeniz, dağların eteklerindeki ormanlar ve yemyeşil çay tarlaları bize eşsiz bir manzara sunuyordu.

Borçka İlçesine geldiğimizde kocaman bir nehrin köprünün altından akıp gittiğini fark ettim. Yağmur, bu nehrin adının Çoruh olduğunu söyledi. Üzerine barajlar kurulduğu için nehrin artık durgun aktığını ve eskiden bu nehir üzerinde rafting sporunun yapıldığını da sözlerine ekledi.

Şavşat’a geldiğimizde saat 09.00’a gelmişti. Arabadan iner inmez  folklor ekibi bizi karşıladı. Coşkuyla  Atabarı ve Horon oynuyorlardı. Ceyhun öğretmenim Atabarı’nın eski isminin Artvin Barı olduğunu ve Atatürk’ün Artvin seyahatinden sonra isminin değiştirilip Atabarı olduğunu bize anlattı. Bu memlekette Atatürk’ün ne kadar çok sevildiğini fark ettim. Oradakileri selamlayarak Şavşat Evi’ne geçtik. Artık karnım çok acıkmıştı. Bizi bekleyen dışarıya kurulmuş kocaman bir sofra ve  kuş cıvıltıları eşliğinde bizi selamlayan Şavşat’ın eşsiz doğası beni ve annemi adeta büyülemişti. Peynir eritmesi (muhlama), sinor , erişte, mısır ekmeği, pekmez, tereyağı ve un karışımından yapılan hasuta, yöresel adıyla korova (kızılcık şurubu), kuymak, çeşit çeşit reçeller ve pekmezler sofrada bizi bekliyordu. Kahvaltıdan sonra iki takım kurup sopalarla  Koco (Goco)yöresel oyununu  oynadık. Benim takımımda Rabia, Merve, Emircan, Nehir ve Sudenaz vardı. Kahvaltıyı biraz çok kaçırdığım için çok koşamasam da oyunu kazanmasını bildik. Hepimiz çok eğlenmiştik.

Kahvaltıdan sonra Şavşat Belediye Başkanı Ahmet Sinan Öztürk de Karagöl, Cevizli Kilisesi, Tepeköy Geleneksel Yaşam Kültürü Müzesi gezisine bizimle  katıldı. Yolda bize Şavşat ilçemizin Cittaslow (Sakin Şehir) ünvanına sahip olduğunu,  Şavşat’ımızda  birde Çocuk Belediye’sinin bulunduğunu ve Çocuk Belediyesi olarak yaptıkları faaliyetleri bize aktardı.

Karagöl, çam ve ladin ağaçlarıyla çevrili mükemmel manzarasıyla bizi selamlıyordu. İçinde rengarenk balıklar vardı. Ceyhun Öğretmenim Artvin’de Karagöl ismiyle bir çok gölün bulunduğunu bize anlattı.

Şavşat gezimizi bitirdikten sonra öğle yemeği için Ardanuç ilçesine doğru yola çıktık. Ardanuç’a varmadan cehennem deresi kanyonu önünde durduk. Ceyhun öğretmenim bu kanyonun Amerika’daki Grand Kanyon’dan sonra dünyanın ikinci büyük kanyonu olduğunu söyledi. Kanyon biraz ürpertici olsa da kesinlikle görülmeye değer bir doğa harikasıydı. Ardanuç’un meşhur cağ kebabını yemek için bir lokantaya girdik. Burada pişirilen kuzu eti adeta bir sakızı andırıyordu, çok yumuşaktı. Buradan da Artvin şehir merkezine doğru yola çıktık. Yolculuk esnasında Özkenan’ın şakaları hepimizi gülmekten yerlere yatırıyordu. Artvin’e vardığımızda kocaman bir Atatürk heykeli karşımıza çıktı. Aleyna arkadaşım, orası Atatepe, ‘’Bu heykel dünyadaki en büyük Atatürk heykelidir’’ dedi. Atatepe’ye çıkıp burada arkadaşlarımla çay içip simit yerken,  Artvin’in bir dağın eteğine kurulmuş şirin bir şehir olduğunu gördüm. Daha sonra boğa güreşlerinin yapıldığı Kafkasör Yaylasına geçtik. Her yıl haziran ayında ülkemizin birçok köşesinden buraya şampiyon boğalar getirilerek burada eğlenceli bir festival yapılıyormuş.

Dilara arkadaşım Yusufeli ilçesinde halen rafting sporunun yapıldığını ve ayrıca Gürcü Krallığı’ndan kalma Barhal Kilisesi’nin bulunduğunu Murgul ilçesinde ise ülkemizin önemli bakır rezervlerinin bulunduğunu söyledi.

Gün batımına doğru Artvin maceramızı ölümsüzleştirmek için bolca fotoğraf çekindik. Artık ayrılık vakti gelmişti. Ceyhun öğretmenim ve arkadaşlarımla vedalaştım. Umarım tekrar gelmek nasip olur diye dilek tutarak yanlarından ayrıldım. Yarın yeni bir şehir ve yeni arkadaşlar…

103
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                         ÖYKÜ ARDAHAN’DA

Türkiye’nin güzel illerinden biri olan Ardahan’a geldim. Bedriye öğretmen ve öğrencileri bizi sıcak ve gülen yüzleriyle karşıladılar. Beni önce Ardahan Kalesi’ne götürmek istediklerini söylediler. Kaleden Ardahan’ı ve  Kura Nehri’ni izledik. Yeni arkadaşlarım yanımdan hiç ayrılmıyor, sürekli benimle konuşmak istiyordu. Hepsi de bana çok iyi davranıyor ve beni sürekli güldürüyordu. Şimdiden onları çok sevdim. Kamelyalardan birine oturduk. Arkadaşlarım yanlarında getirdikleri yiyecekleri çıkardılar. Kura Nehri’ni ve Ardahan’ı izleyerek kahvaltımızı yaptık. Bedriye öğretmen, Ardahan Kalesi’nin uzun yıllar Osmanlı topraklarını Kafkasya’dan gelen saldırılara karşı koruduğunu söyledi. İl adını Arda Türklerinden almış. 1992 ‘de Kars’tan ayrılarak il olmuş.

Kaleden sonra Kongre Binası’na geçtik. Burası 1911 yılında Ardahan, Rus işgalindeyken yapılmış ve tek katlı, taştan örülmüş bir binaydı. Buraya yazılan yazılar, işlemeler ve içindeki eşyalar bana Kurtuluş Savaşı’nı ve tarihimizi hatırlattı.

Sonraki durağımız olan Ardahan’ın en ünlü yerlerinden biri olan Çıldır Gölü’ne doğru yola çıktık. Burası büyük ve güzel bir göldü. Doğu Anadolu’nun en büyük tatlı su gölüymüş. Gölde sarı balıklar yüzüyordu ve bu balıklar sadece Ardahan’da varmış. İnsanlar geçimini dört mevsim balık tutarak sağlıyormuş. Ama  balıkların nesli kuraklık yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Çıldır Gölü’nün kıyısındaki küçük balık lokantasında bu balıklardan yedik. Göl balığı olmasına rağmen oldukça lezzetli bir balıktı. Ayrıca her yıl kışın burada ‘’Kristal Göl Festivali’’ düzenleniyormuş. Bu festivalde atlı kızak, at yarışları, atlı okçuluk yarışları, cirit, buz pateni gibi etkinlikler yapılıyormuş. Ben de en kısa zamanda bu festivale gelmek istiyorum.

Buradan Damal İlçesi’ne geçtik. Ata Mahallesi’ne vardığımızda saat 18:00’a geliyordu. Artık o kadar yorulmuşuz ki çimlerin üzerine oturduk. İki  dakika sonra gördüğüm manzara muhteşemdi. Çünkü karşımdaki dağda Atatürk’ün silüeti duruyordu. O andaki heyecan ve mutluluğum tarif edilemezdi. Atatürk’ün silüeti kaybolana kadar onu izledik. Kalkmak üzereyken arkadaşlarım bana ‘’Damal Bebeği ‘’ni armağan ettiler. Muhammed, Damal bebeğinin 1996 yılında Japonya’da düzenlenen ‘’Yöresel Foklorik Bebekler’’ yarışmasında dünya birincisi olduğunu söyledi. Hayatımda aldığım en güzel ve en anlamlı hediyelerden biri oldu.

Ardahan merkeze geri geldik. Elif’in annesi bizi akşam yemeğine davet etmişti. Bizim için ısırgan  çorbası, kaz etli üçlü pilav, kaz mantı, un helvası hazırlamış. Hepsi birbirinden lezzetliydi. Kalkarken anneme ‘’Ardahan’ın balı ve kaşar peyniri meşhurdur ‘’dedi ve hazırladığı balı, peyniri bize verdi. Bedriye öğretmen bizi evinde misafir etti. Güzel ve yorucu bir günü yine geride bıraktık. Yarın Kars’a doğru yola çıkacağız. Yeni yerler görme ve insanlar tanıma hayaliyle uykuya dalmışım.

105
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

       ÖYKÜ AŞIKLAR DİYARI SERHAT ŞEHRİ KARS’TA

Kars’a yaklaştıkça heyecanım artmıştı. Cem Öğretmenimle Kars Terminali’nde buluşacaktık. Terminale vardığımızda Cem öğretmen bizi bekliyordu. Öğrencileriyle gelmiş ve bizi onlarla tanıştırmıştı. Arkadaşlarım bizi buranın Atatürk’ün Kars’a ilk geldiği günün anısına yazdıkları ‘ Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa’ şarkısı eşliğinde Kars’ın yöresel Kafkas Oyununu oynayarak karşıladılar. Çok mutlu olmuştuk.

Şehir merkezinden Taş köprü ve tarihi hamamların yanından geçerek ihtişamlı Kars Kalesinin arkasında bulunan Katerina Saray Oteli’nde Karsın yöresel kahvaltısını yapmaya geldik. Oteli görünce ‘Ne kadar değişik bir isim’ dedim. Osman adlı arkadaşım merakımı giderdi. ‘Katerina eski Rus Çarının eşidir. Otel ismini buradan alıyor. Sarıkamış ilçemizde de yine Rus Çarının eşi Katerina için yaptırdığı av köşkü var..’ Dedi. Biz konuşurken kahvaltı masamız hazırlanmıştı bile. Masada bulunan Kars’ın meşhur peynirleri çeçil, gravyer, kaşar, lor ve Kars’ın meşhur çiçek balı, doğal tereyağı, tandırda pişen lavaşı,fesellisi ve daha bir sürü yiyecek sanki bir sanat eseriydi.. Midemden önce gözümün doyduğunu hissetmiştim. Bu tadına doyum olmayan kahvaltımızı yaparken Yaren arkadaşım Cem Öğretmene kahvaltıdan sonra nereye gideceğimizi sordu.Cem öğretmen Kars Kalesini gezip oradan Türklerin Anadoluya ilk girdikleri yer olan Ani Harabeleri’ne gideceğimizi söyledi. Kahvaltıdan sonra otelin yukarısında hakim bir tepeye kurulmuş olan Kars Kalesine doğru yürümeye başladık.

Yol üzerinde Anadolu’ya ilk gelen akıncılardan ve manevi büyüklerden olan Ebu’l Hasan Harakani Hazretlerinin türbesinin de içinde bulunduğu Evliya Camisinin ziyaretçi akınına biz de katılmış olduk. Türbenin içinde Ebul Hasan Harakani ve onun la beraber şehit olmuş arkadaşlarının mezarları vardı. Türbe ve cami ziyaretimizden sonra caminin hemen yanındaki 12 Havariler kilisesini gezdikten sonra kaleye doğru taşlı bir yoldan çıkmaya başladık.

Nihayet kaledeydik. Kaleye ilk girişte içinde savaş döneminde şehit olan Celal Baba’nın türbesini gördüm. Kalenin ziyaretçilerini ilk karşılayan da oydu. Kars Kalesinde birçok küçük oda gibi bölmeler ve kale burçları vardı. Şehre hakim bir yerde ve çok geniş alana sahip bir kaleydi. Buradan kuşbakışı şehrin heryerini seyredebilmek çok zevkliydi. Manzara keyfimiz bittikten sonra vakit kaybetmeden çok merak ettiğim Ani Harabelerine doğru yola çıktık. Yol üstünde bulunan ve içerisinde dinozor ayak “kemiğinin de olduğu birçok tarihi eserin, eski paraların ve geçmiş döneme ait kıyafetlerin bulunduğu Kars müzesini gezdikten sonra yemyeşil çayırların arasından geçip Ani Harabelerine ulaştık.

Kocaman surlarla kaplı şehir içerisinde 3000 yıldan beri gelen bir geçmişin verdiği koku Ani Harabeleri’ne girer girmez insanı büyülüyordu. Bu harabelerin içerisinde birçok kilise vardı.. Ayrıca Anadoluya gelen Türklerin ilk camisi ve Anadoluda namaz kılınan ilk yer olan Ebu’l Manuçehr Camisi de vardı. Karşımızda Ermenistan sınırı, arada sadece bir akarsu var. Bu akarsuyun üzerinde tarihi İpek Yolu’nun geçtiği köprüyü gördüm. Bir kısmı geçen zamanla beraber yok olmaya yüz tutmuştu .Buradayken öğretmenimiz Ani Harabeleri’nin 2016 yılından itibaren UNESCO kültür mirası listesine eklenmiş ve içerisinde halen tarihi eserler bulunabilen bir yer olduğunu söyledi. Böyle bir mirasın dünya çapında Kabul görmesi gurur vericiydi. Ama buradan ayrılıp yazı ayrı kışı ayrı güzel olan Çıldır Gölü’ne gitme zamanı gelmişti.

Bir saatlik yolculuktan sonra Türkiye’nin en büyük göllerinden biri olan Çıldır Gölü bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Çıldır gölünü don olmadığı zamanlarda feribotla gezmek mümkün olduğundan biz de feribotla bu gölü gezdik.Gezimiz sırasında Karslı aşıkların atışmasını dinlemek benim için büyük bir sürpriz olmuştu.Böylece Türklerin Orta Asyadan beri kültürlerinin vazgeçilmez unsurlarından Aşıklık Kültürünün devam ettiğini görmek muhteşemdi. Feribot turundan sonra sadece Çıldır Gölünde bulunan sarı balığın tadına da baktık. Gerçekten lezzetli bir balıktı.

Artık Sarıkamış’a doğru yol alma vakti gelmişti. Şehitliği görecek olmak beni çok heyecanlandırıyordu.Nihayet Sarıkamış’a ulaşmıştık. Sarıkamışın içerisinden geçip Allahuekber Dağlarındaki şehitliğe geldik. Şehitlik gerçekten manevi doygunluğu hissedilen harika bir yerdi. Şehitlik ziyaretimizden sonra Katerina Av Köşküne geçtik. Sarıkamış’ı tepeden gören bu köşk tamamen ahşaptı. Birçok odası olan ve bazı odaları içiçe bulunan bu köşkte huzur bulmamak imkansızdı. Köşkü gezdikten sonra Cıbıltepe kayak merkezine gidip kayak pistinde ve oteller bölgesinde kısa bir gezinti yaptık.

Kars’tan ayrılmadan önce adaşım olan Öykü’nün annesinin yaptığı leziz Kars yemeklerini yemek için onların evine geçtik. Öykünün annesi bize masadaki yemekleri tanıttı. Evelik çorbası, jajerun, haşil , kars ketesi, hasude, umaç helvası, hangel, velibağ, piti, bozbaş, kuymak ve tabi ki bulgur pilavı üzerinde kars kazı vardı. Bu yemekleri yemenin tadı paha biçilemezdi.

Her ne kadar buradan ayrılmak istemesem de artık ayrılık vakti gelmişti. Buradaki insanların misafirperverliğini, şehrin tarihi dokusunu ve lezzetli yiyeceklerini hiç unutmayacaktım. Cem öğretmenim ve arkadaşlarım bizi Doğunun marka kenti serhat şehrimiz Kars’tan Iğdır otobüsüne bindirdiler ve Karstan mutlu bir şekide ayrıldık.

107
Iğdır

      ÖYKÜ GÜNEŞ’İN İLK DOĞDUĞU ŞEHİR IĞDIR’DA

Evet bugünkü durağımız Iğdır. Zaten doğudaydım ama bu defa ülkemizin en doğusuna,ülkemize  Güneş’in ilk göz kırptığı şehir olan Iğdır’a gidiyorum.Kars’tan ayrılıp yüksek yüksek dağların arasında yolculuğumuz devam ederken bir heyecan,bir sevinç kapladı yüreğimi. Sabırsızlanıyordum. Iğdır’da beni neler bekliyor,bir an önce yaşamak istiyordum. Neyseki kısa süren yolculuğumuzun ardından günün ilk ışıkları ile Iğdır’a vardık. Anlaştığımız gibi Ceylan Öğretmen ve öğrencileri bizi leylekler heykelinin karşısında bekliyordu. Arabadan inip hemen onlarla tanışmaya başladım. Hatta daha tanışmadan adını sonradan öğrendiğim Seyran arkadaşım tezcanlılığıyla: ‘’Hoş geldin Öykü,hepimiz seni çok merak ettik  ama en çok ben merak ettim.’’ dedi. Hep birlikte gülüştük. Ardından Seyran’ın evine kahvaltıya gittik. Annesi kahvaltı için neler neler hazırlamamıştı ki…Buraya özgü otlu peynirler,mis gibi köy yumurtası,tandırda annesinin pişirdiği sıcacık ekmekler ve ilk defa tattığım patlıcan reçeli. Patlıcanın reçeli mi olur demeyin bal gibi de oluyormuş. Kahvaltının ardından Tuzluca’daki Tuz Mağaraları’na gitmek üzere yola koyulduk. Arkadaşlarımın ellerinde el fenerlerini görünce dayanamayıp neden aldıklarını sordum. Bu defa da Mina hemen cevap verdi. Mağara karanlık olur Öykü, sen korkma diye aldık,dedi. Yeni tanıştığım arkadaşlarımın beni bu kadar düşünmeleri o kadar hoşuma gitmişti ki…Daha şimdiden iyi ki geldim Iğdır’a diye düşünmeden alamadım kendimi. Yol üzerinde meyve bahçelerini görüp durmamızı istedi Ceylan Öğretmen. Öykücüğüm buranın kayısılarının tadına bakmalısın mutlaka, hep Malatya’nın kayısısı meşhurdur diye biliriz ama Iğdır’ın kayısıları da çok meşhurdur diye ekledi. Ben bunu daha önce hiç duymamıştım ama bir tane kayısı yerken gerçekten de ne kadar haklı olduklarını anladım. Yolumuza devam edip Tuz Mağaraları’na geldik. Hep birlikte elimizde fenerlerle içeriye girerken gelen  soğuk hava ile yaz günü serinledim biraz. O anda arkadaşım Şiyar anlatmaya başladı hemen. Biliyor musun Öykü buradaki tuz birçok hastalığa iyi geliyormuş. Hem de o kadar çok tuz var ki burada korkma sakın hiç tuzumuz bitmeyecek dedi gülerek. Ve o sırada Ceylan Öğretmen bana  bir tuz parçası uzatarak bunu odana koyarsın Öykücüğüm ve baktıkça da bizi hatırlarsın dedi. Teşekkür ederek aldım ve oradan ayrılıp Aras Nehri’ne geldik.Tam öğle sıcağında nehrin kıyısında,kocaman ağaçların gölgesinde piknik yapmaya başladık. Hep birlikte şarkılar söyleyip oyunlar oynadık. O kadar mutluydum ki anlatamam…

Pikniğimizi sonlandırıp Soykırım Anıtı ve Müzesi’ne geldik. Kocaman 5 tane kılıç vardı gökyüzüne doğru yükselen. Kafamı kaldırıp tamamen bakmak istedim ama tepemdeki Güneş izin vermedi buna ve gözlerimi kırpmak zorunda kaldım ben de. Ceylan Öğretmen  bu anıtın Türkiye’nin en yüksek anıtı olduğunu söyledi. Türkiye’nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı’nı fark ettim sonra . Anı ölümsüzleştirmeyi başarıp Ağrı Dağı’nı arkamıza alarak toplu bir fotoğraf çekilmiştik işte. Akşam yemeğine Mina’ya davetliydik. İsimlerini ilk defa duyduğum yemeklerle donatılmıştı sofra. Ayran aşı,kuymak,kaysafa,tandır şiş,bozbaş ve diğerleri. Hepsi de birbirinden lezzetliydi. Yemeğin ardından artık ayrılık vakti gelip çatmıştı. Ceylan Öğretmen ve öğrencilerini tanıdığım için çok mutluydum. Bana bu fırsatı tanıdığın için teşekkürler Iğdır…

109
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                    ÖYKÜ İLE GEZİM     (Ağrı)

Sevgili Öykü’yü  Ağrı Ahmed-i Hani havalimanından aldım. Eve götürdüm bir şeyler yedik. Sonra onunla Birlik Şahin Hotel’e gittik. Orda birkaç gün kaldık. Sonra Onu Diyadin Kaplıcalarına götürdüm. Orada yüzdük. Kaldığımız hotele geri döndük. Yarın olduğunda onu Doğubeyazıt’ın kalesine götürdüm. Çok güzel bir yerdi. Sonra İshak Paşa Sarayı’na götürdüm. 200  tane odası vardı. Oradan güneşin doğuşunu izledik.  Sonra “Ahmed-i Hani Türbesi’ni merak ettiğini söyledi. Oraya gittik sonra Eleşkirt Güneykaya kayak merkezine gittik. Harika kayıyordu. Bana kayak kursuna gittiniğini söyledi. Oradan dönerken iki yavru kedi bulduk. Çok üşümüşlerdi. Hırkalarımızın içine aldık. Birinin adını “Fiyasko” diğerinin adını “Mars” koyduk, hotele götürdük. Yarın okulum vardı, Öykü’yü misafir olarak götürdüm. Okulu gezdirdim, sınıfı anlattım. Öğretmenimizin çok güzel, ödülcü ve komik olduğunu anlattım. Sınıfta başkan olduğumu söyledim. Bir anda dedi ki:

-Ah ne kadar güzel bir hayatın var benim de hayatım çok eğlencelim, sınıfta herkes beni sever ,  teneffüslerde çok güzel oyunlar oynuyoruz, dedi.

Ben de;

-Aaa ben senin arkadaşın değil miyim artık beraberiz istediğin zaman gel dedim. Tatil günü Beyazıt Eski Camii’ye gittik, çok iyi insanlar vardı. Sonra birlikte Ağrı dağına gittik yarısını tırmandık. O kadar büyüktü ki yarısında bulutların üzerindeydik. Sonraki gün Ağrı meteor çukuru’na gittik, inanılmazdı.

-İlk defa meteor çukuru görüyorum, dedi.

Sonra hotele dönüp eşyaları topladık. Fiyasko ile Marsı aldık. Eve döndük. Eve döndüğümüzde bizi iki tabak dondurma bekliyordu. Diğer gün kendi paint ballımızı yaptık. Evimizin yanında bir orman vardı. Oyuncak silahlarımızın içine boya toplarını koyduk sonra herkes üç tane boya bombası ve boya torbası aldı. Oyuna başladık, bayrağı dağın tepesine astım ve aşağı indim. Herkes bayağı uzağa gitti ben diğer arkadaşlarımı silahladım. Sonra ağaca bir boya torbası astım . Öykü tuzağıma düştü her yeri boya oldu. Bayrağı buldum. Oraya doğru koşarken biri beni esir aldı. Tam vuruluyordum ki yere yuvarlanıp ben onu vurdum. Bayrağı aldım, ben kazanmıştım. Bütün oyuncular toplandık, temiz kıyafetler giyindik. Diğerleri gitti, Öykü’yle biz ormanda dolaştık ama birden arkamızdan elleri kaldı diye bir ses geldi biri şaka yapıyor sandık ama elimizi kolumuzu ağzımızı bağladılar bizi kırık dökük bakımsız bir eve götürdüler sonra kapıyı kilitleyip gittiler. Öykü kalkıp sırtıyla bir camı kırdı oradan düşen keskin bir parçayla ipleri kesti. Sonra kapı birden açılmaya başladı. Neyse ki yanımda iki tane boya bombası kalmış. Hemen odama attım, hemen odamdaki telefonu alıp ilk önce polisi sonra annemi aradım. Bu arada ikimiz de kaçıyorduk. Yarım saat içinde polisler geldi. Sonra polislerden biri miyav dedi. O anda uyandım. Hepsi rüyaymış. Paint ball oynadıktan sonra uyuyakalmıştım. Kedilerim Fiyasko ve Mars acıktıkları için miyavlıyorlardı. Çok güzel bir andı. Öykü sonra otobüsle Erzurum’a gitti.

111
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                         ERZURUM TANITIMI

Ağrı’dan güzel anılarla ayrılıp Erzurum istikametine doğru yola çıkmıştık kafamda arkadaşlarıma sormak istediğim en merak ettiğim ilk şey olan ‘dadaş’ kelimesi geçiyordu. Yol göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş, geliş istikametimizde, şehrin biraz dışında olan okula gelmiştik.  Çünkü Esra öğretmenle buluşma noktamızın okulun olması konusunda sözleşmiştik arkadaşlar ve Esra öğretmen çok sıcak karşıladılar. Hem en ayarlanan arabalara geçip şehre doğru yola çıktık. Yoldayken arkadaşım sağınızda kalan ve daha yeni açılmış olan Doğu Anadolunun en büyük alışveriş merkezini gösterdi. Gerçekten büyük ve gösterişli görünüyordu. Merkeze doğru gelirken Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biri olan Atatürk Üniversitesini gördük. Girişte dikkatimi çeken çift başlı kartal heykeli oldu. Esra öğretmen daha ben sormadan çift başlı heykeli göstererek Öykü bu Simge’yi Erzurumda çok göreceksin, bu Selçukluların simgesi bir çok yapıtı göreceksin bunu açıklamasını yaptıktan sonra merkeze varmıştık. Yakutiye meydanı olan alana gelince arabalardan indik, Yakutiye medresesi ve lalapaşa camii bu meydandaydı. Bu alanları ziyaret ettikten sonra yürüyerek Çifte minareli medreseyi görüp saat kulesinin de içinde bulunduğu Erzurum kalesine geçtik.  Buralar yeniden restore ediliyordu gerçekten her adımda geçmişin izlerini görmek mümkündür. Daha sonra 12 eski evin birleşmesiyle oluşan eski isminin eski Erzurum evlerine vardık. Burası gerçekten çok dikkat çekiciydi her yerde eskiden kullanılan eski eşyalar sergileniyordu, çalışanlarda yöresel kıyafetlerle hizmet veriyordu. Burada bol bol fotoğraf çekildikten sonra dışarı çıktık ve birden üşüdüğümü hissettim. Anlatıldığı gibi soğuyla meşhurmuş ama soğuk şehrin sıcak insanları diye de boşuna demiyorlarmış. Şu sırada spor tesislerini gezmek vardı olimpiyat oyunlarına evsahipliği yapmış olan bu şehrin Spor tesisleri nde gezdik atlama kulesi şehrin her yerinden görülüyordu gel Bu kolye türkiye’nin ilk ve tek atlama kulesiymiş komik salonu bu sok iyi salonu gibi bir çok spor tesisinin önünde resmi gezdik kış sporları ile ilk kez tanışmıştım sırada en merak ettiğim yer alan palandöken dağı vardı teleferikle zirveye çıktık buranın adı ejder tepesiymiş burada kayak yapmak çok eğlenceli olmalı art Acıktığınızı hissettik en meşhur yemeği olanca kebabını yemeye gittik gerçekten de harikaydın yine meşhur olan kadayıf dolmasıBu yemeklerin nasıl yapıldığını orada gördük

 

Burada yemeğin üzerine limonlu semaver çay içmek meşhurmuş bu görevimizi tamamladık da görevimiz de afiyetle tamamladıktan sonra Aziziye ve mecidiye tabi yıllarını gezmeye sıra gelmişti Erzurumun simgesi haline gelen nene hatunun mezarının bulunduğu Tabyaları gelmiştik burada savaşın Çetin şartları daha geçtiğini ve Erzurum halkının cesurca düşmana karşı nasıl geldiğini kanıtlarıyla görmüştük buradan ayrılırken Erzurumun daha çok fazla gidilecek görülecek tarihi ve turistik yerlerinin olduğunu esra öğretmen anlattı dünyanın en büyük şelalelerinden biri olan Tortum Şelalesi’nden Nevşehir’in sembolü olan peribacalarının benzerlerinden olan narman peribacalarından Oltu da özel olarak çıkan Oltu taşından Çetin savaşların geçtiği Allahuekber şey şehitlerini anandır su anlı dağlarından Ve daha bir çok güzellikten bahsetti vakit bulunca muhakkak bu anlatılan yerleri yerinde görmek için tekrar buraya geleceğim gezimizi tamamlamadan önce Oltu taşının en güzel hallerinin bulunduğu Tavşana geldik burada Esra öğretmen ve arkadaşlarım bana  süpriz yaparak oltu taşından bir hediyelik eşya almışlar artık bunu severek ve onları hatırlayarak kullanacağım .yedi kapısının olduğu söylenen tarihi ve turistik yerleri ile görülmeye değer erzurumlu arkadaşlarımı ve Esra öğretmeni arkamda bırakıp heybemde güzel anılarla beraber Erzurumdan  ayrılıp yeni yerler keşfetmek için yola çıkıyorum.

113
Bayburt

        TARİHİN DOĞAYA ŞARKI SÖYLEDİĞİ BAYBURT

Boy boylayan, soy soylayan Dedem Korkut diyarı Bayburt’ta doğru yol alırken Anadolu’nun bu şirin şehrini merak ediyordum. Bayburt’ta daha gelmeden Kop Dağında dikkatimi bir anıt çekti. Bu anıtın 1916’da Ruslara karşı direnirken ölen şehitlerimiz için yapılmış olduğunu öğrendim.

Buluşma noktamız Saat Kulesiydi. Saat Kulesi’ne doğru ilerlerken Bayburt Kalesi bizi tüm ihtişamı ile karşılıyordu. Elif öğretmen bizi Bayburt’un yöresel kıyafeti ehramla karşılamıştı. Ehramın rengi, motifleri ayrı ayrı manalara gelirmiş. Daha birbirimize merhaba bile demeden davul ve zurna sesiyle ortalık bir anda şenlendi. Elif öğretmenin öğrencileri bizi Bayburt yöresine ait bar oyunları ile karşıladı. Elif öğretmen sergiledikleri bar oyunlarının isimlerini bana tek tek söyledi:Mektebin Bacaları, Sarıkız, Temur Ağa ve Tiliko..

Bu güzel şehri şimdiden merak ediyordum. Hep birlikte Şehit Osman tepesine gitmek için yola çıktık. Şehit Osman tepesine vardığımızda bizim için Bayburt’a ait yöresel bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Kahvaltı sofrasında bulunan Bayburt ketesinin, tandır ekmeğinin, çiçek balının, civil peynirinin ve gögermiş peynirinin meşhur olduğunu söylediler. Kahvaltı sofrası harikaydı birçok yöresel ürün vardı. Yaptığımız bu güzel kahvaltıdan sonra, Şehit Osman’da bulunan türbelerin Saltuk kumandanlarından Mengüç Gazi’nin kardeşi Osman ve kız kardeşine ait olduğunu öğrendim. Şehit Osman tepesinde şehir ayaklarımızın altında gibiydi. Süzüle süzüle şehir merkezinden akan Çoruh Nehri şehre ayrı bir güzellik katıyordu. Ben Çoruh nehrine hayran hayran bakarken bu nehrin dünyanın en hızlı akan nehirlerden biri olduğunu duyunca çok şasırmıştım. Buradan Bayburt kalesine doğru yol alırken;  Bayburt Kalesi’nin tarihinin çok eskilere dayadığını ve Türkiye’deki yüzölçümü bakımından en büyük 3. alana sahipmiş. Kalenin daha önce üzerinde çiniler varmış. Bu yüzden ismi tarih kitaplarında Çinimaçin Kalesi olarak geçermiş. Aynı zamanda kalenin Dede Korkut hikayesinde ki Bamsı Beyrek’in feth edip ün kazanmak için yola çıktığı kale olduğunu ve üstelik her yıl Temmuz ayının ilk haftasında uluslararası Dede Korkut şenlikleri yapıldığını öğrendim. Elif öğretmen de bana Bamsı Beyrek’in mezarını ve Dede Korkut türbesinin Bayburt da olduğunu söyledi. Hikayelerini okumam için de bana Dede Korkut kitabını hediye etti. Bayburt Kalesi’nde ki manzara eşliğinde bolca fotoğraf çekildik.

Elif öğretmen, şimdi gideceğimiz İmaret Tepe Şehitliğinden Bayburt’u seyretmenin ayrı bir keyif olduğunu söyledi. İmaret Tepe’ye çıktığımızda gerçekten de şehir bir başka güzel görünüyordu. Burada 1918 yılında Ermeni çeteciler tarafından şehit edilenlerin anıt mezarlarını da ziyaret etmeyi de unutmadık.  Aynı zamanda Bayburt’un ünlü şairlerinden olan Şair Zihni’nin anıt mezarı da burada bulunuyordu. Şair Zihni’nin ilk akla gelen şiirlerinden;

“Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş /Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı

Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş /Sakiler meclisten çekmiş ayağı” dörtlüğünü bilmeyen yokmuş Bayburt’ta.

Bayburt’ta  Şair Zihni gibi daha nice ünlü şairler ve güzel şiirleri olduğunu, bunlardan bazıları: İrşadi,Celali, Ağlar Baba ve Hicrani gibi şairler olduğunu öğrendim. Sırada merek ettiğim Baksı müzesi vardı. Müze ismini köyün eski isminden almış, Çoruh vadisine bakan bir tepenin üzerinde kurulu dünyaca ünlü olan sıradışı bir müzeydi. Müze Bayburt’a 45 kilometre uzaktaydı. Yol boyunca Çoruh Nehri’ni ve dağların manzarasını izleyerek yolun nasıl bittiğini anlayamadık. Müzede Çağdaş sanat ve geleneksel el sanatları sergileniyordu. Baksı Müzesi’nin 2014 yılında Avrupa Konseyi müze ödülüne layık görülmüş olduğunu öğrendim. Müzeden ayrılırken her ayrıntıyı hafızama kaydetmiştim.

Otobüse bindiğimizde Elif öğretmen gideceğimiz yeri gördüğüm de çok şaşıracağımı söyledi. Benim merakım iyice artmıştı. Aydıntepe ilçesine gidiyorduk. Otobüs bir çay bahçesinin yanında durmaz mı?  Çay bahçesinin içinde Yeraltı Şehri için giriş yazıyordu. Çok şaşırmıştım. Burası yüzeyden 2- 5 metre derinde yapı malzemesi kullanılmadan, ana kayaya oyulmuş, odalar ve mekanlardan oluşmaktaydı. Burasının daha çok sığınma amaçlı kullanılmış olduğunu öğrendim. Hayranlıkla gizemli Yeraltı Şehri’nde ilerliyorduk. Ben geri döneceğimizi zannediyordum. Oysa tamamen farklı bir noktadan dışarıya çıktık.

Artık akşam olmuştu ve çok acıkmıştık. Bayburt’un kültürel ve doğal zenginlikleri gezmekle bitmiyordu. Daha görmediğimiz bir çok yer vardı. Fakat akşam olmak üzereydi ve artık gezimizi burada sonlandırmak zorunda kalmıştık.Hep birlikte Kaleardı Parkındaki akşam yemeğine katıldık. Bizi muhteşem yemeklerin olduğu yer sofrası bekliyordu. Gavut çorbası, yavan çorba, imir dolması, ekşi lahana,lor dolması , galacoş, Bayburt tava, yalancı dolma, yaprak mantı, su böreği , tel helvası, tatlı çorba  neler yoktu ki… Tüm bu yöresel lezzetler tadılmaya değerdi.

Dolu dolu bir gün daha geçirmiştim. Gece deliksiz bir uyku çektikten sonra Bayburt’un tertemiz havasıyla güne merhaba dedim. Tarihin doğaya şarkı söylediği Bayburt’u tanıma fırsatını verdiği ve ağırladığı için Elif öğretmenime çok teşekkür edip, annem ve babamla beraber yeni bir şehre doğru yola çıktık.

115
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                    ÖYKÜ ERZİNCAN’DA

Bayburt’tan sonraki durağımız olan Erzincan’a gitmek için sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkmıştık. Doğu ile batının kuzey ile güneyin buluştuğu medeniyetler köprüsü olan CAN ERZİNCAN ’ı keşfetmek için sabırsızlanıyordum.

Erzincan’da bizi Merve Öğretmen ve öğrencileri karşılayacaktı. Otogara vardığımızda bizi gören arkadaşlarım hep bir ağızdan “CAN ERZİNCAN’A hoş geldiniz ” diyerek bizimle kucaklaştılar. Merve Öğretmen ve arkadaşlarımla tanıştıktan sonra Merve Öğretmen ” Hepimiz çok acıktık bu güzel Erzincan serüvenine başlamadan önce kahvaltı yapıp enerji depolayalım gezecek çok yer var. ” dedi.

Kahvaltı için soğuk suların, termal suların ve doğal maden sularının çıktığı, geniş park alanlarının bulunduğu “Ekşisu Sazlığı ‘na ” gideceğimizi öğrendim. Burada bizi arkadaşlarımın anneleri hazırlamış olduğu muhteşem kahvaltıyla karşıladılar. Kahvaltıda bize arkadaşlarımın yaşadığı Çayırlı ilçesinin Kaymakamı Mithat Can KUTLUCA ve İlçe Milli Eğitim Müdürü Muhammet Mustafa GÜNEŞ’ de eşlik etti. Kahvaltı öyle güzel şeyler vardı ki saymakla bitmezdi: Erzincan yaylalarında otlayan koyun ve ineklerin taze sütlerinden yapılmış taze “tulum peyniri”, “Erzincan Ketesi”, “dut pekmezi”, “pişi”, “pazı turşusu kavurması” bunlardan sadece bazılarıydı.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra Ekşisu Sazlığı’nı gezmeye koyulduk. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından koruma altına alınan ve” Kuş Cenneti”  olarak adlandırılan Ekşisu Sazlığı’nda 200 kuş türü yaşamakta ve bu özel minareli suda yüzlerce çiçek çeşidi yetişmekteymiş.

Sonraki durağımız ” Otlukbeli Gölü” ydü. Araçlarımıza bindik ve yola koyulduk. Yolculuk sırasında arkadaşlarım ” Bu göl bildiğin göllere benzemez görünce çok şaşıracaksın” dediler. Merakım iyice artmıştı. “Otlukbeli Gölü” nü görünce gözlerime inanamadım! Bu göl kırmızıydı. Merve Öğretmen bu maden sularının oluşturduğu traverten set gölünü olduğunu ve dünyada bu özelliğe sahip tek göl olduğu için adına “Doğal Anıt” denildiğini, renginin bu minarelerden dolayı kırmızı olduğunu ve içerisindeki minarelerin ötürü bu göl suyunun birçok hastalığa iyi geldiğini söyledi.

Sırada Tercan İlçesi vardı. Burada Selçuklular Döneminden kalan “Abrenk Kilisesi” ve “Dikli Taşları” gezdik. Daha sonra yine Tercan’da bulunan Saltuklulara ait olan ve içerisinde han, hamam ve Mama Hatun’un türbesinin bulunduğu “Kervansaray” ı gezdik.

Tunç Çağı’ndan beri yerleşim yeri olan Erzincan birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı için içerisinde birçok tarihi yapıtı barındırıyor. Sırada Kemah ilçesi vardı. Burada Mengüceklilere ait “Kemah Kalesi” ni ve “Melik Gazi Türbesi” ni gezdik. Canım ülkemin her karış toprağı tarih kokuyordu. Yine Kemah ’da bulunan ve Urartular Döneminde kurulan “Altın Tepe Örenyeri” ni gezdik. Burada yapılan kazılar sonucunda Urartulara ait birçok bilginin gün yüzüne çıktığını söyledi Merve Öğretmen.

Sırada yine bir doğa harikası olan “Gürlevik Şelalesi” vardı. Şelale çok güzel görünüyordu izlemeye doyamadık. Şelalenin yazın ayrı kışın ayrı bir güzelliği varmış. Yazın suların çağıldayarak akışını izleyip, ruhunuzu dinlendirebileceğiniz şelale, kışın donduğu zaman muhteşem bir güzellik ortaya koyuyor. Akan suyun donarak buzdan bir şelale meydana getirmesi, harika bir görüntü oluşturuyormuş. Bu güzel şelalenin kış mevsimindeki halini de çok merak ettim.

Karnımın çok acıkmıştı. Öğretmenimiz yemek için annesine gideceğimiz söyledi. Yemekler birbirinden güzel görünüyordu. Erzincan ‘a ait birçok yemek çeşidi vardı. “kesme aşı çorbası”, “etli üzüm yaprağı sarması”, “babikko”, “kelecoş”, “siron”, “tirit”, “ekşili köfte”, “gıllor” tatlı olarak da kayısıdan yapılmış “gasefe” ve “Erzincan Lokumu” vardı. Yemekten sonra sadece Erzincan’da  yetişen kendine has eşsiz tadıyla patentli “cimin üzümü” ve yine Erzincan yöresinde yetişen “sakı elması” ndan  yedik. Bu iki meyvenin tadı da enfesti.

Yemeğimizi yedikten sonra Erzincan ‘ın manevi harmanında kalbi Allah sevgisiyle doldurulmuş “Terzibaba Türbesi” ni ziyarete gittik. Buradan bolca dua ederek ayrıldık.

Sırada Erzincan ‘ın en meşhur çarşısı olan “Yeraltı Bakırcılar Çarşısı” vardı. Öyle ya Erzincan bakır işlemeciliğiyle meşhurdu. Burada bakırdan işlenmiş çok güzel eşyalar vardı: semaverler,  şamdanlar, vazolar ve daha bir sürü şey… Arkadaşlarım ve Merve Öğretmen bana üzerinde “Erzincan Hatırası” ve ismimin yazılı olduğu bir tepsi hediye ettiler.

Merve Öğretmen daha gezecek çok yerin olduğunu ama zamanımızın kısıtlı olduğunu söyledi. Erzincan’da Ergan Dağı’nda Kültür ve Doğa Sporları Şenliği’nin yapıldığını ve bir dahaki gezimizde bu şenliklere katılacağımızı söyledi.

Artık ayrılık vakti gelmişti. Arkadaşlarımdan ayrılacağım için içim buruktu ama yeni yerler göreceğim için de heyecanlıydım. Arkadaşlarımla vedalaştım onlara her şey için teşekkür ettim. Arkadaşlarım yolculuk sırasında yemem için bana meşhur “Erzincan Tava Leblebisi” almışlar. Yine beni çok mutlu etmişlerdi.

“Hoşça kal CAN ERZİNCAN” inşallah tekrar görüşürüz.

117
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

          ÖYKÜ KAYISI BAŞKENTİ MALATYA’ DA
Her gün yeni bir şehri tanımak öyle heyecan vericiydi ki size anlatamam.Sırada suyu sert ,insanı mert,plakası 44,
dört dörtlük bir şehrimiz olan Malatya var.Malatya’ya yaklaştıkça yolumuzun her iki tarafında da sarı ve turuncu
meyveleriyle kayısı ağaçları bizi sanki gülerek karşılıyordu .Dümdüz bir ovaya kurulu yeşil bir şehre giriyorduk.
Şehrin girişinde Makbule Öğretmen ve Hatunsuyu İlkokulu 3-A sınıfı öğrencileri bizi karşıladı. Kısa bir
tanışmadan sonra Makbule Öğretmen gün boyu gezeceğimiz yerlerin planlamasını paylaştı bizimle. Planlamaya göre
bu güzel şehri tanımaya şehrin eski yerleşim yeri olan Battalgazi merkez ilçesinden başlayacaktık.
Battalgazi’de ilk önce Anadolu Selçuklu döneminden kalan Ulu Cami’yi gezdik.Caminin içerisi görülmeye
değerdi.Daha sonra Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı’nı gezdik.Kervansarayın girişindeki ağaçtan yontulmuş
insan heykelleri ve eski kervanları anlatmak için koyulmuş deve heykelleri dikkatimi çekti. Buradan Aslantepe
Höyüğü’ne geçtik.Höyüğün girişinde Asur kralının heykeli ve aslan heykelleri vardı.Eski bir yer altı şehri olan
höyükte kazı çalışmaları halen devam etmekteydi. Binlerce yıl önce duvarlara çizilen resimlerin bozulmadan
günümüze kadar gelmesi şaşırtıcıydı.Battalgazi tarihle iç içe bir yer.Oradan ayrılarak şehir merkezindeki
Beşkonakları gezip, Kanal boyu’nda dondurma molası verdik. Nefis dondurmaları yerken Kernek Şelalesi’ni
seyrettik. Öğlen sıcağında şelalenin serinliği hepimize iyi gelmişti.Sırada ülkemizin 2.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü
ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ ın müzeleri vardı .Müzeler İnönü Üniversitesinin rektörlük binasındaydı.Burada
cumhurbaşkanlarımızın heykelleri ve kişisel eşyaları vardı.Müze gezimizin ardından Turgut Özal Tabiat Parkını
gezip suyun kenarında arkadaşlarımızın annelerinin hazırladığı Malatya sofrasına oturduk.Sofrada neler mi vardı?
İçli köfte, analı kızlı, kiraz yaprağı sarması, kömbe, kayısı tatlısı, dut pestili Malatya’ da turunçgiller,zeytin ve muz
dışında neredeyse bütün sebze ve meyvelerin yetiştiğini öğrendim.Yemekler harikaydı.Öğretmenimize
,arkadaşlarımıza ve annelerine teşekkür ettikten sonra Sanat Sokağını gezmeye gittik.
Burası 8 tane tarihi ve turistik eserin sergilendiği Minia Malatyaydı adeta . Oyuncak Müzesini, Fotoğraf Makinesi
Müzesini ve Kültür Evini gezdik.Kültür Evi’nde Malatya’nın günlük yaşamını yakından tanıma fırsatı bulduk.
Malatyalı ünlü sanatçılardan Kemal Sunal, Ahmet Kaya ve Fahri Kayahan’ ın balmumu heykelleri öyle gerçekçiydi
ki kendimi hababam sınıfı sıralarında zannettim. Gezmekten yorulan annem dışarıda oturduğu bankta babamın çok
sevdiği şiirlerden biri olan Sakarya Türküsü’nü dinledi. Konuşan bank annemin çok hoşuna gitmişti. Sanat Sokağını
gezdikten sonra sıra armuduyla meşhur Akçadağ ilçesinin Sultansuyu Harası ve Levent Vadisi’ndeydi.Hara çok
büyük bir alana kurulmuştu.Burada Safkan Arap Atları yetiştiriliyordu.Ata binmeyi çok seven ben burada ata binme
şansını yakaladığım için çok mutluydum.
Daha sonra şehir merkezindeki Bakırcılar Çarşısı’ndan hediyelik bakır eşyalar ve Şire Pazarı’ndan da kayısı
çeşitleri aldıktan sonra akşam olmuştu zaten.Akşamleyin de Miş Miş Park’ta düzenlenen kayısı festivaline gidip
Arguvan Türküleri dinledik.Bu arada da Miş miş’ in kayısının yerel adı olduğunu öğrendim.Makbule Öğretmen
Malatya’ yı bir güne sığdıramayacağımızı ,gezemediğimiz birçok yer olduğunu söyledi. Gece Makbule Öğretmenin
misafiri olduk.Sabah erkenden öğretmenimize ve öğrencilerine misafirperverliklerinden dolayı teşekkür edip Elazığ
a doğru yola koyulduk.Yolda dilime, malatya malatya bulunmaz eşin, türküsünün dolandığını da annem ne
söylediğimi sorduğunda fark ettim.

119
Elazığ

              ÖYKÜ GAKGOLAR DİYARI ELAZİZ’DE
Gün daha aydınlanmadan yola çıkmıştık Malatya’dan. Güneşin doğuşunu Fırat  Nehri’nin üzerine yansıttığı eşsiz güzelliğinden fark ettim. Pırıl pırıl parlayan,
türkülere efsanelere konu olan Fırat Nehri’nden geçiyorduk. Kömürhan Köprüsü’nde karşılayacaktı Şeyma Öğretmen ve öğrencileri bizi. Onlar da 110 km’lik yoldan, Karakoçan Sarıcan’dan gelmişlerdi. Kömürhan’a varınca sıcacık
gülümseyişi ile Şeyma Öğretmen ve 14 tane gülen gözlü arkadaşım çayda çıra ile karşıladılar bizi. Ne de güzel oynuyorlardı dünyada mumlu dans olarak bilinen
Çayda Çırayı. Büyük bir zevkle izledikten sonra candan, içten ve en samimi hoşgeldinleri duyduk.
İlk olarak Kapalı çarşıya gittik. İçinde kuru meyvelerin, peynir çeşitlerinin, bakırcıların, yerken tadına doyamadığım orciklerin bulunduğu sokaklara ayrılmış bir çarşıydı bu. Burada herkes birbirine Gakgo diyordu. İsimleri sandım önce.
Sorduğumda aldığım cevap ise çok güzeldi. Gakgo iki insan arasındaki gönül bağını anlatıyormuş. Ben sorularımı sorarken sıcacık çaylarımız ve taş fırından yeni çıkmış peynirli ekmeğimiz gelmişti bile. Peynirli ekmek taze peynir ve şekerle
yapılan bir tür pide idi. Yanına Sarıcan’dan gelen patilalar da eklenince kahvaltımız şölene dönüşmüştü. Kapalı Çarşıda dikkatimi çeken bir diğer yer ise sekiz köşeli gakgo şapkası yapan ve satan tarihi 1950’lere dayanan bir dükkândı.
Babasından öğrendiği zanaatı devam ettiren Fethi Bey sekiz köşe şapkanın ne anlama geldiğini anlattı bize. Şapkadaki her köşenin bir anlamı vardır dedi. Bunlar;
Yiğitlik, Mertlik, Cömertlik, Misafirperverlik, Alçak gönüllülük, Çalışkanlık, Dürüstlük ve Vatanseverlikti. Dinlerken gözleri dolan babam taşıdığı asil anlamından ötürü bir tane Gakgo şapkası aldı. Kahvaltının ardından 4000 yıllık tarihi olan, medeniyet ve kültürün beşiği olarak tasvir edilen Harput’a doğru yol aldık. Manevi yoğunluğunu girdiğimiz anda
hissettiğimiz evliyalar şehri Harput’ta süt kalesi olarak bilinen Harput Kalesi karşıladı bizi. Kaleden aziz şehir Elaziz’in görüntüsü muazzamdı. Kaleden sonraki durağımız Anadolu’nun en eski camilerinden olan Ulu Cami diğer adıyla Eğri Minareli Cami idi. Neden eğri minareli demişlerdi. Çünkü dünyaca ünlü Pisa  Kulesinin eğimi3,5 derece iken bu minare tam 7,2 derecelik eğime sahipti. Gezilecek daha çok yer vardı. Dolaşırken dinlediğim bu şehre özgü Harput Musikisi bana müthiş bir haz vermişti. Bunu Fark eden Şeyma Öğretmen akşam kürsü başında musikiye doyacaksın Öykücüğüm dedi. Kürsü başı da neydi? Merak etmiştim. Merakımı giderirken mis gibi kokan çedene kahvelerimiz gelmişti. 1662
yılında Evliya Çelebi’nin Harput’a gelişinde gölgesinde dinlendiği bilinen yaşlı çınarın gölgesinde yudumladık kahvelerimizi. Şehirde nereye gitsek bizi izleyen yüce dağın ismini sorduğumda Hazarbaba dağı cevabını aldım. 2347 m yükseklikteki bu dağda kayak yapıldığını öğrendim. Hele ki dağın eteğindeki Hazar Gölü’nün pastoral manzarasını görünce buraya akın akın giden insanlara hak verdim.
Harput’un ardından merkeze yaklaşık 1 saat uzaklıkta olan Palu’ya doğru yol  aldık. Palu; Sümer, Asur, Roma gibi birçok kültüre ev sahipliği yapmış bir ilçe idi. Palu Kalesi’ne çıkarken gördüğümüz kare planlı kilise, kilisenin yanında Ulu Cami ve
Alacalı Cami farklı din ve kültürlerin birlikte yaşadığını gösteren en büyük kanıtı idi. Murat Nehri üzerinde bulunan Tarihi Palu Köprüsü ise İstanbul’u Bağdat’ a  bağlamasıyla meşhurmuş. Yavaş yavaş güneş kaybolurken acıktığımızı fark
etmiştik. 154 çeşit yöresel yemeği olan Elazığ’da bol çeşitli akşam yemeğini bize ev sahipliği yapan Karakoçan’da yedik. Hepsi birbirinden güzeldi. Ama beni en çok cezbeden yemekler Safranlı Çorba, Harput Köftesi, Sırın ve Dolanger Tatlısı idi. Şeyma öğretmen yemekten sonra sabırsızlıkla beklediğim kürsübaşının müjdesini verdi. Kürsübaşı eski Harput evlerinde daha çok kış geceleri kullanılan kömür
ateşli kürsü etrafında ısınmak, sohbet etmek ve musiki icra etmek için ortaya çıkmış bir gelenekti. Kürsü başıyla bitirdiğimiz Elazığ şehrine doyamadım. Gerçekten adı gibi
Aziz olan bu şehri ve insanlarını; samimiyetlerini, mertliklerini çok sevdim. Artık benim de bu şehirde Gakgolarım vardı…

121
Tunceli

                       ÖYKÜ MUNZUR’DA
Yeni bir yer görecek olmak sizde nasıl duygular uyandırır bilmem ama ben yerimde duramıyorum. Tunceli’ye doğru yola koyuluyoruz babamla.
Kısa mesafeler bazen çok uzun gelir ya insana, şimdi bana da öyle oldu. Sonunda Pertek göründü. Dans eden martılarıyla, nazlı nazlı salınan feribotuyla, heyecanları yüzlerine vurmuş olan Erdal Öğretmen ve öğrencileriyle. Sıcak bir karşılamanın ardından feribotla geçerken Keban Barajı’nın ortasında bulunan Pertek Kalesi’ni gördüm. Doğallığının verdiği bir ihtişamla “ Hoş geldin!” diyor.
Feribottan inince Tunceli merkeze doğru yola çıktık. İlk durağımız “Gole Çetu” İki suyun birleştiği yer. Pülümür Çayı ve Munzur. İnanışa göre Hızır burada musahiplik vermiş Munzur’a. Dua ediyor insanlar. “Ya Hızır” öyle içten dökülüyor ki dudaklarından, etkilenmemek elde değil. Hemen üstümüzde Hacı Bektaş-ı Veli Cemevi’nin bahçesinde Pir Sultan Abdal heykeli; bir elinde saz, iki eli dua eder gibi göğe kalkmış. Farklı inanışları, farklı kültürleri tanımak ne güzel. Hızır’ın mekânını arkamızda bırakarak şehir merkezine girdik.
Küçük bir yer, kalabalık değil. Fabrikalar, büyük alışveriş merkezleri, gürültü, telaş yok. Şehrin en işlek yeri olan Seyit Rıza Meydanı’na geldik. Küçük sayılabilecek bir meydan. Seyit Rıza’nın heykeli var. İskemleleri alıp oturuyoruz ve tepeden bakıyoruz, bu kentin sanatçılarının türküleri eşliğinde, Munzur’a. Huzur buluyor insan. Artık dinlenme vakti. Etrafımı seyrediyorum. Değişik otlar ve bitkiler satıyorlar. Soruyorum isimlerini. ” Gulik, yemlik, ışkın” yemlik ve ışkın alıyorlar bize, hemen yiyoruz. Ovacık ve Pülümür’ün yüksek kesimlerinde yetişirmiş ışkın. Çok zahmetliymiş toplaması ama insanların geçim kaynağı.
Ovacık’a doğru gidiyoruz. Munzur Milli Parkı’nı göreceğiz. Arabanın camından coşkun akan Munzur’u izlerken suyun içinden dalgalarla inip çıkan bot ve üzerinde kayalıklara çarpmadan ilerlemek için kürek çeken insanlar.
Rafting. Arkadaşlarım bu yıl Munzur’da “Türkiye Rafting Şampiyonası” yapılacağını büyüyünce kendilerinin de rafting yapacaklarını söylediler. “Ben de” dedim coşkuyla. Babamla göz göze geldik. Gülümsedi. Tabi ki ama büyüyünce dercesine…
Ve Munzur Milli Park’ı. Sayısız ender görülen bitki türlerine ve nesli tükenmekte olan hayvanlara ev sahipliği yapıyormuş bu park. Milli parkı görür görmez büyülendim adeta. Dik kayalıklar, orman, su, temiz hava… Her yeriyle korunması gereken eşsiz bir güzellik. Munzur suyunda kırmızı pullu alabalık varmış. Eğer şanslıysanız dağ keçilerini görebilirmişsiniz. Kutsalmış dağ keçileri. Maalesef avcıların kurbanı oluyorlarmış çoğu zaman. Dar ve tehlikeli bir yolu var Ovacık’ın. Etrafında onca ihtişamlı Munzur Dağları’na rağmen düzlük bir alanda. Hiç durmadan gözelere doğru gidiyoruz. Yol boyunca kıvrıla kıvrıla akan Munzur’un kaynağındayız şimdi. Her yerden su çıkıyor. Kırk tane göze varmış. Beyaz, köpük köpük akıyor sular ve birleşerek Munzur Nehri’ni oluşturuyor. Yiğit, Ela, Eylül ve Yaren ayakkabılarımı çıkarmamı istiyorlar. Ben daha ne olduğunu anlamadan onlar çıkarmışlardı bile ayakkabılarını. Her gelene yapılırmış. Suda en çok dayanan kazanırmış. “Ne var ki!” dedim kendi kendime. Ayaklarımı suya koyar koymaz ne olduğunu anlıyorum. Buz gibi demek bile yeterli olmaz herhalde bu suyun soğukluğunu anlatmaya. Dayanmak mümkün değil. Hemen çıkıyoruz sudan. Öyle temiz, öyle güzel ki… Saatlerce bakabilirsiniz suya, hiçbir ses bu kadar huzur vermez insana. En temiz su seçilen Munzur içme suyu da tam kaynağından alınıyor. Dört mevsim ayrı güzelliği varmış bu kutsal mekânın.
Soğuk su, güzel hava acıktırmıştı. Sofra kuruldu. Daha önce görmediğim yemekler vardı sofrada: Babuko, sirikurt, sırın, şorbik, kavut, zerefet, saç kavurma… Un, su ve yağdan yapılıyormuş birçoğu. Bir de meşhur dağ sarımsağıyla karıştırılmış ayran dökülmüş üstlerine. Çok eskiye dayanıyormuş bu yemekler. Yöre halkının geçmişteki yoksulluğunun sembolüymüş. Şimdi ise değer verdikleri misafirlerine sunarlar ata yadigârı yemeklerini. Çok beğendim tatlarını. Hemen doyuyorsunuz. Bu muhteşem güzelliği bırakıp gitmek çok zor ama gezimiz devam ediyor. Veda ediyoruz Ovacık’a.
Ardından Pülümür Vadisi’ne varıyoruz. Sıcaktan bunalmış olan bizleri çağırıyor Pülümür Çayı serin sularına. Vadi boyunca işletmeler ve yüzme yerleri var. Akarsuda insanlar yüzüyor. Biz durgun olan bir yerde suya girmeye karar veriyoruz. Su soğuk olduğu için girmekte zorlanıyoruz. Bir anda atlamak gerekirmiş suya. Sonra alışıyormuş insan. Beray, Mert, Ecem, Ekin, Havin ve ben. Tutuşup el ele üçe kadar sayıyoruz ve aynı anda atıyoruz kendimizi serin sulara. Her eğlencenin bir sonu var. Çıkıyoruz sudan. Birden Ecem “Bak kayalıkların üstünde dağ keçisi!” dedi. Çok heyecanlandım. Önce göremedim. Gözlerimi kıstım. Kayanın üstünde kocaman çengel boynuzuyla sanki burası benim dercesine bakan bir dağ keçisi. Zaman durmuştu. O anı hiç unutamam…
Güzel şeyler hiç bitmesin isteriz ama her şeyin bir sonu var. Daha görmediğim sayısız güzelliklerinin olduğunu bilerek yüzümde ve yüreğimde kocaman bir tebessümle vedalaşıyorum Dersim’le.
Sıcak sohbetlerini benden esirgemeyen, gezimizin her anında sevincime, yorgunluğuma ortak olan arkadaşlarıma teşekkür ederek Bingöl’e doğru yola çıkıyoruz.
Yol arkadaşım babamla…

123
Bingöl

                    ÖYKÜ BAL DİYARI BİNGÖL’DE

Tunceli’den Bingöl’e varmak için erkenden yola çıktık. Yeni bir gün ve yeni bir il, keşfedilecek  ve  yeni yerler yeni lezzetler bizi bekliyordu. Bingöl’e yaklaşırken havanın biraz daha serinlediğini fark ettik. Kuruca Geçidi’ni arkamızda bırakırken kırlara gündüz yıldızları gibi yerleştirilmiş olan arı kovanlarını ve engin çayırlarda otlayan koyunların güzellikleri nasıl bir yere gittiğimiz hakkında bizlere ipucular veriyordu.

Erhan öğretmen bizi Yado Çeşmesi denilen bir dinlenme tesisinde karşıladı. Bingöl’e varmadan yol kenarında olan bu mekan kahvaltısı ve kavurması ile meşhur olduğunu tabelalardaki yazılar ile bizlere haykırıyordu. Gezimize başlamadan önce yöresel ürünlerden oluşan kahvaltı ile hem midemizi hem de gözümüzü doyurmuş olduk. Özellikle bal ile tereyağının enfes tadını alırken yol boyunca gördüğüm arı kovanlarına ve koyunlara içimden teşekkür ettim.

Güzel kahvaltının ardından Erhan öğretmen ile ilk önce Az Tepesi’ne çıktık. Buradan şehrin manzarası mükemmel görünüyordu. Bingöl, yeşil ovaları,ormanları,dereleri ile bizlere kendini sunuyordu adeta. Bol bol fotoğraf çektikten sonra Bubon peri bacalarını ve Zağ Mağaralarını gezip Erhan öğretmenin görev yaptığı İncesu Köyü’ne gittik. Burada yöresel yemeklerden oluşan köy sofrasında Girm,Kavurma,Zervet,Mastuva,Serun,Keldoş yemeklerini tanıdık ve tattık. Köydeki kuzularla oynayıp, ineklere yem verdikten sonra Erhan öğretmenin görev yaptığı İncesu İlkokul’u bahçesinde öğrencilerin ve öğretmenlerin yetiştirdiği meyvelerin de tadına baktık. Yanımıza da biraz meyve aldıktan sonra Solhan ilçesinde bulunan Yüzen Adalar’ı keşfetmek için yola koyulduk .Kırk beş dakikalık yolculuktan sonra gördüğümüz manzara yorgunluğumuzu bize unutturdu. Yüzen Ada; küçük bir göl üzerinde yüzen üç adadan oluşan doğal bir yerdi. Adalar yüzerken bizler de hareket ediyorduk. Bir adada semaver de çay demlenirken diğer bir adada Bingöl yöresine ait ‘Kartal’ halk oyunu oynanıyordu. Alkışlarla çalan davul zurnaya eşlik ederken güneşin batmak üzere göle yansıyan manzarası,bardakdaki çayın tadı,adaların altımızdan kayarcasına hareket edişi, Erhan öğretmen ve öğrencilerinin sıcak ve samimi sohbetleri bizleri o kadar mutlu etti ki havanın karardığını bile fark edemedik.

Bir güne sığdıramadığımız Bingöl’ün güzelliklerini daha sonra tamamlama sözü verdikten sonra Yüzen Ada’da öğrendiğimiz tek Zazaca kelime; ‘Hatır Şıma’ (Görüşmek Üzere) diyerek Muş’a doğru hareket ettik. Bingöl’ün bütün güzelliklerinin anlatıldığı kitapçığımızı incelerken yarın ki maceramızı dört gözle bekliyorduk.

125
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                             MUŞ

Öykü’yü sabırsızlıkla bekleyen Ruken öğretmen ve öğrencileri gelen her arabayla hayal kırıklığına uğradı.O da ne gelen arabanın içinden bir kız heyecanla el sallıyordu.Evet gelen Öykü’ydü.Arabanın etrafına doluşan öğrencilerden sıyrılan Öykü arabadan inip arkadaşlarıyla tanıştı.Getirdiği çiçeği Ruken öğretmene verdi.

Öykü geziye başlarken  şaşkın bir şekilde etrafını izliyordu. Ne kadar da çok Bilican  isminde iş yeri var diye sesli düşündü. Arkadaşı Rozerin, Bilican’ın Muş’taki bir dağ ismi olduğunu söylemesiyle karşıda beliren dağları göstermesi bir oldu. Ruken öğretmen eşliğinde gezi başlamıştı. Önce merkezde bulunan bir kısmı harap olmuş Muş Kalesi’ne oradan Kesik Baş Türbesi’ne ve son olarak da Meryem Ana Kilisesi’ne gidildi.

Öykü ‘nün ve arkadaşlarının yavaştan acıktığını gören öğretmen onları yöresel yemeklerin yapıldığı bir yere götürdü. Öykü’nün burada dikkatini çekense bütün yemeklerin etli olmasıydı. Öğretmenimiz yöre halkının geçim kaynağının daha çok hayvancılık olduğunu söyledi ve yemekleri tanıttı. Öykü yemek için Muş köftesi(hafta direği),lahana dolması(kırkçikli kelem dolması) ortasına ayran konulan bulgur pilavı(cavbelek) ,buğday ve etten yapılan aşı(çorti)  tercih etti.  Tatlı olarak da pekmezle yapılan Teter helvasını afiyetle yedi. Artık  gezi kaldığı yerden devam edebilirdi.

Muş Eski Evleri gezen Öykü, evlerin yanında bulunan küçük yapılara anlam veremedi. Havuş denilen koridorlardan geçtikten sonra görünen küçük yapılar tandırlıktı. Çoğu evde bir büyük boyu olan ahırlar da mevcuttu. Pencere kenarlarındaki süsler ve kubbe şeklindeki başlıklarla Selçuklu Devleti izleri taşıyordu.

Merkezden ,Varto ilçesine doğru yol alındı.Murat Irmağı Köprüsü ve Hasbet Kalesi gezildikten sonra Mercimekkale Höyüğü’ne gidildi.Öykü gezi boyunca bol bol fotoğraf çekti.

Gezi sonunda Muş’un Bulanık ilçesine gidildi.Gümüşpınar köyünde Öykü misafir edildi. Arkadaşları Öykü’ye okullarını gezdirip onun için ektikleri Muş lalesini hediye ettiler. Öykü’yü her yıl mayıs ayında yapılan ve ünlü sanatçıların katıldığı Muş Lale Festivaline davet ettiler.

Öykü bütün arkadaşlarıyla tek tek vedalaştı. Onlara ve Ruken öğretmene bu güzel gezi için teşekkür etti.

127
Bitlis

              ÖYKÜ KADİM ŞEHİR BİTLİS’TE

Anı defterime  yeni maceralar eklemek üzere güneşin doğduğu topraklara doğru yol aldık. Bitlis’te ilk durağımız Hatice öğretmenim ile buluşacağımız Güroymak Selahattin Eyyübi Saat Kulesi olacaktı. Sabırsızlığımızdan olacak anlaştığımız vakitten önce oradaydık. Kulenin yerini öğrenmek için sorduğumuz bu yörenin halkı bizimle yakından ilgilendi. Bize sabahın ilk saatlerinde sağılmış taze sıcacık sütlerinden ikram ettiler. Saat kulesinin yeni yapıldığını ve bölgenin tek saat kulesi olma özelliğini taşıdığını anlattılar bize. Nihayet vakit gelmişti ikramları gibi sıcacık olan bu insanlardan ayrılarak kulenin olduğu meydana vardık. Biraz sonra Hatice öğretmen ve öğrencileri yüzlerinde tebessüm ile yanımıza geldiler. Tanışmamız ve kaynaşmamız uzun sürmedi. Ben arkadaşlarımla aynı servis aracına bindim. Annemler bizi arkadan takip ettiler. Yolda ilerlerken Hatice Öğretmenim sol tarafıma bakmamı istedi. Başımı çevirince karşılaştığım manzara karşısında şaşırıp kaldım. Adeta yatmış uzanmış bir insan yüzü vardı baktığım yerdeki dağın üzerinde. Bu sebeple buraya Atatürk Dağı adı verilmiş.

Şaşkınlığımı henüz atmıştım ki Bitlis merkezdeydik. Burada kahvaltı yapacaktık. Hatice Öğretmenim bize kahvaltıda farklı bir seçenek olan diğer adı “Uykusundan Feragat Ettiren” olan Avşor çorbasını mutlaka tatmamız gerektiğini söyleyerek bizi bir lokantaya götürdü. Gerçekten de bizim için farklı bir lezzet olmuştu. Çok fazla zaman kaybetmeden Bitlis’in kadim tarihini öğrenmek adına buranın sokaklarında ilerlemeye başladık. Öğretmenim bizi Bitlis’e tepeden bakacağımız Dideban Dağına çıkardı. Bu esnada arkadaşlarım meşhur “Bitlis’te Beş Minare” türküsünü söylediler. Ben de onlara bildiğim kadarıyla eşlik ettim. Türkünün hikayesini de kısaca anlattılar. 1916 yılında Rusların Bitlisi işgali ile kaçan bir baba ve oğulun geri döndüklerinde harabeye dönen bu şehirde sadece 5 tane minarenin ayakta kaldığını görmeleri sonrasında yaşadıkları derin üzüntüyü anlatıyormuş. Öğretmenim bulunduğumuz yerden bu minarelerin 4 tanesini gösterdi. 5. si ise zaman içinde yıkılmış. Hazır tarihten laf açılmışken Bitlis’in adının nerden geldiğini merak ettiğimi söyledim. Arkadaşlarımdan birisi şu şekilde anlattı: Söylenen odur ki “Büyük İskender çıktığı bir seferde bu bölgeden geçerken komutanı Badlis’e buraya bir kale yapmasını ve bu kalenin kendisinin bile fethedemeyeceği nitelikte olmasını söyler. Sefer dönüşü kale yapılır ve İskender içeri girmek ister, fakat buna izin verilmez. Uzun uğraşlara rağmen Büyük İskender bu kaleyi alamaz. Daha sonra komutan Badlis kalenin anahtarını kendisi getirerek İskender’in emrettiği bir kale inşa ettiğini ispat etmek için bu şekilde davrandığını açıklar.” Bitlis’in adının bu komutanın isminden geldiği söylenmektedir. Kaleyi görmeyi çok istemiştim ancak restore edilmekte olduğu için bu mümkün olmadı.

Dağ havası iyi gelmişti ancak acıkmıştık. Merkeze tekrar inerek keçi etinin özel kuyularda pişirilmesiyle yapılan ve Evliya Çelebinin “Seyahatname” adlı eserine konu olan Bitlis Büryanını yedikten sonra Selçukluya uzun yıllar başkentlik yapmış olan Ahlat’a doğru yola çıktık. Yolda ilerlerken “Nemrut Kalderası” tabelası dikkatimi çekti. Öğretmenim burada dünyanın ikinci, Türkiye’nin en büyük krater gölü olma özelliğine sahip Nemrut Krater Gölü’nün bulunduğunu söyledi. Kaldera, volkanik patlama sonucu toprağın çökmesiyle oluşan yerleşkeymiş. O yüzden buraya bu isim verilmiş. Binlerce yıl önce patlayan bu volkan, aynı zamanda su yollarını kapatarak Türkiye’nin en büyük gölü olan Van Gölü’nün oluşmasına da sebep olmuş. Öğretmenimin anlattıklarıyla merakım daha da çok artmıştı ancak vakit olmadığı için Nemrut Kalderası’nı gezememiştik.

Yolda ilerledikçe zihnim yeni ve ilginç bilgilerle zenginleşiyor, yolumuz ise Ahlat’a varıyor. Burada en çok dikkatimi çeken dünyanın en büyük Türk İslam Mezarlığı olan Selçuklu Mezarlığı oldu. Mezarlığın içinde bulunan mezar taşları adeta nakış gibi işlenmiş ve günümüze kadar bozulmadan gelebilmiş. Ahlat turumuzdan sonra gezimizi sonlandıracağımız Tatvan’a geçtik.

Tatvan’da gün boyunca bana eşlik eden arkadaşlarımın eğitim gördüğü İstasyon İlkokulu bahçesinde bizi bir sürpriz bekliyordu. Yoğun bir kalabalık bizim için bir şölen hazırlamıştı. Pek çok yöresel yemeğin içinden İçli köfte, klorik denilen köfte çorbası ve katıklı dolma hiç unutamayacağımız lezzetlerin arasına girdi. Hoş sohbetleri, yöresel oyunları ile bizim için harika bir yaz akşamı olmuştu. Herkesle vedalaştıktan sonra geceyi geçirmek üzere Hatice Öğretmenimizin evine geçtik. Van Gölü ve limanın manzarası o kadar güzeldi ki yorgunluğumun üzerine uyuya kalmıştım.

Sabah olup da gözlerime güneşin ışıkları vurduğunda uyandım ve  bir sonraki durağımız olan Van için hazırlıklara başladık. Hatice Öğretmenim ve ailesi bizi feribota bırakacak buradan Türkiye’nin en büyük feribotu ile Van’a geçecektik. Öğretmenim yolda yememiz için içinde kıymetli Bitlis karakovan balının, lezzetli cevizinin ve nefis kade çöreğinin bulunduğu küçük bir kahvaltı bohçası hazırlamıştı. Bohçamız yiyeceklerle, anı defterim ise her geçen gün artan hatıralarımla doluydu.

129
Van

           ÖYKÜ DOĞU’NUN PARİSİ VAN’DA

Kısa süren yolculuğumuzun ardından sabahın erken saatlerinde Van’daydık.Sevcan öğretmen ve arkadaşı Hayrettin öğretmen yüzlerinde kocaman gülümsemeleriyle bizleri karşıladı.Ayaküstü biraz sohbet ettikten sonra arabaya bindik.Sevcan Öğretmen “Öykücüğüm şimdi meşhur Van Kahvaltısı’nı yapmaya gidiyoruz, acıktın mı?” Dedi. Bende başımı sallayarak evet dedim.İşte gelmiştik. Ne kadar kalabalıktı. Bir yandan sohbet eden Sevcan Öğretmenimi, annemi, babamı dinliyor bir yandan da masaya dizilen tabaklara bakıyordum.Hayrettin Öğretmenim meraklı bakışlarımdan anlamış olacak ki “Öykücüğüm daha önce görmediğin şeyler var.Bak mesela bu murtuğa, bu cacık, buda kavut.”Dedi. Sofrada daha neler yoktu ki.Hakiki Van Balı,süt kaymağı,yayık tereyağı,tahin-pekmez,kavurmalı yumurta,menemen,zeytinler,peynirler,reçeller…Ama bir peynir vardı ki diğerlerinden çok farklıydı.Sevcan Öğretmen “Öykücüğüm bu Van’ın meşhur Otlu Peyniri.”Dedi.Sonra da açık ekmeğin arasına koyup bana uzattı.Farklı bir tadı ve kokusu vardı. İnsanın yedikçe yiyesi geliyordu.Kahvaltımız bitmişti.Çıkışta bembeyaz bir kedi gördüm.Kediye yaklaşınca gözlerime inanamadım.Çünkü her iki gözü farklı renkteydi. biri yeşil biri maviydi, uzun parlak tüyleri vardı yaklaşıp sevdim öğrendim ki meşhur Van Kedisi’ymiş. Tabi ki hemen fotoğraf çektirdim.Sonra Akdamar Adasına doğru yola koyulduk.Ada kıyıdan görünüyordu.Yaklaşık 20 dakika sonra adadaydık.Adanın ortasında bir de kilise vardı.Kiliseye doğru yürürken Sevcan Öğretmen adanın hikayesini anlatmaya başladı.” Vakti zamanında bu adada yaşayan Ermeni Başkeşişinin güzelliği dillere destan Tamara adında bir kızı varmış.Adanın çevresindeki köylerden birinde çobanlık yapan bir genç bu kıza aşık olmuş.Çoban Tamara ile buluşmak için her gece adaya yüzer Tamara ise yerini belli etmek için onu bir fenerle beklermiş.Bundan haberi olan kızın babası fırtınalı bir gecede elinde fenerle adanın kıyısına inmiş ve sürekli yer değiştirerek gencin güç yitirmesine sebep olmuş.Yüzmekten bitkin düşen çoban son nefesinde Ah Tamara diye haykırmış.Bunu duyan kızda kendini gölün sularına bırakmış.O günden sonra adanın adı Ah Tamara ismiyle anılmaya başlamış zamanla ise değişime uğrayıp Akdamar Adası olmuş.” Çoban ve Tamar’ın hüzünlü hikayesini dinlerken Akdamar Kilisesine gelmiştik.Gezip,harika manzaraya ve dev Türk Bayrağımıza karşı fotoğraf çekindik.Zaman kaybetmeden dönüş yoluna koyulduk.Çünkü Sevcan Öğretmenimin de görev yaptığı Erciş’e doğru yola çıktık.Hayrettin öğretmenim müziği açtı” Vanlıyam Şanlıyam şarkısı eşliğinde acaba Van Gölü Canavarı var mıdır? diye düşünüp kendi kendime gülüyordum.Muradiye Şelalesi’ne gelmiştik.Oldukça büyüktü karşıya geçmek için sallanan bir köprüden geçmek gerekiyordu.Korktuğumu anlayan Sevcan Öğretmen elimi tuttu.Bol bol fotoğraf çekinip Erciş’e doğru yeniden yola koyulduk.Van Gölü ne kadar büyük tıpkı deniz gibi dedim.Erciş’e yaklaşınca sonrasında öğrendim ki zaten Vanlılarda göl değil deniz diyormuş.Sıradaki durağımız Balık Bendi’ydi onun hikayesi de oldukça ilginçti.”Dünyada sadece Van Gölü’nün tuzlu ve sodalı suyunda yaşayan tek balık türü olan inci kefali her yıl ilkbaharın sonlarında yumurtalarını bırakmak için yolculuğa çıkıyormuş.Şiddetli akıntının tersine doğru göç eden binlerce balık önlerine çıkan engelleri zıplayarak geçmeye çalışıyormuş.Sonra yumurtalarını bırakıyormuş.” Galiba gelmiştik arabaya doğru koşan birçok çocuk görüyordum.Sevcan Öğretmen kollarını açarak onlara sarıldı ve bizleri tanıştırdı.Hemencecik kaynaştık bana sıcacık sarıldılar.Hoşgeldin dediler hemen aralarına aldılar.Ailelerinde olduğu banklara doğru yürüdük annelerde hemen sarılıp “Hoşgeldin Öykü” dediler hemde bana dört defa sarıldılar.Her şey hazırdı sofrada tuzlu balık,keledoş,ayranaşı,güveç,ciğer köftesi,cılbır,erik kızartması,sengeser,açık ekmek….Ne kadar çok yemek vardı herkes yemem için ısrar ediyor, tabağımı bitirmeden dolduruyorlardı.Fazlasıyla doymuştum uçan balıkları görmek ve fotoğraf çekmek için yürüyüşe çıktık.Döndüğümüzde çaylar hazırdı babam semaver çayı bir başka diyordu.Bende Tabi Doğunun İncisi Van’da içmek bambaşka” Dedim ve gülüştük…Akşam olmuş çokta yorulmuştuk artık eve geçme zamanıydı.Arabaya binip Sevcan Öğretmenimin evinde dinlenip uyuduk.Sabah için çok heyecanlıydım.Erkenden uyanıp kahvaltımızı yaptık.Yol boyu muhteşem manzarayı izledim yarım saat sonra Kırgız Köyü Ulupamir’deydik.Sevcan öğretmenimiz geleceğimizi önceden haber vermişti atlarla bayraklarla köyün girişinde karşılandık.Han Otağının önünde indik yöresel kıyafetlerle ellerinde yöresel lokmalar tutan çocuklar karşılayıp Hoşgeldin Öykü dediler.Sanki zaman geriye alınmıştı ve ben bir masalın içine girmiştim.İlk işimiz kıyafetlerimizi değiştirmekti yöresel Kırgız kıyafetleri giydik.Kurulan koskoca çadırların içine girdik bize Kırgız Çayı ikram ettiler.Süt ve çay karışımıydı.Ne kadar ihtişamlıydı bu çadır incelemekten kendimi alamıyordum.Sevcan Öğretmen haydi Öykü şimdi ok atma zamanı dedi ve nasıl atılacağını gösterdi çok zordu fakat çok eğlenceliydi.Babam ve annemde sırayla denediler. Her anı fotoğraflamak istiyordum anı kesem dolup taşıyordu.Ok attıktan sonra at binmek için alana yürümeye başladık çok heyecanlanmıştım.Alana geldiğimizde bizleri at üstünde bekleyenler vardı merakla onları izliyordum öğrendim ki at binmeden önce Türklerin en eski milli oyunlarından biri olan Gökbörü Oyununu bizler için sergileyeceklermiş.Cirite benziyordu çok heyecanlanmıştım yerimde duramıyor hop oturup hop kalkıyordum.Tıpkı masallardaki gibiydi her şey oyun bitti bende atımı seçtim.İçim içime sığmıyordu zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım acıkmıştık bize yöresel yemeklerinden ikram ettiler tatları çok güzel ve farklıydı.Zamanın geriye alındığı bu köyde zamanım dolmuştu..Ulupamir…Masal köyüm…Hoşçakal…Van’daki zamanım son bulmuştu.Gezilecek bir sürü yeri bir dahaki ziyaretime bırakmıştım.Hakkari’ye doğru yola çıktım…Hoşçakal masal dünyam, hoşçakal 4/A sınıfı, hoşçakal Sevcan Öğretmen…

131
Hakkari

           ÖYKÜ DAĞLARIN KENTİ HAKKARİ’DE

Yine güzel bir yer görme umuduyla ve heyecanıyla yola çıkıyoruz.Bu sefer annemle birlikte dağların kenti  hakkari’ye gidiyoruz.  Başkale’ yi geçtik, artık Hakkari’ ye yaklaşıyoruz. Hakkari’ ye yaklaştıkça Zap Suyu tüm berraklığıyla, güzelliğiyle bize eşlik ediyor. Dar bir vadinin içinde yılan gibi süzülen meşhur Zap Suyunun sesinin yankılandığı yüksek dağlar arasında sadece gökyüzünü görebiliyorduk. Dağlar o kadar güzel ve heybetli idi ki arabamız bu manzara karşısında minnacık kalmıştı. Bu yüzden neden buraya dağların kenti dediklerini yeni yeni anlıyordum. Nihayet Hakkari’ ye vardık. Bizi orda Neslihan öğretmen ve Zehra öğretmen karşıladı. Bizi çok samimi bir şekilde karşıladılar. Onları görür görmez çok sevmiş onlara çabucak ısınmıştım. Çok sevecen cana yakın insanlardı. Biraz şehir merkezini dolaştık. Dikkatimi çeken şehrin tam karşısında tüm heybetiyle diğerlerinden çok farklı bir dağ vardı. Bu dağın doruklarında halen kar vardı. Ve kar erimemişti. Dağ çok etkileyiciydi. Daha sonra Neslihan öğretmenin öğrencisi Rojin ile karşılaştık. Gezimizde o da bize eşlik etti. Rojin ile hemen kaynaşmıştık. Rojin’ e Sümbül Dağından ne kadar çok etkilendiğimi anlattım. Rojin’’ o bizim Sümbül Dağımızdır. Onu görenler ona hayran kalırlar. Buradaki insanlar güçlerini bu heybetli, dik başlı dağdan alırlar’’ Rojin’in söyledikleri gerçekten çok etkileyici idi.’’ Rojin bu da bir şey mi? Bizim Berçelan yaylası var. Orada bir günde dört mevsim yaşanır. Sabah, ilkbahar; öğle, yaz; akşama doğru sonbahar; gece ise kış bir arada görülür’’dediğinde yaylayı çok merak etmiştim.Hemen Berçelan Yaylasına doğru yola çıktık Yol boyunca   daha önce hiç görmediğim rengarenk çiçekler gördüm. Fakat en ilginç olan ise ters lale idi. Kırmızı ve turuncuya çalan renkleriyle insanı büyüleyen, ikliminden dolayı Hakkari dışında dünyanın hiçbir yerinde yetişmeyen yöre halkının deyimiyle “ Ağlayan Gelinler” nihayet yaylaya varmıştık. Bir tarafı bin bir çeşit çiçeklerle kaplı masmavi Seyithan Gölü’ nün manzarası karşısında hayran kalmıştım. Berçelan Yaylası temiz ve serin havası, buz gibi soğuk suları ile muhteşem bir yerdi. Rojin ile muz gibi soyulabilen ekşi tadı olan uçkun yedik. Sonra sofralar kuruldu bu güzel havadan mı bilmiyorum ama çok açıkmıştım.Sofrada Hakkari’ ye ait yöresel yemek “doğaba” vardı. İçinde kıymadan yapılmış köftecikler ve et parçaları bulunan ayran çorbasına benzeyen lezzetli bir yemekti. Yemekte ayrıca Hakkari’ nin dağlarından toplanan mantar vardı. Hayatımda hiç bu kadar güzel mantar yememiştim. Bu kadar doğal, tadı bu kadar lezzetli bir bitki herhalde sadece dağların kenti Hakkari’ de yetişebilir diye düşündüm.Yemekte yine Hakkari’ye ait bir yemek daha vardı ‘’kıris’’denen bir yemekti.İçinde ufak ufak kıymadan yapılmış köfteler,ceviz,kuru üzüm olan ekşili bir yemekti.Karnımızı da doyurduktan sonra yayladan ayrılmak üzere yola çıktık. Cennet-Cehennem Vadisine gittik. Şehir merkezine yarım saatlik uzaklıkta Kırıkdağ Köyü’nde olan bu doğa harikasını görmek için sabırsızlanıyordum. Oraya vardığımızda gördüğüm manzara karşısında hayran kalmıştım. Burada çok farklı çiçekler ve böcekler vardı. Suları buz gibiydi. Berçelan Yaylasında gördüğüm “Ağlayan Gelinler” burada da vardı. Buraya Cennet-Cehennem vadisi denilmesinin sebebini yeni anlamıştım. Vadinin bir bölümü rengarenk çiçeklerle süslenmiş iken diğer tarafı karlar ve buzullarla örtülü idi.  Cilo (Buzul) Dağları da denilen bu yerde gördüğümüz buzul mağaraları ve gölleri çok ilginçti ve görülmeye değerdi.Gerçektende Rojin’ in dediği gibi olmuştu. Ve birgün de dört mevsimi yaşamıştım. Bu muhteşem günün ardından yola koyulduk. Şimdi de Şemdinli’ ye gitmek için yola çıktık.. Oraya vardığımızda bizi Süleyman Öğretmen karşıladı. İlk olarak Osmanlı döneminden kalma olan taş köprüyü görmeye gittik. Çok güzel bir mimari yapı. Daha sonra Seyyit Taha’ nın türbesini ziyaret ettik. Süleyman Öğretmen Seyyit Taha’ nın peygamber efendimizin soyundan mübarek bir zat olduğunu söyledi. Türbede namaz kıldık ve dualar ettik. Şemdinlide gerçekten büyüleyici bir yerdi. Süleyman öğretmen bize her yeri gezdirdi. Akşama doğru artık Şemdinli’ den ayrıldık.Tekrar Hakkari merkeze geldik.Akşam Zehra öğretmenin evine konuk olduk.Eve Zehra öğretmenin öğrencileri Dicle ve Ennur da geldi.Onlara Rojinle bereber bugün neler yaptığımızı anlattım ve Hakkari’yi Sümbül Dağını,Berçelan Yaylasını ne kadar çok beğendiğimi,bu güzelliklerden ne kadar çok etkilendiğimi söyledim.

Ennur ve Dicle  bize Hakkari’ de özellikle de düğünlerde giyilen yerli bir kıyafet gösterdi. Kıyafet çok güzeldi, kıyafeti çok beğenmiştim Aynı kıyafetten bana da diktirmişlerdi. Hediye olarak bir kilim ve yerli kıyafet aldım. Bu insanların bu zarif davranışı çok hoşuma gitmişti.  Gece dağların kenti Hakkari manzarasını izledim pencereden. Çok fazla sokak lambası olmadığı için ay ve yıldızlar o kadar parlaktı ki gökyüzüne bakmaya doyamadım.Ay Sümbül Dağının tam üzerinde idi. Ay ve Sümbül Dağı ne kadar da yakışıyorlardı. Şuana kadar gördüğüm en muhteşem güzellikti. Sonra yataklarımız yapıldı.Yün döşeklerde yattık. Gece yün döşekte  o kadar rahat uyumuşum ki hayatımda hiç bu kadar güzel bir uyku uyumamıştım

Ertesi sabah güzel bir kahvaltının ardından artık dağların kenti Hakkari’ den ayrılma vakti gelmişti ve tekrar vadiler içinde yılan gibi süzülen Zap Suyu eşliğinde yola koyulduk. Muhteşem doğa güzellikleri ile ve samimi insanlarıyla Hakkari’ yi geride bırakıyorum. Daha görmediğim sayısız güzelliklerin olduğunu hayal ederek Şırnak’a doğru yola koyulduk.

133
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                ÖYKÜ ŞEHR-İ NUH’ U KEŞFEDİYOR

Hakkari’ den büyük bir heyecanla Şırnak’ a doğru yola çıktık. Yüksek dağların arasından geçmek çok etkileyici ve büyüleyiciydi. Yolculuğumuzun sonunda Şırnak’ a geldik. Bizi karşılamaya gelen Şerife Öğretmen ve öğrencilerini görür görmez içim ısındı. En az biz kadar onlar da heyecanlıydılar. Hemen birbirimizle kaynaştık, sohbet etmeye yolculuğumuzu anlatmaya başladım. Ardından Kasrik Boğazında dinlenmek ve yemek yemek için hareket ettik.

Tabelalarda ki “Şehr-i Nuh” yazısı dikkatimi çekmişti. Şırnak’ ın eski adı Şehr-i Nuh’muş ve yolda gördüğüm dağlardan biri Cudi Dağıymış. Söylenenlere göre “Cudi Dağında Nuh’un Gemisi bulunmaktaymış. Hz. Nuh’ un oğulları burada şehir kurdukları için de ismi Şehri Nuh olarak kalmış”. Hemen Cudi dağının üzerinde Nuh’un Gemisini hayal ettim. Ben hayalimde Cudi Dağında gezerken Kasrik Boğazına gelmiştik. Burada suyun üzerindeki oturakta yöresel yer sofrasında yemeğimizi yedik. Kasrik o kadar ilginçti ki; kayalıklar arasından akan sular bizi serinletiyordu. Kayalıklar üzerindeki şekiller sanki tek tek elle şekillendirilmiş gibiydi. Yanımıza gelen görevli bize “Gelin Atı”nın yanında fotoğraf çekebileceğimizi söyledi. Gerçek bir at beklemiştim daha sonra fark ettim ki Gelin Atı aslında kayadaki bir şekildi, gerçekten de bir gelin atı gibiydi. Sanırım burada gördüğüm dağları ve şekilleri asla unutamayacaktım. Babam Şırnak’ ın coğrafi şekillerinin herkesi etkilediğini söyleyerek bir çok  coğrafi dergide Şırnak’ın fotoğraflarının yayınlandığını söyledi.

Ellerimi açıp kafamı gökyüzüne kaldırıp kendi etrafımda dönerek bu güzelliği bir kez daha izledim. Şerife öğretmenin “Öykü” seslenmesiyle yeni bir keşfe doğru yola çıktık. Kırmızı Medreseye gidiyorduk. Medresenin önüne geldiğimde isminin neden Kırmızı Medrese olduğunu anlamıştım. Medrese kırmızı tuğlalardan yapılmıştı. Geniş bir avlusu vardı. Bu avlu içerisinde mezar, yemekhane, dershane adı verilen odalar vardı. Arkadaşlarımla medreseyi gezip biraz da avlusunda zarar vermeden oyunlar oynadık. Biz çocuklar için sanırım oyun oynamanın zamanı ve yeri çok da önemli değildi. Buradan Ulu Camiye geçtik. Birçok  Ulu Cami görmüştüm. Şırnak Ulu Cami de çok büyüktü. Ortası delik büyük değirmen taşlarına benzer taşlar üst üste konularak sütunlardan kubbeler yapılmış ve her kapının üzerinde Kur an-ı Kerim Ayet ve sureleri vardı. Caminin demir kapısı İstanbul’ da Topkapı Sarayı Müzesinde korunmaktaymış. İstanbul’ a bir daha gittiğimde özellikle o kapıyı görmek istiyorum. Camide oymacılık sanatının çok güzel örneklerini gördüm. Bunları gördükten sonra müzedeki kapıyı daha çok merak etmeye başlamıştım.

Hoşça kal Şehr-i Nuh dağlarınla, tarihinle, güzelliklerinle aklımdan çıkmayacaksın…

135
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                            ÖYKÜ SİİRT’E
Bitlis’ten çıktıktan sonra Siirt’in Kurtalan ilçesine vardım. Beni bekleyen arkadaşlarım Kurtalan Atatürk ilkokulu 4-A sınıfı öğrencileri ve Abdurrahman öğretmenim idi. Ben yeni arkadaşlarla tanışma ve yeni bir ili gezme heyecanı ile dolu iken , ilçeye vardığımda beni karşılamaya gelen öğrencilerin de benim gibi heyecanlı olduğunu gördüm. Öğretmenimiz beni sınıfındaki öğrenciler ile tanıştırdı. Biran önce Siirt’i tanıtma heyecanı içinde olduklarını gördüm. Tabi bende de aynı heyecan vardı. Kurtalan Siirt’in en büyük nüfusa sahip ilçesi idi. Kurtalan ,Şirvan , Pervari , Eruh , Baykan ve Tillo ilçelerinin olduğunu ; Siirt’in toplam nüfusunun üç yüz yirmi beş bin civarında nüfusun büyük bir kısmının genç bir nüfustan oluştuğunu anlattılar. Genel olarak ilin ekonomisinin tarım ürünlerinin yetiştirilip değerlendirilmesi üzerine kurulu olduğunu da eklediler.
Öğrencilerden Esma Kurtalan’nın demiryolunun son durağı olduğunu anlattı. Hepimizin çok sevdiği Barış Manço’nun da kendi ilçelerinden olduğunu, uzun yıllar çalıştığı müzik grubunun adının da (Kurtalan ekspres) buradan geldiğini söyledi. Biz bunları konuşurken öğrencilerden Nisa benim için bir gezi planı hazırladıklarını söylediler; Gezimiz öncelikle peygamber efendimizin hırkasını hediye olarak gönderdiği ayrıca anneye verilmesi gereken önemin simgesi olan Veysel Karani hazretlerinin Baykan’nın ziyaret beldesindeki türbesinin ziyareti ile başlayacaktı. Buradan ilkcaglardaki isim anlamı “yüce ruhlar” olan Tillo ilçesine geçecektik. Burada ünlü din âlimi ve astrolog İbrahim Hakkı ve ustası İsmail Fakirullah hazretlerinin türbelerini ziyaret edeceklerini söylediler. Anlatılan yerleri gezerken anlatılan ışık hadisesi çok dikkatimi çekti. İbrahim Hakkı hazretleri yaklaşık üç yüz yıl önce ustası İsmail Fakirullah hazretleri için yaptırdığı türbeye; 21mart ve 23 eylül tarihlerinde doğan güneşin ilk ışıklarının hocasının mezar taşına değmesini sağlayacak bir ışık sistemi planlamıştı. Dönüşte eşsiz doğal bir güzelliğe sahip Botan nehrini izleyerek Siirt şehir merkezine geldik. Burada bana bir sürpriz hazırlamışlar üstünde “öykü” yazılı el dokuması Siirt battaniyesi hazırlamışlardı çok hoşuma gitti. Hepimiz çok acıkmıştık beraber yörenin meşhur yemeği büryan (parev) denilen, derin kuyularda sade etten pişirilen yemeği yerken Nisa yörenin önemli ürünlerini anlatmaya başladı; Siirt fıstığı, Pervari balı, zivzik narı ve daha birçok ürünün olduğunu söyledi… Hava kararmaya yakın tekrar Kurtalan’a döndük. Sabaha erkenden Batman’a kadar bir saatlik tren yolculuğu yapacaktım. Sabah olunca öğrenci arkadaşlarım ve öğretmenimiz ile vedalaşarak yola çıktım. Bakalım bundan sonra hangi güzellikler ile karşılaşacaktık.

137
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                  ÖYKÜ, PETROL KENTİ BATMAN’DA

Siirt’ten sonra Batman. Annem, uyumadan önce sabah gideceğimiz şehri söylediğinde adı bile bende oldukça merak ve heyecan uyandırmıştı. Batman’da Nurhan Öğretmen ve öğrencileriyle tanışacaktım. Nurhan Öğretmen bizi Atatürk Parkı adlı şehir parkında bekliyordu. O kadar içten ve sıcak bir insan ki bu yönüyle kendi öğretmenime benzettim. Bana sarılıp sevgiyle kucakladığı an bu şehrin bana unutulmaz güzellikler yaşatacağını anladım. Kahvaltı yapmak üzere Nurhan Öğretmenimin evine geçtik. Kapı açıldığı anda sıcak tandır ekmeğinin kokusu içime işledi. Evin babaannesi kahvaltıyı hazırlamıştı. Kahvaltı masasında en çok dikkatimi çeken sahanda pekmezli yumurta oldu. Çocukların gücü kuvveti yerine gelsin diye yapılırmış, yiyenlerin yanakları al al olurmuş. Şifasını bilemem ama lezzetini asla unutamam sanırım.

Kahvaltı sonrası yeni arkadaşlarımla tanışmak için Nurhan Öğretmenimin görev yaptığı İMKB Belde İlkokulu’na geçtik. Arkadaşlarım beni, okul bahçesinde büyük bir sevinçle karşıladı. Gezi için ayarlanan otobüse binerek Hasankeyf’in yolunu tuttuk. Son zamanlarda ara  ara duyduğum bir isimdi Hasankeyf. Duyduğum kadar özel ve güzel miydi gerçekten? Sorularımın cevabı çok uzakta değildi. Yol boyunca arkadaşlarım benimle sohbet etti ve geçtiğimiz yerleri tanıttılar. Yolculuğumuz çok uzun sürmedi.Ama yolda çok değişik bir şey gördüm. Adını öğrenince de çok şaşırdım, at başları. Nurhan Öğretmenin anlattığına  göre at başları, petrol pompalamaya  yarıyormuş   ve Batman’ın simgesiymiş. Dicle Nehri ‘ne paralel bir yolculuk yaptık. Hasankeyf  Kalesi bir resim tablosu gibi karşımızdaydı. Otobüsten indik. Hasankeyf  seyir alanında biraz etrafı seyrettik. Dicle Nehri’nin kokusunu ciğerlerime çektim. Hasankeyf manzarasını da hafızama kaydettim.. Ünlü kaşif  Marco  Polo’nun da üzerinden geçtiği varsayılan  tarihi köprü tam karsımızda. Ama bu köprü kullanılmıyormuş. Yeni  köprüden karşıya geçtiğimizde  yöresel  kıyafetler, süs eşyaları satan dükkanların olduğu Hasankeyf çarşısında alışveriş  yapma şansım da oldu. Ümit ‘ in babası bu tarihi dükkânlardan birinde esnafmış. Cansu, buradan bana çok güzel ve benim için çok özel bir fular aldı. Nurhan Öğretmen de anneme Hasankeyf’in kilim tezgâhlarında dokunmuş seccade hediye etti.

Çok eski zamanlardan yakın tarihimize kadar Hasankeyf  mağara evlerde yaşayan insanlar olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. Bu evler yaz mevsiminde çok serin, kış mevsiminde ise sıcak olurmuş. Hasankeyf birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, her bir medeniyet de kendinden izler bırakmış. Dev bir kaya kütlesi üzerinde bulunan  Kale, Kale üzerinde bulunan   Ulu Camii, Büyük Saray ve Küçük Saray, yapımı Asurlulara kadar dayanan  Taş Köprü, Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından yaptırılan  El _ Rızk  Camii, Sultan Süleyman Camii , Zeynel Bey Türbesi bu izleri üzerinde taşıyan eserlerden  birkaçıymış.   Hasankeyf ’ te ayrıca kaya mezarlar, Ortaçağa ait üniversite kalıntıları, kiliseler, gizli geçitlerden de izler bulunmakta. Bu antik kent medeniyetlerin kültürünü, mimarisini o kadar güzel  yansıtıyor ki. Her taşında tarih yazan bir kent. Kültür kenti Hasankeyf. Etrafımı incelemeye o kadar dalmışım ki yanı başımdaki arkadaşlarımın bana seslendiğini duymamışım bile. Aşağıda çok güzel bir çay bahçesi varmış, oraya inecekmişiz. Dicle Nehri manzarası karşısında içeceklerimizi yudumlarken tek şey düşündüm. Baraj suları altında kalmadan bu tarihi kültür kentini görebildiğim için sanırım çok şanslıyım.

Otobüsümüze bindik, Batman ‘a doğru yola koyulduk. Nurhan Öğretmen,  Batman‘ ın Sason ilçesinden de biraz bahsetti. Burada ters lale yetişiyormuş ve Sason, dünya üzerinde bu çiçeğin yetiştiği sayılı yerlerden biriymiş. Ters lale de olur mu, diye düşünmeden edemedim. Otobüs yolculuğumuz okul bahçesinde sonlandı. Bahçede bizleri hoş bir sürpriz karşıladı. Sınıf velileri tarafından, bahçedeki masalar çiçeklerle donatılmış, yemekler yapılmış, bizi bekliyorlardı. Ur u rovi , tırşik ,kütülk, mehir, kaburga dolması, şam börek, kuru dolma. Damağımdan tadı hiç gitmeyecek lezzetler. Yemek sonrası halay, delilo  keyfini de söylemeden geçemeyeceğim. Hep birlikte dilek balonları bıraktık gökyüzüne.

Tüm arkadaşlarımla ve aileleriyle vedalaştıktan  sonra  Nurhan Öğretmenimin  evine geçtik. Batman ve Hasankeyf ‘ in büyüsü hala üzerimdeydi. Buralara bir daha gelebilme düşüncesiyle Dicle Nehri kadar sakin uykulara daldım.

139
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                         ÖYKÜ DİYARBAKIR’DA
Diyarbakır’a babamla ilk adımımı atmıştım.Aklımda bir sürü soru vardı.Ancak en çok merak ettiğim Diyarbakır surları ve karpuzuydu.Diyarbakır’ın tertemiz sokaklarında gördüğüm bir tabelada yazılanlarla derin düşüncelere daldım.Gördüğüm tabelada şunlar yazılıydı :
“Ocakta duman olur.
Gün olur,zaman olur.
Diyarbekir karpuzu,
Her derde deva olur.”
Bu yazıyı okuyunca aklıma Lokman Hekim gelmişti.Acaba Lokman Hekim Diyarbakır’da yaşamış ve Diyarbakır karpuzunu tatmış mıydı?
Beyaz Tebeşir İlkokulu’na varınca gözleri ışıl ışıl öğrenciler ve Sevde Öğretmen bizleri beklemekteydi. Sevde Öğretmen beni sevgiyle kucakladıktan sonra öğrencileri de etrafımızı sarmış,hepsi sevgi dolu bakışlarla bize bakmaktaydılar.
Babam ve Sevde Hoca konuşurken,Tuba ve Elif isimli öğrenciler bana Diyarbakır’ı anlatıyordu.Bir süre okul bahçesinde dinlenip okulu da gezdikten sonra Sevde Hoca bugün ve yarın neler yapacağımızı, nerelere gidileceğini anlattı.
“-Öykücüğüm,ilk olarak enfes bir kahvaltı yapmak üzere Gaziköşk’e gidiyoruz. Oradan da On Gözlü Köprü,Hevsel Bahçeleri,Hasan Paşa Hanı,Ulu Camii,Hz.Süleyman Camii ve tabi ki Diyarbakır Surları var. Daha da bitmedi.Gezilecek onlarca yer var dersem abartmış olmam.Artık burada olduğunuz zamana ne kadarını sığdırabilirsek.”
Gaziköşk’te enfes bir manzara eşliğinde enfes bir kahvaltıdan sonra On Gözlü Köprü’yü
gezdik. On Gözlü Köprü dört ayrı isimle bilinen yaklaşık bin yıllık bir köprü.Kırklardağı denen türkü ve efsanelere konu olmuş bir vadiye yakın.
Gaziköşk’ten yine türkülere ve efsanelere konu olmuş ; bir yanında Diyarbakır Surları’nın bulunduğu, bir yanında Dicle Nehrinin aktığı Hevsel Bahçeleri’ne vardık. Sevde Hoca bu bahçelerin bu bölgenin bilinen ilk tarım alanı olduğunu , bu alan ve çevresinin çok eski zamanlarda 180 den fazla kuş türünün yanı sıra bir çok hayvan türünü de barındırdığını söyledi. Ayıca bu bahçelerin UNESCO tarafından koruma altına alındığını da söyledi.
2
Birkaç yeri gezmemize rağmen çok yorulmuştuk.Akşam ezanının sesini duyduk.Akşam kalacağımız yer de tarihi dokusu korunan bir mekan olacaktı.
Sabah Sevde Hocamın “Eğil’e yolcu kalmasın.” sesiyle uyandım.Şehir merkezine 45-50 dakikalık bir uzaklıktan sonra Peygamber kabirlerinin ve Asurlular tarfından yapılan Asur Kalesiyle Asur krallarının mezarlarının bulunduğu ayrıca “Peygamberler Diyarı” da denen Eğil’e varmıştık.Dillere destan bir manzara ve doğal güzelliğin tadını tekne keyfiyle sonlandırıp tekrar Sahabeler Şehri Diyarbakır’a döndük.
Kitabeleriyle de ünlü Beşinci Harem-i Şerif diye de adlandırılan Ulu Camii’ndeydik.Bu kutsal mekandaki huzur hepimizi mest etmişti.Bu camii şehrin değil bölgenin en eski yapılarından biri.639 da kilise iken İslam ordularının fethiyle camiye çevrilmiş , farklı zamanlarda da mimari yapısı korunarak onarım görmüş.
Ulu Camii’nden sonra şehrin sembolü olan M.Ö. 3000-4000 tarihlerine dayandığı belirtilen ve Hevsel Bahçeleri gibi UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınan surlardaydık.Bu kadim kentin,Sahabeler Şehrinin,Doğunun İncisinin yöre halkınca yüreği sayılmaktaymış bu surlar.
Zamanla yarışıyorduk.Gezecek görecek o kadar çok yer vardı ki. Bu şehir “Sahabeler Şehri” ile birlikte “Efsaneler Şehri” diye de anılmaktaymış.Bu kadim şehre dair dinleyecek o kadar çok efsane gezilecek o kadar çok yer vardı ki.
Bu kadim kentten ,Sevde Öğretmenden; bu güzel şehrin bu güzel insanlarından ayrılmak bana ve babama çok zor geldi.Burada kalbimi bıraktım.Ayrılmak istemediğim her şehir gibi bu cennet vatanımın bu cennet köşesinden de ayrılmak zor geldi.
Son cümlem ise şu oldu :
“Bekle beni Diyarbakır. Daha karpuz keseceğiz.”

141
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                   ÖYKÜ MARDİN’DE

Diyarbakır dan sonra çok merak ettiğim ,tv dizilerinde hep gördüğüm Mardin e doğru yolla çıktık. Kısa bir yolculuktan sonra Mardin kale görüntüsü ile bizi bekliyordu. Adile öğretmeni bulmamız hiçte zor olmadı. Öğrencileri ile beraber bizi çok sıcak karsıladılar.

Evet Mardin çok sıcaktı…İlk durağımız Ulu Cami oldu..Artuklular zamanında yapılan bu cami şimdiye kadar gördüğümüz camilerden çok farklıydı. Mardin yöresel yemekleri ile meşhur olduğu kadar tarihi evleri dar sokakları ile de tanınıyor dedi Adile öğretmen…Önce karnımızı doyuralım dedi. Yöresel yemek tabağı denilen o muhteşem tatlıların hepsini de çok beğendim ama kaburga dolması ,içli köfteye ayrı bir ilgim oldu. Yemek sırasında Adile öğretmenimin bir öğrencisi “Öğretmenim,  misafirlerimiz burada bazı mahallelerde çöpleri eşeklerin topladığını biliyorlar mı?” deyince biz espri yaptığını sanıp çok güldük ama belediyenin kadrolu eşekleri varmış hatta yaşlanınca emekli oluyorlarmış. Gezecek çok yerimiz var hemen kalkalım dedi, Adile öğretmenim. Önce bana çok tanıdık gelen Kasımiye Medresesi’ne gittik. Gerçekten görülmeye değer dedi annem. Tarihi yapıları hep çok beğenir…Yaz mevsiminin en güzel meyvelerinden kiraz, Yeşilli ilçesinde çok yetişir ve festivali yapılır, dedi .

Hemen o kirazlardan da yemeliyiz diyecektim ki sokakta arabada kırmız ve sarı kirazları gördüm. .Babam durun kirazları ben alıyorum dediyse de izin verilmedi. Lezzetli kirazlarımız yerken biraz da dinlenmiş olduk.

Daha sonra Nusaybin’e doğru yola çıktık. İlk durağımız Dara Harabeleri’ydi.. Mardin sıcağında harabedeki zindan buz gibi serin geldi. Bir süre sonra Nusaybin’e vardık. Bizi Ela adında bir öğrencisi karşıladı .Çok mutlu olmuşlardı bizleri ağırlayacakları için. Öğretmenimiz Öykü hemen balkona gitmelisin dedi.

Çok heycanlanmıştım..Balkona gidince gördüğüm manzara beni çok etkilemiş hemen “Anneee” diye seslenmiştim..Sesimi duyanlar hemen balkona geldiler. Adile öğretmenim, “Sanırım sizi neden buraya getirmek istediğimi anladınız değil mi?” dedi. Bu karşıda gördüğünüz Zeynelabidin Cami ve Türbesi ,yanında ki de Mor Yakup Manastırı . Buranın dünyanın ilk üniversitelerinden biri olduğunu söyledi. Mardin bir çok dinin yaşandığı, bir çok dilin konuşulduğu kadim bir kent. Cami ve kilisenin aynı bahçe içerisinde olması birlik ve beraberliğin  en güzel örneği dedi babam.. O kadar etkilenmiştik ki kısa bir sessizlik yaşandı o an. Sessizliği Ela’nın şu karşıda görülen evlerde Suriye biliyor musunuz demesiyle bozuldu. Çok şaşırdım evet Suriye ile komşu olduğumuzu biliyordum fakat evlerinin görülmesi beni çok şaşırtmıştı. Hatta hayvanları bile görebiliyorduk. Hemen fotğraf çekmeliydim. Ela’nın annesi bize çok güzel ikramlar hazırlamış ..Annem misafirperverlikleri için kendilerine çok teşekkür etti ve Mardin e doğru yola çıktık .

Hava kararmaya başlamış ,üzerime bir yorgunluk çökmüştü. Karşımızda Mardin’in kendisine hayran bırakan gerdanlık gibi görüntüsü vardı. Sadece bu görüntü için bile olsa Mardin, görülmeye değer dedim içimden.

Adile öğretmenin evine varınca ne kadar yorulduğumu yerden iki basamak yukarda taht dedikleri tahtadan yapılmış oturma yerine oturunca fark ettim. Yemek bile yiyemeden annemin dizinde yarın nereleri göreceğim acaba derken uyuyakalmışım…

143
Şanlıurfa

                        ŞANLIURFA

Güzel ülkemin çoğu şehirlerini gezmiş olmanın hem mutluluğu hem de tatlı bir yorgunluğu vardı üstümde.Ama istikametimizin Şanlıurfa olduğunu öğrenince o tatlı yorgunluğum eriyip gitti.Peygamberler şehri Şanlıurfa…İbrahim Tatlıses’in memleketi ,çiğ köftenin ve ciğerin ana vatanı.

Bizi otogarda Dilek Öğretmen ve öğrencileri karşıladı.Çok sıcak bir karşılama oldu.Şanlıurfa’nın sıcaklığı, insanların kalbine de aksetmiş diye düşündüm .Dilek Öğretmenim zamanımızın az ve gideceğimiz yerlerin birbirine uzak olduğunu ,bu nedenle planlı hareket etmemiz gerektiğini belirtti.

Gezimizin ilk durağı Balıklı Göl idi.Balıklı Göl çöl,  kuraklığının yaşandığı  bu yerde şehrin ortasında  vaha gibiydi.Dilek Öğretmen’in söylediğine göre kötü kalpli Kral Nemrut ,İbrahim peygamberin ölmesi için, alevi çok yükseklere ulaşan bir ateş yaktırmış. Yüce Allah ise, İbrahim Peygamber’in imdadına yetişerek, ateşin içindeki odunları birer balığa, ateşi de gül bahçesine dönüştürmüş.Bu nedenle herkes tarafından  Balıklı Göl’ün içindeki balıklar  kutsaL sayılıyor ve buraya gereken özen gösteriliyordu.

Balıklı Göl’den sonra Urfa Kalesi’ne çıktık. Kalenin üzerinde iki büyük sütun dikkatimi çekmişti.Merak ettiğimi hisseden Kerem , bu iki taş sütunun Hz. İbrahim ‘in  ateşe atılmasında Mancınık olarak kullanıldığı yer olduğunu söyledi.Kale’den sonra Hz.Eyyüp Peygamberin sabır makamı denilen bir yere gittik .Aksa, bu mekanın hikayesini anlatınca gözlerim doldu. Hikayeye göre Allah imtihan için çok zengin olan  Hz.Eyyüp Peygamber’in,önce malını ve hayvanlarını, sonra tüm evlâtlarını elinden alır.Fakat O, asla isyan etmez. ”Kahrın da hoş,lütfun da hoş.” diyerek yıllarca sabreder.Böylelikle sınavını tamamlayan Peygamberi Allah tekrar eski sağlıklı ,varlıklı günlerine kavuşturur.

Çok etkilendiğim Sabır Makamı’ndan sonra Harran ‘a doğru yola çıktık.Buradaki kadınların üzerindeki renkli,parlak, şıkır şıkır kıyafetler çok ilgimi çekti.Bu yöresel kıyafetlere fistan, aba ve zıbın gibi isimler verildiğini söyledi Melis. Harran’da en çok şaşırdığım şeylerden biri de Kubbe Evleri idi. Buranın yaz sıcağında serin, kış soğuğunda da ılık tutan evleri, insanoğlunun ilk yerleşim birimlerinden biriymiş.Hatta dünyanın ilk üniversitesi de bu topraklarda kurulmuş. Buradan ayrılıp Halfeti’ye gittik.Suların içinde kalan cami minaresi,etrafındaki taş evleri, tarlalarında kara gülleri ile Halfeti’ye hayran kaldık.Baraj üstünde yaptığımız feribot gezisi ise muhteşemdi. Bir köyün üzerinde yol almak ilginç bir duyguydu.

Bir güne sığdırdığımız Şanlıurfa gezisi en sevdiğiniz dondurmayı erimesin diye çabucak yemek gibi bir şeydi benim için.Çok beğendiğim ama vaktimiz kısa olduğu içinde çabucak bitirmek zorunda kaldığımız bir gezi.Nasılsa babamdan önümüzdeki yaza Urfa ziyareti sözünü almıştık.Adıyaman’a doğru yola çıkarken güzel gün için Dilek Öğretmen’ime ve Harran Atatürk İlkokulu öğrencilerine teşekkür edip vedalaştık.

145
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

            ÖYKÜ; BARIŞ VE HUZUR KENTİ ADIYAMAN’DA
Bugünkü yolculuğumuz bir zamanlar güçlü ve büyük bir medeniyet olarak bilinen Commagene Krallığı’nın merkezi Adıyaman’a idi. Adıyaman’da bizi Şehit Cem Özgül
İlkokulu’ndan Türkhan ve Zeynep öğretmen ile öğrencileri gezdirecek. Onlarla sözleştiğimiz gibi Demokrasi Parkı’nda buluşuyoruz. Bizi sıcacık kucaklıyor, “ Hoş
geldiniz” diyorlar. Bir kahvaltı salonuna gidiyoruz. Çok güzel bir kahvaltı sofrası bizi bekliyor. Kahvaltıda ismini bilmediğim ama tadını çok beğendiğim bir yiyeceğin ismini
soruyorum. ” Döğmeç” diyor, Zeynep öğretmen. Közlenmiş patlıcan,biber,domates ve sarımsak karıştırılarak yapılır. Yanında ayran çok iyi gider, diyor. Kahvaltı salonunun sahibi Kadir Amca bize Adıyaman isminin nereden geldiğini
anlattı. Efsaneye göre çok eskiden bu kentte putlara tapan bir kral varmış. Bu kralın yedi oğlu varmış. Bunlar babalarının inancını benimsemedikleri için birgün bütün putları
kırarlar. Babaları yedi oğlunu yakalatıp birer birer öldürtür. Halk yiğitlikleri ve  mertlikleri nedeniyle kahraman gözüyle baktığı bu kardeşlere “ Yedi Yaman “ adını verir. “Yedi Yaman “ adı zamanla Adıyaman olur. Kahta’ ya doğru yola çıkıyor fakat Samsat yoluna sapıyoruz. 10 km daha gittikten
sonra ülkemizde bulunan iki sahabeden biri olan, Peygamber efendimizle birlikte savaşlara, seferlere katılmış nadide insanlardan Saffan Bin Muattal Hazretlerinin türbesine varıyoruz. Medine ‘ yi terk edip Allah ‘ın dinini yaymak için buralara kadar gelmiş ve burada şehit düşmüştür.
Öğlen olmuştu ve acıkmıştık. Bir çiğ köfte salonuna gittik. Adıyaman’ a gelipte çiğ köfte yemeden gitmek olmazmış. Çiğ köfte, turşu ve buz gibi köpüklü bir ayran. Müthiş
bir lezzet şöleni. Üzerine de Adıyaman’ın ünlü tatlısı “ Şillik “ yedikten sonra gezimiz tekrar başlıyor.
Kahta ilçesinde bulunan Karakuş Tümülüs’üne geldiğimizde Elif bu Tümülüs ‘ ün M.Ö. 1. Yüzyılda Commagene Kralı 2. Mithridates tarafından annesi İsas için yaptırıldığını
söyledi. Arabaya binip tekrar yola çıktık. Biraz ilerlemiştik ki araba birden durdu. Önümüzü vücudunda ve başlarında zırh olan , elleri kılıçlı askerler kesti. Arabaya binip
beni kollarımdan tuttular. Bağırmaya çalıştım ama sesim çıkmadı. Arabadan indiğimizde yerlere kadar uzanan pelerin giymiş bir adamla karşılaştım.” Beni nereye
götürüyorsunuz?”, diye bağırdım.” Arsemia Kalesi ‘ ne götürüp tanrılara kurban edeceğiz.” dediler.Kaleye vardığımızda Herkül ‘ ü bir adamla kavga ederken gördüm. “
Yardım et Herkül! ” diye bağırdım. Yanımda oturan Aysu’nun “ Öykü, Öykü “ diye seslenen tatlı sesi ile uyandım. Arabada sallanırken içim geçmiş, uyuyakalmışım.
Cendere Köprüsü ‘ ne geliyoruz. Çok eski ve güzel bir köprü. Dört tarafında sütunlar varmış ama birisi yıkılmış. Neden yıkıldığını soruyorum, Arda cevap veriyor; “
Bu köprüyü 16. Roma Kralı Septimius Severus yaptırmış.Sütunlardan birini kendi adına
diğerini karısı Julia Domna adına diğer ikisinide oğulları Caracalla ve Geta adına diktirmiş. O ölünce taht kavgasına tutuşan Caracalla Geta ‘ yı öldürmüş ve onun sütununu
da yıktırmış”. Nihayet Nemrut Dağı ‘na gitme vakti geliyor. Eteğine kadar arabayla gidiyoruz. Güneşin doğuşunu izlemek için gece üçte çıkmak gerekiyormuş. Daha çok
vaktimiz var.Dağın eteğindeki otelde yemek yiyip biraz uyuyacağız. Yemekte neler yok ki; Adıyaman tavası, domatesli pilav, pirpirim cacığı, kavurmalı hıtap, peynir helvası…
Karnımızı doyurup uyumaya çekiliyoruz.Ben Melisle aynı odada kalıyorum. Gece üçte Zeynep öğretmen bizi uyandırıyor. Üzerimize giymek için montlar
getirmiş.Çünkü 2150 rakımlı Nemrut Dağı yaz aylarında bile çok soğuk oluyormuş. Tırmanmaya başlıyoruz.Bir iki kez tökezliyorum,Utku ve Alperen bana yardım ediyorlar.
Merdivenleri tırmanmamız bir saate yakın sürüyor. Az sonra güneş doğacakmış. İliklerimize kadar üşüyerek güneşin doğmasını bekliyoruz. Birden ufukta bir kızıllık
beliriveriyor. Güneş yavaş yavaş doğmaya başladı. Manzaranın güzelliğini kelimelerle anlatmak zor. Kıpkırmızı bir daire … Ortalık aydınlanınca o zamana kadar fark etmediğim heykeller hayretimi bir kat daha artırdı. CommageneKralı I.Antiochos iki bin yıl önce tanrılarına ve atalarına olan minnettarlığını göstermek için dağın doğu ve batı yakasındaki iki ayrı terasta gündoğumu ve gün batımı yönlerinde taştan heykeller
yaptırmış. Nemrut Dağı’ ndaki gezimizi tamamlayıp inişe geçtik. Dönerken yoldan Besni üzümü ve şeker sucuğu aldık.
Adıyaman ‘dan ayrılma vakti geldi çattı. Öğretmenlerimden ve arkadaşlarımdan ayrılırken damağımda çiğ köftenin harika tadı, kulağımda bir Adıyaman türküsü kalıyor;
_ Oy Amman amman amman
Burası Adıyaman…
Alem düşman kesilir,
Seni sevdiğim zaman…

147
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                 GAZİLER ŞEHRİ GAZİANTEP

        Adıyaman‘dan Gaziantep’e arabayla yaklaşık iki saatlik bir yolculuk yaptık. Gaziantep’e ulaştığımızda bizi şehrin girişinde karşılayan Beyhan öğretmen ve öğrencileri oldukça sıcak ve samimi davrandı. Kentini savunmak için seferber olan ecdadın torunlarıyla birlikte olmak heyecan vericiydi. En merak ettiğimiz konulardan biri şehrin ismiydi. Geçmişte ismi parlak pınar anlamına gelen Aynıtap, Ayıntap olarak söylenirken daha sonraları yörede yaşayanların şivesiyle Entap, Antep şeklini aldığını öğrenince çok şaşırdık.

Kurtuluş savasında gösterdiği kahramanlık nedeniyle gazilik unvanını alarak “Gaziantep” adını almış olan Gazi Şehir’e geldiğimizde sabah kahvaltısı için beyran çorbası, kuzu ciğer(cağırtlak) kebabı, bol kaymak ve çekilmiş antepfıstıklı katmer gibi oldukça çeşitli alternatiflerimiz olduğunu öğrendik. Dünyada ülkesinin ismiyle değil de  şehrinin ismiyle anılan tek mutfağın neden Gaziantep Mutfağı olduğunu şimdi anlıyorduk. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO), Gaziantep’i gastronomi alanında “Yaratıcı Şehirler Ağı”na dâhil etmesi elbette tesadüf değildi. Böyle bir şehri gezdikten sonra ilk anlatılması gerekenlerin de yemekleri olması kaçınılmaz oluyor.

Gaziantep gastronomi kültürünün en belirgin örneklerinin tatlı türleri olduğunu biliyorduk. Osmanlı mutfağına ait olan bu tür tatlılar zaman içerisinde Gaziantep’in adıyla özdeşleşmiş. Gaziantepli ustaların çabalarıyla özel yöntemler geliştirilerek bugünkü adıyla anılan “Antep Baklavası” ortaya çıkmış. İçerisinde kullanılan Antep fıstığı, yöresel sadeyağ ve un çeşidi bu tatlıların lezzetinin sırrı olmuş. Ayrıca baklava dışında, havuç dilimi baklava, şöbiyet, dolama, antepfıstıklı kadayıfın tadına bakmadan Gaziantep’ten ayrılmamamız gerektiğini öğrendik.

 

Yöresel ev yemeklerinden olan, bayram sabahlarının ve misafirlerin ağırlanmasında ana yemek olan yuvarlamanın, dolmaların, bol sarımsaklı ve sebzeli lahmacunun, mevsimine göre patlıcan, sarımsak, soğan, keme, yenidünya (Malta Eriği )kebaplarının tadına bakmadan dönmek olmaz tabi ki. Ayrıca Ali Nazik Kebabı‘nın tadını Gaziantep’ten başka hiç bir yerde bulamayacağınızı iddia etmek hiç de abartılı olmaz.

Dört beş bin yıllık geçmişe sahip olduğu bilinen Antep fıstığı yörenin isminden de anlaşılacağı üzere bir bahçe ürünü olup Gaziantep’in önemli bir ekonomi kaynağıymış. Lezzet, yağ oranı ve aroması itibariyle dünyadaki en güzel fıstık çeşidi olduğu malum. Ancak başta baklavacıların, kadayıfçıların tercih ettiği kuşgözü diye tanımlanan yeşil renkli fıstık en kıymetli olanıymış. Ayrıca adına ağaç altı denen erken olgunlaşıp ağaçtan yere düşen ağızları çatlak fıstığın da tadına doyum olmuyor.

Sadece Yemekleri, tatlıları ve fıstığı mı? Elbette hayır! Gaziantep’ te gezmeye ve görmeye değer ne kadar çok şey varmış meğer. Hangi birini sayacağımızı şaşırdığımız doğal ve tarihi nice güzellikler…

Kurtuluş Savaşı’nda verilen kahramanca mücadeleyi anlatan Şahinbey Savaş Müzesi insanı gerçekten o günlere götürüyor. Gaziantep’in tam merkezindeki tepede bulunan Gaziantep Kalesi ne zaman yapıldığı net bilinmese de çok önemli bir yapı. Kalenin yan sokağındaki Medusa Cam Eserler Müzesi ise Türkiye’deki ilk özel cam eser müzesiymiş. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bile söz edilen tarihi Naib Hamamı Gaziantep Kalesi’nin tam aşağısında kalıyor. Yorulduysanız tarihi Tahmis Kahvesi’ nde yöresel bir kahve olan Menengiç Kahvesini tatmanız mümkün. Ayrıca Aslen Selanik doğumlu olan Atatürk’ün, Türkiye’de resmi olarak nüfusa kayıtlı olduğu Bey Mahallesini gezebilir, 1500’lü yıllardan kalma müthiş taş evlerin arasında her yaştan insanın ilgisini çekebilecek Gaziantep Oyun ve Oyuncak Müzesi’ ne gidebilirsiniz.

2011’de açılan Zeugma Mozaik Müzesi dünyanın en büyük mozaik müzesi olarak açılmış. Müzeyi duymayanların bile gözüne ünlü “Çingene Kızı” mozaiği mutlaka bir yerlerde ilişmiştir. İslam Bilim Tarihi Müzesi ise İslam alimlerinin icatları ve bilim tarihine katkılarının interaktif anlatımlarla aktarıldığı ilginç bir alan. Türkiye’nin ilk mutfak müzesi olan Emine Göğüş Mutfak Müzesi’nde Gaziantep’in mutfak kültürüne dair her şeyi bulmak mümkün.

Yerel lezzetleri ve kültürü tatmak için Elmacı Pazarı’ nı da muhakkak görmek gerekiyor. Otantik ve nostaljik pazarda özellikle fıstık, ceviz gibi kuruyemişler, baharatlar, kurutulmuş neredeyse her sebze ve meyve, bakır cezveler ve sahanlar bulabilirsiniz. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ticari hayatın önemli bir parçası olan hanlar da görülmeye değer. Şıra Hanı, Tuz Hanı, Emir Ali Hanı, Anadolu Hanı, Kürkçü Hanı, Belediye Hanı, Elbeyli Hanı, Yeni Yüzükçü Hanı, Tütün Hanı, Hacı Ömer Hanı, Millet Hanı ve Yeni Han günümüze ulaşanlardan bazıları…

Eğitim merkezi olması amacıyla kurulmuş olan Botanik Bahçesi 2009 yılında açılmış. İlkokul, ortaokul ve lise öğrencileri başta olmak üzere bütün ziyaretçilere bölgenin ve Türkiye’nin bitki örtüsünü tanıtmakta oldukça başarılı. En geniş doğal alana sahip olmasıyla bilinen Gaziantep Hayvanat Bahçesi de son derece dikkat çekici ve eğitici alanlardan biri.

Fırat Nehri üzerinde tekne turu yaparak Rumkale’yi gezmek gerçekten büyüleyici. Dülük Antik Kenti, Mitras Tapınağı, Elif-Hisar-Hasanoğlu Anıt Mezarları ve nice görülmeye değer eserleri anlatarak bitirmek mümkün değil…

149
Kilis

                         ÖYKÜ KİLİS’TE

Gaziantep’ten sonraki durağımız Kilis’ti .Kilis’i görmek için can atıyordum. Leyla öğretmen ve 2 öğrencisiyle otogarda buluşma kararı aldık .Bir saat süren yolculuğumuzun ardından nihayet Kilis’e vardık. Leyla öğretmen ve öğrencileri olan Zeynep ve Seher bizi bekliyorlardı. Küçücük otogarda birbirimizi tanımamız zor olmadı. Birbirimize sarılıp tanıştıktan sonra Kilis gezimiz başlamıştı. İlk önce yol üzerinde gördüğümüz barajı merak ettiğim için oradan başlama kararı aldık. O barajın adı Seve barajıydı. Seve barajı büyük olmamasına rağmen etrafı insan doluydu. Hem piknik alanıydı hemde balık tutmak için uygun bir yerdi. Barajın etrafında biraz yürüdük resimler çektikten sonra gezimize devam etmeye başladık.  Burdan sonraki yolculuğumuz yol üstünde bulunan Söğütlüdere idi. Söğütlüdere harika doğal güzellikleri olan büyük bir alandı .Hava cok sıcak olduğu için insanlar buralara gezmeye geliyormuş. İçinde kocaman lüks bir restaurant vardı .  Restaurantı görünce acıktığımızı anladık .Kilis’in meşhur yemeklerini yemek için can atıyordum. Tabiki de en meşhur yemeği Kilis tavaydı. Sadece Kilis tava olmazdı tabiki de .Yanında meşhur tatlılarını yemeden de olmazdı. Ancak Kilis tava tek başına gelmedi. Yanında oruk kebabı, bastırma adında et yemekleri de gelmişti. Kokusu bile doymaza yetiyordu. Yemekler enfesti. Bu tatları unutamayacağım. Ardından cennet çamuru ve katmer adında tatlıları da geldi. Tatlıların hem tadı hem görüntüleri harikaydı. Bu tatları sanırım hiç unutamayacağım. Karnımızı da doyurduktan sonra gezimize devam edelim. Artık Kilis merkezi gezme vaktiydi. Kilis çarşısı çok küçük olmasına rağmen çok kalabalıktı. Çarşısına şöyle bir göz attıktan sonra camilerini, müzesini ve Kilis evini görmek istiyordum. Cami sayısı çok fazlaydı ve çok eski tarihi bir yapıya sahipti. Bunlardan en ünlü camisi Ulu camiydi. Ardından Tekke camisi, Akcurun camisi ve Hacı Cümbüş’tü. İçine girdiğimizde gerçekten eski yapılar olmasına rağmen harika görüntüleri vardı. Aklımda çok güzel görüntüler yer etti. Camilerden sonra Kilis evlerini görmemek olmazdı. Eski Kilis evleri 3 bölümden oluşmaktadır. Bunlar ; avlu, oda ve mağaradan oluşmaktadır. Eski zamanda insanlar evlerde daha kalabalık yaşadıkları için evler geniş ve çok odalıydı. Kilis’in en eski evi olan Tarihi Neşet Efendi konağıydı .Bu konak müze olarak kullanılmaktadır. Bunun gibi çok konak varmış .Bu konaklardan bazıları restaurant olarak kullanılmaktadır. Neşet Efendi Konağı ise müze olarak kullanılmaktaydı. Müzeyi mutlaka görmemiz lazımdı. Leyla öğretmen bizi müzeye götürdü. Müze daha önce yandığı için yeniden inşa edilmiş. Saatleri gezmek için uygundu. İçine doğru yol aldık. 2 katlı olan bu müze sanki gerçek yaşam alanıymış gibiydi. Mutfağında yemek yapan kadın heykelleri adeta gerçek gibiydi. Mutfak eşyaları görünce çok şaşırdım. Eşyalar bizim evdekilere benzemiyordu. Şaşkınlıkla eşyaları inceledim. Ardından oturma odasında kahve dağıtan kız sanki gerçekten ikram ediyor gibiydi. Oturdukları eşyalar bizimkine benzemiyordu. Bu müzeye hayran kaldım . Çünkü her şey gerçek gibiydi ama bizim eşyalara benzemiyordu. Müzenin kapanma saati yaklaşmıştı. Artık çıkma vaktiydi. Leyla öğretmen burdan sonra Ravanda Kalesine gideceğimizi söyledi. Bu kale Kilis’in ilçesi olan Polateli’ndeydi. Polateli merkeze çok yakın olduğundan hemen varmıştık. Kale yüksek bir tepeye kurulmuştu. Nerdeyse her yer görünüyordu. Ancak kazı çalışması yapılmadığından pek bilgi sahibi olamadık. Polateli’ne gelmişken diğer ilçesi  olan Musabeyli’ne de gitmeden olmazdi. İlçeler birbirine çok yakındı ve dağların eteklerine kurulmuştu. Musabeyli ilçesinde Ağcakent Ören yeri olan eski bir köy vardı. Burada kazı çalışmaları yapılmış ve Bizans döneminden kaldığı ortaya çıkmış. Musabeyli ilçesi de çok küçüktü. Nüfusu da azdı. Leyla öğretmen köyünün buraya yakın olduğunu söyledi Oradan köyü olan Mağaracık’a doğru yol aldık. Yolda giderken zeytin ağaçları ,üzüm bağları ve fıstık ağaçları da gördüm. İnsanların geçim kaynağıymış. Ayrıca Suriye sınır hattını da böylece görmüş olduk. Bazı yerleri duvarken bazı yerleri tel örgüydü. Birkaç ay öncesine kadar burada bir savaş vardı. Savaşın izleri yavaş yavaş geçiyordu. Köye giderken birçok köyde görmüş oldum. Temiz havası bol yeşilliği de yorgunluğumu belli ediyordu. Köye varmak üzereydik. Çok heyecanlıydım. Çünkü orada diğer öğrenciler bekliyordu. Ayrıca köy hayatını da merak ediyordum. Uzun sürmedi köye geldik. Diğer arkadaşlarım bana heyecanlı ve meraklı gözlerle bakıyordu. Tek tek tanıştık. Ayrıca bizim için çok güzel yemekler hazırlanmıştı. Lebeni çorbası ,içli köfte ,semirsek de bu köyde yapılan ünlü yemekleriymiş. Tatları çok güzeldi. Leyla öğretmen yemeğimizi yedikten sonra önce köyü gezeceğimizi arından Hisar Çamlığı Tabiat Parkına gideceğimizi söyledi .Önce köyü gezdik. Köyde her şey çok güzeldi .Zeytin ağaçları, üzümler, incirler, biber, nohut oldukça fazlaydı. Bazılarını sattıklarını  bazılarını da yediklerini söylediler. Köy Suriye sınırına çok yakındı. Çocuklar bana uçakların nasıl bombaladığını anlattı. Sanırım o kötü günler geçmişti. Korkuları yok olmuştu. Hayat normale dönmüştü. Buradan Hatay’a gitmemizin daha yakın olduğunu söylediler. Kilis gezimizin yavaş yavaş sonuna geliyorduk. Kilis bende güzel anılar ve tatlar bıraktı. Her şey çok güzeldi. Değişik ortamlar insanlar hayatlar tanıdım. Ama gitme vaktiydi artık. Leyla öğretmenden Yasemin öğretmene bolca selamları da alarak Hatay’a doğru yolculuk başlıyordu. HOŞÇAKAL KİLİS…

151
Hatay

             ÖYKÜ MEDENİYETLER ŞEHRİ HATAY’DA

Kilis’ten Hatay’a yol aldık. Yasemin öğretmen ve öğrencileri ile İskenderun Anıt Meydanı’nda buluşacaktık. Sabırsızlık içinde onlarla tanışmayı bekliyordum. Hatay’ın doğal güzelliklerini, tarihi yerlerini, kültürel değerlerini, zengin ve özgün mutfağıyla da  gastronomi şehri olduğunu duymuştum. Gastronomi yemekten anlama,yemek bilimi, iyi yemek sanatı anlamına geliyordu.

İskenderun’un masmavi  denizi birdenbire gözümü aldı. İskenderun sahili yemyeşildi ve huzur veriyordu. Anıt Meydanı’nda Akdeniz’in mavi sularına gözlerim dalmışken tatlı bir ses duyuldu, içten bir gülümsemeyle.

-Hoş geldin Öykücüğüm, dedi Yasemin öğretmen ve sarıldık.Tek tek öğrencileriyle tanıştım.Hepsi de çok heyecanlılardı.Öğrenciler burada görülmesi gereken bir çok yer olduğunu, birçok kültürün birlikte, kardeşçe, barış içinde yaşadığını bu sebeple Hatay’a “Medeniyetler Şehri” dendiğini söylediler.

Biraz dinlendikten sonra Hatay’ın turistik ilçesi Arsuz’da , Arsuz Çayı’nın kenarında kahvaltımızı yaptık.Kahvaltı çok güzeldi. Biberli ekmek, sürk, nar ekşisi ile hazırlanan zeytin salatası, zahter salatası, tereyağında peynir kızartması daha neler neler vardı…

Deniz kenarında biraz yürüyüş yaptık ve Hatay’ın gizli cenneti olan Meryem Ana Havuzu’na gittik.Engin dağlar arasında, çam ağaçlarıyla kaplı muhteşem bir yerdi.

Yasemin öğretmen sonraki gün için gezi ayarladığını ve yoldan geldiğimiz için dinlenmemiz gerektiğini söyledi. O gün Yasemin öğretmenin öğrencisi Zeynep’in evinde misafir olduk. Böylelikle Hatay’daki arkadaşlarımın yaşadığı yeri de görmüş olacaktım.

Nesrin Hanım, bizi çok güzel bir şekilde ağırladı.Harika bir akşam yemeği hazırlamıştı.Yaptığı yemekleri bir bir tanıttı.Babaganüç, humus, içli köfte, oruk, muhammara, mütebbel, kağıt kebabı ..Karnımız iyice doymuştu. Nesrin Hanım yemekten sonra künefe hazırladı ve

-Hatay’a kadar gelip de künefe yemeden olmaz, dedi gülümseyerek. Künefenin içindeki peynir iyice erimiş kadayıfı ise kızarmıştı. Peynir ve kadayıf bu kadar güzel bütünleşemezdi.

Zeynep bana arkadaşlarını ve yaşadığı yeri anlattıktan sonra uyuduk ve sabah erkenden kalktık. Evlerinin denize bakan terasında kahvaltımızı yaptık. Yasemin öğretmenin tüm öğrencileri toplanıp yanıma geldi ve  okullarını bana göstermek istediler.Pirinçlik Büyükdere İlkokulu’na gittik. Çok şirin, iki katlı küçük bir okuldu. Okulu gezdik, bahçesinde eğlenirken  Yasemin öğretmen geldi.

-Hazır mıyız Öykücüğüm. Bugün sana Hatay’ı gezdireceğiz, dedi.

Bir minibüs kiralanmıştı. Annem ve babamı alıp yola koyulduk. Rehberimiz Yasemin öğretmendi. Amik Ovası da tepeden harika görünüyordu. Antakya’ya vardığımızda Asi Nehri’ni gördük.İlk olarak içinde ayakkabıcıların, sarrafların, baharatçıların, peynircilerin, fırıncıların, bakırcıların, camilerin, çeşmelerin bulunduğu Uzun Çarşı’yı gezdik. Sonraki durağımız ise Hristiyanlığın Anadolu’da yayılmasını sağlayan ve dünyanın ilk mağara kilisesi olan St. Pierre Kilisesi’ydi.Oradan Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine 7. Yüzyılda inşa edilen ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde en eski cami olan Habib-i Neccar Camii’yi gezdik. Ardından dünyanın ikinci mozaik koleksiyonu olan Antakya Arkeoloji Müzesi’ni gördükten sonra Harbiye Şelaleleri’nde  molamızı verdik ve öğle yemeğimizi yedik, her yer defne ağaçlarıyla doluydu.Zaten burada defne sabunları da meşhurdu.Şelalenin sesi kulağa çok hoş geliyordu, yemyeşil doğası, kuş sesleri bir harikaydı.

Ermeni köyü olan Vakıflı Köyü, ardından kitaplara konu olan 2000-3000 yaşlarında olduğuna inanılan koca gövdesiyle dünyanın en yaşlı ağacı  olan Musa Ağacı’nın bulunduğu Hıdırbey Köyü’nü gezdik.Samandağ ilçesinde bulunan tamamen el yapımı antik mühendisliğin anıtsal örneği olan Titus Tüneli’ni de gördükten sonra dönüş yolunda Belen’de bulunan Bakras Kalesi’ne geçtik. Karnımızda çok acıkmıştı Belen’e özgü harika bir yemek yedik.Belen tava. Yeşillikler arasında Reyhanlı ilçesinde bulunan Yenişehir Gölü’nü gezmeye vaktimiz yetmedi. Geç olmuştu ve çok yorulduk. Oranında tuzda tavuğu meşhurmuş.

Yasemin öğretmenim ve öğrencileriyle harika bir gezi oldu.Akşam Yasemin öğretmenin evinde kalacağımız için öğrencilerle vedalaştım.

Ertesi sabah Yasemin öğretmenim ile birlikte Payas Kalesi, İssos Harabeleri ve Erzin Kaplıcaları’nı gezdik ve Erzin Termal Tesisleri’nde kaldık.Sabah erken Yasemin öğretmenimle de vedalaştık.Bu güzel gezi için teşekkür ederek tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla farklı olan  medeniyetler şehri Hatay’dan ayrıldık,  portakal ve limon  bahçelerinin arasından Osmaniye’ye doğru yola koyulduk.

153
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                      Öykü Osmaniye’de

Osmaniye otagarına girince heyecanım arttı. Duygu öğretmen öğrencileri Yağmur ve Eylül beni bekliyorlardı. Otobüs peronda durdu. Sırt çantamı alarak yolcularla birlikte otobüsten indim. Duygu öğretmen ‘Cebelibereket’e hoş geldin Öykü.’ dedi. Çok şaşırdım .’ Ben Osmaniye’ye gelecektim. Yanlış mı geldim?’dedim. Duygu öğretmen ‘Yok doğru geldin. Cebelibereket Osmaniye’nin eski adı’ dedi.’ Bunlar öğrencilerim Yağmur ve Eylül. ‘diyerek öğrencileri ile tanıştırdı. Osmaniye’yi gezmeye hazır mısın? diye sordu. Gezimize başlamadan Osmaniye simidi ve Osmaniye kömbesi ile bir kahvaltı yapalım dedi. Yanında taze sıkılmışmış portakal suyu ile güzel bir kahvaltı yaptık .Artık gezimize başlayabilirdik. İlk durağımız Masal Park’tı. Arabaya binip Masal Park’a doğru hareket ettik. Eğlenceli bir zaman geçirdikten sonra Kent Müzesi’ne

geçtik. Oradan da Osmaniye Korkutata Üniversitesi Oyuncak Müzesini gezdik .Daha önce hiç görmediğim eski oyuncaklarla ilginç bir zaman yolculuğu yaptık. Toprakkale ilçesine doğru giderek ilçeye adını veren Toprakkale’yi gezdik Duygu öğretmenin memleketi olan Kadirli ilçesine doğru yola çıktık.Yolda Kastabala Antik kentini gördük. Ordan Kırmıtlı Kuş Cenneti’ni gezdik. Karetepe ye geçip Aslantaş Açık Hava Müzesini gezdik. Kadirli’ye geldiğimizde acıktığımı hissetmeye başlarken Duygu öğretmen acıktınız mı? diye sordu. şimdi Kadirli’nin meşhur sucuk ekmeğini yiğeceğiz diyerk bizi sucukçuya götürdü. Nefis bir yemekten sonra gezimize Ala cami ile devam ettik. Oradan Sumbas’taki Taş Köprü’yü gezdik. Düziçi ilçesine doğru hareket ettik. Sabun Şelalesini daha sonra da Haruniye kaplıcalarını gezdik artık gezimiz son buluyordu. Harika bir günün ardında ayrılık vakti gelmişti. Osmaniye’yi duygu öğretmen ve öğrencilerini tanımaktan çok mutlu

olmuştum. Otogara geldiğimizde hüzün iyice çökmüştü vedalaşıp bir sonraki durağım olan Hatay’a hareket etmek için otobüsteki yerimi aldım. Teşekkürler Duygu öğretmen, Eylül, Yağmur ;teşekkürler Osmaniye

155
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                         Kaharamahmaraş

Bugünki rotamız Kahramanmaraş.Zeynep Öğretmen ile madalyalı kavşakta buluşmak üzere sözleştik. Otobüs bizi o güzel madalyanın olduğu yerde indirdi. Babam,’’Burası Kurtuluş Savaşı’nda düşmanı kendi imkanları ile yenen bir şehir kızım. Üstün başarılarından ötürü İstiklal Madalyası’nı almaya hak kazandılar. Ayrıca kahraman ismi de burdan geliyor.’’diye açıklama yaptı. Ve nihayet Zeynep Öğretmen ile buluştuk,kucaklaştık.Kahvaltımızı yaptıktan sonra Kapalı Çarşı’ya gittik. Ahşap oymacılığı, bakırcılık, dericilik, hatta semercilik…çeşit çeşit unutulmaya yüz tutmuş mesleklerin belki de son ustaları bu çarşıdaydılar.Biraz daha yukarı çıkınca ise gözlerimiz kamaştı. Işıl ışıl kuyumcu vitrinleri çok ilgimi çekti. ‘’Ne kadar da renkli bir şehir’’diye mırıldandım. Burada insanların birbirlerine ‘’Ede’’diye hitap ettiğini fark ettim. Meğer kardeş gibi bir anlamı varmış.Kapalı çarşıdan çıkmadan minik ahşap oyma sandıklardan ve bakır kahve fincanlarından aldık ve biriktirdiğim anıları bu sandığa koymaya karar verdim. Biraz yürüyünce Ulu Camii ve kaleyi gördüm.Karşıda Fransız bayrağı dalgalanıyor diye Cuma namazını kılmamış ve hücum etmişler kaleye.Bu şehir bu ismi gerçekten hak etmiş diye düşünürken kalenin alt tarafında yazan ‘’Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz’’yazısı dikkatimi çekti.Bir kez daha bu milletin evladı olmakla gurur duydum.Yürümek bizi epey yormuş ve acıktırmıştı ama Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden Sütçü İmam türbesini ziyaret ettikten sonra yemeğe gideceğimizi öğrendim.Bu sırada acıktığımı fark eden Zeynep Öğretmen öğrencilerine bir şeyler söyledi ve bana yemek saatine kadar açlığımı bastıracak tarhana isminde bir yiyecek verdiler.İlk başta çok sert geldi bana, neredeyse dişimi kırıyordum. Ama yedikçe o kadar hoşuma gittiki anlatamam.Dövme,yoğurt ve kekik varmış içinde. Hem kuru hem ıslak yenebiliyor hatta çorbası da yapılıyormuş.Türbede duamızı okuduktan sonra yemek yemeye gittik. Hayatımda ilk kez duyduğum bir yemek ismi daha:’’Eli böğründe.’’ Bu ismi unutmamak için hemen bir kağıda yazdım ve sandığımın içine koydum. Önce ekşili çorbamızı içtik ardından ağzımızın yanmasına aldırmadan yemeğimizi afiyetle yedik.Ve dört gözle beklediğim dondurmaya sıra geldi. O nasıl bir lezzet…Gerçekten tadı bugüne kadar yediğim dondurmalardan çok farklıydı.Hava kararmaya başlamıştı.Tepeden tüm şehre hakim görüntüsü ile ışıl ışıl bir cami gördüm.Abdülhamithan Camii Türkiye’nin 3.büyük camisiymiş.Evde çay eşliğinde sohbetimize devam ettik.Çayın yanında cevizli sucuk ve bastık yedik.Bunlar pekmezden yapılan doğal tatlılar.Tatlı sohbetimize K.Maraş’ın Afşin ilçesinde yer alan Ashab-ı Kehf diğer adıyla Yedi Uyurlar’ın hikayesi ile devam ettik.Bir mağarada yüzyıllarca uyuyan 7 arkadaşın hikayesi…Oldukça ilginçti doğrusu.Vakit olsa görmeyi çok isterdim.

Hoşçakal Edeler diyarı…Hoşçakal Kahramanmaraş…

157
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

        TÜM RENKLERİ BARINDIRAN ŞEHİR; KAYSERİ

Bugün gezmek görmek için can attığım şehirlerden birindeyiz yine. İlknur öğretmen ile Atlı Meydan’da buluşmak üzere anlaştık ve şanlı Atatürk heykelinin bulunduğu o meydanda dikkatimizi çeken diğer tarihi yapı ise Kayseri Kalesi oldu. Devasa surlarıyla şehrin merkezinde sanki “tarihi yaşatmakla “görevliydi. O sırada beni uzun süredir tanıyormuş gibi samimi bir gülümsemeyle gelen İlknur öğretmen ve öğrencilerinin misafirperver sarılmalarıyla yine yuvamızda gibi hissettik kendimizi. Sonra düşündüm al bayrağımızı “Zaten onun olduğu her şehir yuvam değil midir?” diye geçti aklımdan.

Birlikte güzel bir kahvaltıdan sonra şehir merkezinde bulunan bize tarihimizi anlatan yapıları gezmek için yola koyulduk. Yoğun trafik, korna sesi ve betonlar arasında kalmıştı bu yapılar. Hunat Hatun Külliyesi, Döner Kümbet… Öyle üzüldüm ki. Babam da aynı duyguda olacak ki biran göz göze geldik. Gülümsedi. Ardından şarkılara bile konu olmuş “Gesi Bağları”na doğru yola çıktık. Tek katlı bahçe içinde yeşillenmiş Bağ evleri harika görünüyordu. Burada Ağırnas köyünde bulunan Mimar Sinan’ın evini gezdik taştan yapılmış içindeki her eşya ile eski zamanların izlerini taşıyan sade bir evdi burası. Kayseri’de bulunan Kurşunlu Camii’yi Mimar Sinan kendi şehrine hediye olarak yapmıştı, etkilendim. Büyüyünce ben de böyle güzel bir eser bırakmak istediğimi düşündüm.

Buradaki gezimiz bittiğinde karnımız da acıkmıştı. Bu yörenin ünlü yemeklerinden mantı ve pastırmanın leziz mi leziz olduğu bir lokantada karnımızı doyurduk. Yemek sırasında bazı öğrencilerin aralarında “heç” kelimesini çok kullandıklarını fark edip yanımda oturan arkadaşım Arif’e sordum o da soru eki olarak kullanıldığını yani “bize gelecek misin?” yerine “bize geleceksiz heç.” dediklerini söyledi. Garip geldi ama hoşuma da gitti.

Şimdi sıra tabi ki kış turizminde kayak yapılabilen Erciyes Dağı’na gitmeye gelmişti. Önce teleferik ile dağın zirvesine çıktık ardından kızak alarak doyasıya eğlendik. Dorukları sisle kaplı olan dağ kartpostal gibi görünüyordu.

Kayseri kurak bir yer olmasına rağmen Sultan Sazlığı adı verilen yüzeyi sazlıklarla kaplı olan bir gölde birçok kuş türü olduğunu öğrendik ve oraya gitmek için yola koyulduk. Sazlıkların içinde yapılan ahşap yolda yürüdük. İçimden “Benim güzel ülkem.” diye geçirirken üstümüzden kuş sürüsü geçti ve onlara kurbağa sesleri de eşlik etti. Eskiden gölün daha büyük olduğu günden güne suların çekildiğini duymak bizi oldukça üzdü.

Akşam olmuştu oysa Hacer Ormanları, Yedigöller ve Kapuzbaşı Şelalelerini duyduğumda öyle çok heyecanlanmıştım ki. Sözleştik İlknur öğretmen ile bir diğer buluşmamızda safari turu ile bu doğal güzelliklerimizin hepsini gezeceğiz. Şimdi yola koyulma vakti gelmişti, her şehrimizden aldığım gibi güzel anıları heybeme atıp çıkıyorduk yola.

Hoşça kal güzel şehir, hoşça kalın arkadaşlarım.

159
81 il Bir Hikaye by Elif - Ourboox.com

                           ÖYKÜ NEVŞEHİR’DE

Kayseri’den sonraki durağım Nevşehir’di. Nevşehir’i görecek olmak beni heyecanlandırıyordu. Daha önce hep kitaplardan ve televizyon programlarından görmüştüm. Nevşehir’de bizi Esin öğretmen ve öğrencileri karşıladı. Ellerinde ‘Hoş Geldin Öykü’ yazılı bir afiş ve kızların yüzlerinde benim fotoğrafımdan yaptıkları maskeler vardı. Çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Sarıldık. Esin Öğretmen bana, ‘Kapadokya bölgesine Dünyanın sekizinci harikası deniyor biliyor musun’ dedi. Kayalara oyularak yapılmış evlerin, kiliselerin masal dünyasını andıran görüntüsü, vadi yamaçlarından inen sel sularının ve rüzgârların tüflerden oluşan yapıyı aşındırmasıyla oluşmasından dolayı peri bacaları eşsiz güzelliğiyle, gerçekten de Dünya’nın sekizinci harikası olmayı hak ediyordu.

Yolculuğumuz başlamıştı. İlk durağımız Esin öğretmenin görev yeri olan Derinkuyu ilçesiydi. Derinkuyu’ya geldiğimizde Yeraltı Şehrinin oraya gittik.8 katlı olan yeraltı şehrinin açılmamış 11 katı daha olduğu söyleniyordu. Mağaranın içinde izleyebileceğimiz yolu gösteren okları takip ederek aşağıya doğru indik. Odalardan geçerek yerin derinliklerinde gezdik. Derinkuyu’dan ayrılırken, Esin Öğretmenin öğrencileri bana Derinkuyu’nun meşhur kuru fasulyesinden , patatesinden  ve el yapımı Derinkuyu bez bebeklerinden hediye ettiler.

Derinkuyu’dan sonra Nevşehir şehir merkezine geldik. Burada ilk olarak yaklaşık üç yıl önce, kentsel dönüşüm çalışmaları sırasında bulunan ve 600 bin metrekarelik alanıyla dünyanın en büyüğü olma özelliğini taşıdığı bilinen yeraltı şehrini gördük. Henüz kazılar devam etmekte olduğundan açılmamıştı. Yeraltı şehrinden aşağıya indiğimizde Nevşehir tarihinin bir bölümünü oluşturan Damat İbrahim Paşa külliyesine geldik. Bu külliye Damat İbrahim Paşa tarafından oluşturulmuş ve günümüze kadar gelmiş. Külliyeyi gezerken içindeki cami, medrese, imaret, hamam ve kervansarayı da gördük. Külliyenin medresesi günümüzde kütüphane olarak kullanılıyormuş.

Nevşehir’den çıktıktan sonra merkeze 5 km uzaklıkta bulanan Uçhisar Kalesine geldik. Kale, manzarasıyla meşhurmuş. Peri bacalarının ve vadilerin eşsiz görüntüsü beni büyülemişti.

Sıradaki durağımız Göreme’ydi. Esin öğretmen gezmeden önce burada Nevşehir’in meşhur testi kebabını yiyeceğimizi söyledi. Hep beraber restoranta gittik. Garson, kebaplarımızı servis ederken bizlerden birer dilek tutmamızı istedi. Şaşırmıştım. Dileğimi tuttum ve sonra garson elindeki testiyi çekiçle kırarak bize kebaplarımızı servis etti. Avanos ilçesinden getirilen özel boğumlu testilerde pişirilen bu kebap damaklarımızda unutulmaz bir tat bırakmıştı. Esin Öğretmen Nevşehir’in testi kebabından başka tarhana, Nevşehir tavası, Nevşehir simidi ve kabak çekirdeği gibi yöresel yiyeceklerinin de olduğunu söyledi.

Yemeğimizi yedikten sonra Esin Öğretmen bana dönüp Öykücüm sana bir sürprizimiz var, Kapadokya’yı sana balonla gezdireceğiz dedi. Çok mutlu olmuştum. Hep birlikte balona bindik. Yerden yaklaşık bin metre yüksekte olmanın heyecanı ile seyre daldık Kapadokya’yı. Balon ile başta Aşk Vadisi olmak üzere Ürgüp ve Göreme’de bulunan eşsiz güzellikteki Peri Bacalarını kuşbakışı görmek beni çok mutlu etti.

Balondan indikten sonra aracımıza binip Avanos ilçesine gittik. Burası çanak çömlek yapımıyla ün kazanmış çok şirin bir ilçeydi. Hep beraber çanak çömlek atölyelerini gezdik, yapımlarını izledik . Kızılırmak Nehri de bu ilçeden geçiyormuş. Beraber buranın meşhur Sallanan Asma Köprüsüne bindik. Köprüden karşıya geçerken köprü sallandığı için çok eğlendik.

Nevşehir insanın ömründe mutlaka en az bir kez gelmesi ve gezip görmesi gereken bir yerdi gerçekten. Esin Öğretmen, zamanımız kısıtlı olduğu için Kozaklı ilçesinde bulunan kaplıcaları ve Hacıbektaş ilçesinde bulunan Hacı Bektaş-i Veli Müzesi’ne inşallah bir dahaki geldiğinde gideriz Öykücüm dedi.

Gün batarken veda vakti gelmişti. Esin Öğretmen ve öğrencilerine her şey için teşekkür ettim. Onlar da, geldiğim için çok mutlu olduklarını ve tekrar gelmemi istediklerini söyleyip bana sarıldılar. Vedalaştık. Nevşehir ‘de güzel dostluklar kazanarak Aksaray ‘a doğru yola koyuldum.

161
Aksaray

                 ÖYKÜ ŞEHR-İ SÜLEHA’DA

Nevşehir’den Aksaray’a doğru yola çıkarken Esin öğretmen beni orada Mevlüdiye öğretmen ve öğrencilerinin sabırsızlıkla beklediğini söylemişti.Eğlenceli Nevşehir gezimizin ardından beni nelerin beklediğini düşünürken dalmışım.Birden duyduğum seslerle irkildim.Havlama sesinden köpek olduğunu zannederken araba yaklaştıkça kocaman kafası olan değişik bir hayvanla karşılaştım.Rüyadayım sanırım diye düşünmeye başlamışken babamın “Hay maşallah!” sesiyle kendime geldim.Babam bizi karşılayanlar arasında Aksaray’ın ünlü köpeği olan Malaklı köpeğinin  de olduğunu söyledi. Bu köpek diğer köpeklerden farklıdır. Daha iridir. Kocaman kafası vardır, dedi.Evliya Çelebi’nin de Seyehatnamesi’nde Anadolu’da bir beyaz aslan gördüm, diyerek diğer köpeklerden farklı bir köpek olduğunu anlattığını söyleyerek merakımı giderdi.

Merakla biraz da korkarak anneme doğru yöneldiğimde annem gülümseyerek “Yolculuğumuz bitti.” dedi.

Mevlüdiye öğretmen ve öğrencilerinin bir kısmı arabadan inmeden bizi tanımıştı, el sallıyorlardı.Bütün sevecenlikleriyle ve gülümsemeleriyle bizi karşıladılar.Bu arada karnım acıkmış olmalı ki burnuma ekmek kokuları gelmeye başlamıştı. Mevlüdiye öğretmen somun ekmeklerimizin kokusunu almışsınızdır. Kokuları takip ederek yolculuğumuza başlayalım, dedi.Kahvaltı için Kılıçarslan Parkı’na gittiğimizi, Selçuklu hükümdarı II.Kılıçarslan’ın heykelini göstererek  burayı askeri üs olarak kullandığını, zafer kutlamalarını buradan başlattığını anlattı.Arabamız yeşilliklerle ve güzel kokularla dolu bir yerde durdu.Sofrayı gördüğümde hangisinden yiyeceğimi şaşırdım.Taze yufka, peynir,pekmez, tereyağı, sıkma ve birçok reçel çeşidi vardı.Karnımızı bir güzel doyurduktan sonra çayımızı içmek için seyir terasına çıktık.Aksaray’ı tepeden seyrettik.Oradan Ervah Kabristanlığı’na doğru yola çıktığımızı öğrendim. Öğretmenimiz yedi bin alimin burada yer aldığından bahsedildiğini,o yüzden buraya Salihler Yurdu anlamına gelen Şehr-i Süleha denildiğini söyledi.Ervah’a girişte o kadar güzel bir koku vardı ki içim ferahladı. Saatlerce burada kalabilirdim. İnsanların hüzünlü olduğu dönemlerde buraya gelerek huzur bulduğunu öğrendim. Somuncu Baba filminden buraları tanıyordum ama bu şekilde insan daha çok etkileniyormuş.Somuncu Baba’nın hayatını anlatan minyatürlerden oluşan müzeyi gördükten sonra çarşıya doğru yola çıktık.

Aksaray Kültürevi’ni gezerek Aksaray yöresine ait geleneksel kıyafetler,eşyalar ve eski Aksaray evlerindeki yaşamdan kesitler olduğunu gördük.Oradan  Kızıl Minare olarak da bilinen Eğri Minare’ye gittik. Minareye eğriliğinden dolayı halk tarafından Eğri Minare adının verildiğini,tuğlalarının renginden dolayı da Kızıl Minare olarak tanındığını öğrendim.

Buradan yürüyerek büyükçe bir meydana geldik.Muhteşem mimarisi,giriş kapısı ve içindeki işlemelerle Ulu Cami’yi gezdik.Öğretmenimiz bizim için bir sürpriz hazırlandığını bunun için de Zinciriye Medresesi’ne gideceğimizi söyledi. Orada belediye tarafından bizim için özel hazırlanan orta oyununu seyrederken çok eğlendik.Arabaya binerken öğretmenimiz Ihlara’ya doğru hareket ettiğimizi söyledi.Kavşaktaki at heykelleri dikkatimi çekti.Mevlüdiye öğretmenimiz güzel atlar diyarı olan Kapadokya’nın buradan başladığını belirtti.Atların yetiştirilirken neler yapıldığını ve Romalıların atları yarışlarda kullandığından bahsederken Selime’ye geldiğimizi söyledi.Selime’deki kazı alanları ve katedralleri gezerek Ihlara Vadisi’ne ulaştık.Basamakları gördüğümde nasıl ineceğimi düşünürken vadinin muhteşem büyüsüyle birden kendimi aşağıda buldum.Oradaki kiliseleri gezdik.Ayaklarımızı çıkarıp suya girerek oturduk.Çok eğlenmiştim.Akan suyun ortasında kurulmuş çardaklara oturup muhteşem kokusuyla Aksaray tavası ve somun ekmeğini yedik.Ihlara Vadisi çıkışında buranın kaplıcalarının meşhur olduğunu öğrendik. İlk fırsatta annem buraya gelmemizin eklem ağrılarına çok iyi geleceğini söyledi.

Öğretmeniz karşımızda heybetiyle duran Hasandağı’nı göstererek bir de zirveye çıkalım, dedi.Hasandağı’nın sönmüş bir volkanik dağ olduğunu buradan akan tüflerle birçok şeyin oluştuğunu öğrendik.Yolda Helvadere’nin meşhur suyundan içtik.Hava çok sıcak olduğu için dağın belirli bir yerine kadar çıkabildik.Tam o sırada arkadaşlarımızdan birinin dedesi bizi serinleten kar ve pekmez karışımından yapılan karsambaçları getirerek imdadımızı yetişti. Arkadaşlarımla kim daha önce bitirecek diye yarış yaparak afiyetle yedik.İnerken Taşpınar kasabasına uğradık.Orada insanların ilmek ilmek dokuduğu Taşpınar halılarını gördük. Hepsi birbirinden güzeldi ve hepsinin bir hikayesi vardı.

Dönüşte mavi bir okulun bahçesine girdik.Burası Aksaray’da bizi misafir eden arkadaşlarımızın okulu Yavuz Sultan Selim İlkokuluymuş.24 tane birbirinden tatlı arkadaşım daha olmuştu. 3/B sınıfıyla burada vedalaşarak akşamı geçirmek için öğretmenimizin evine gittik.Yemekten sonra annemler Kültürpark’ta çaylarını içerken öğretmenimiz Aksaray’ın gezilecek daha çok yeri olduğunu söyledi.Birçok han olduğunu,  en önemlilerinin Sultanhanı olduğunu, buranın Selçuklu Devleti zamanında yolculara hizmet verdiğini anlattı.Ayrıca Güzelyurt’taki yer altı şehirlerinden ve Yunus Emre Türbesi’nden de bahsetti.Dinlerken ne kadar çok yorulduğumu hissettim. Bunun etkisiyle olsa gerek ki annemin kucağında tatlı bir uykuya dalmışım.

Ne kadar şanslı bir çocuktum.Her yerde olduğu gibi Aksaray’da da heybemi birçok güzel insan,anılar ve mutlulukla doldurarak ayrılıyordum. Arkadaşlarıma gezdiğimiz yerleri,yaşadıklarımı anlatmak için sabırsızlanıyordum. Memlekete dönme zamanı gelmişti. Mevlüdiye öğretmenimize teşekkür ederek ve el sallayarak yola koyulduk.

163
Konya

ÖYKÜ KONYA‟DA
Yola çıkalı yaklaşık 1 saat olmuştu.İçimde memleketime kavuşmanın arzusu vardı.Yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu.Bu duygularla uyuya kalmışım. Annemin seslenişi ile uyandım. Artık Selçuklu‟nun başkenti Konya‟daydım.
Bugün arkadaşlarımızla ve öğretmenlerimizle planladığımız Konya turu gezimiz vardı. Kararlaştırdığımız gibi Mevlana Türbesi önünde buluştuk. Mevlüt öğretmenimi ve arkadaşlarımı çok özlemiştim. Öğretmenlerimle ve arkadaşlarımla hasret giderdim. Annem ve babamla ayrılıp gezimize başladık.
Gezimizin ilk durağı olan Mevlana Müzesi‟ni gezmeye başladık.Müzede dünyanın farklı ülkelerinden gelen turistleri görünce, Mevlana‟nın “Gel, ne olursan ol, yine gel” sözünü hatırladım.
Arafa öğretmenim, müze hakkında bize bilgi verdi. Mevlana Müzesi, Konya‟da bulunan eskiden Mevlana Celaleddin-i Rumi‟nin dergahı olan bir yapıymış. Daha sonra burası müze haline getirilmiş.Mevlana Müzesi, içerisinde bir çok tarihi eserler barındırmaktaymış. Gerçekten de burada huzurun ve mutluluğun yoğun olduğu manevi bir ortam var.Bunları ziyaretçilerin yüzlerinden de anlayabiliyorsunuz.
Bu güzellikleri bırakarak Alaeddin Tepesi‟ne doğru yürümeye başladık.Necip öğretmenim, Alaeddin Tepesi ve Camisi hakkında bilgiler verdi. Alaeddin Camisi, Anadolu Selçuklu Devleti‟nin en büyük ve en önemli eserlerinden birisiymiş.Bu cami Şehrin merkezinde bulunan Alaeddin Tepesi üzerinde inşa edilmiş.Caminin giriş kapısındaki yıldız dikkatimi çekti. Necip öğretmenim, o yıldızın Selçuklu Devleti‟nin orijinal yıldızı olduğunu söyledi. Caminin iç mimarisinin, ahşap işletmeciliğinin usta örneklerinden biri olduğunu söyledi. Caminin bazı bölümleri hiç çivi kullanılmadan yapılmış. Buna çok şaşırmıştım.
Camiden çıkıp, Dünya‟nın en büyük dönel kavşağının olduğu tepeden inerek, yeşilliklerin ve rengarenk çiçeklerin arasından geçip İnce Minare Müzesi‟ne gittik.
Bülent öğretmenim, İnce Minare Müzesi hakkında bize bilgiler verdi.İnce Minare, hadis ilmi öğretilmek için Selçuklular tarafından yapılmış. Şu an müze olarak kullanılmaktaymış. Bu müzede Selçukluların sembolü çift başlı kartal ve kanatlı melek figürleri varmış. Müze içerisindeki eserleri de gezdik.
Vakit epey ilerlemişti ve biz çok acıkmıştık. Mevlüt öğretmenim, öğle yemeğinde etliekmek yiyeceğimizi söyleyince çok sevindim. Çünkü etliekmeği çok özlemiştim.Konya‟nın meşhur bir mekanında etliekmeklerimizi yedik.
Tarihi çok eskilere dayanan Sille‟ye doğru yola çıktık. Yaklaşık 15-20 dakika sonra Sille‟ye vardık. Mevlüt öğretmenim, buranın çok eski dönemlerin kral yolu üzerinde bulunduğu için büyük önem taşıdığını söyledi. Sille‟de birçok cami, kilise,hamam ve mağara bulunmaktaymış. Buraları da gezdikten sonra Akyokuş Tepesi‟ne doğru yola çıktık.
şehrin bütün güzelliklerini bir bütün olarak bu tepeden izlemek çok büyüleyiciydi. Güneşin batışıyla birlikte şehir ayrı bir güzelliğe bürünmüştü. Tam gezimiz bitti derken, Mevlüt öğretmenim bizi bir düğüne götüreceğini söyledi. Okul müdürümüz Yücel Dağ‟ın oğlunun düğünü varmış bugün. Hep birlikte düğün yerine gittik. Gençlerin kaşık oyunları hepimiz büyülemişti. Daha sonra Konya‟nın meşhur düğün yemeğini yedik. Daha sonra evlerimize gittik
Bugün de Konya‟nın güzelliklerinden bazılarını gezmiştim. Ve 81 günlük gezilerim sonucunda heybemi bir çok güzelliklerle doldurdum

165

 FİNAL HİKAYESi

81 ili gezme hayalim bir yarıĢma ile gerçek olmuĢtu. Cennet ülkemin her yerinde ayrı bir güzellik görmüĢtüm. Öğretmenlerimizin rehberliğinde ülkemizin tarihi, kültürel özelliklerini tanıdım. Misafirperver insanlarımızın sofralarına konuk oldum. En güzel dostları bu gezi sayesinde edindim. Gezilerimin bana kazandırdığı en önemli Ģey, güzel yurdumun dünyanın baĢka hiçbir yerinde olamayacak kadar farklı Ģekillerdeki güzelliklerinin farkına varmam oldu. Karadeniz‟de orman denize sarılıp güneĢe darılırken; Doğu Anadolu bölgesinde Van Denizi sırtını, Filistan Ovası‟nda, Süphan Dağı‟nın kucağına koyuyordu. Kapadokya‟da çamur, insan elinden dile gelirken; Pamukkale‟de suyun içindeki mineraller dağları boyuyordu. Boy boy olmuĢ Safran çiçekleri ise sadece Safranbolu‟da toprağı süslüyordu. Yaradan “Ol” diyor ve insanlık var oluyordu yeryüzünde ama önce güzel Anadolumda. Göbeklitepe‟nin dokuz bin yıl önceki varlığı yeni bulunuyordu Urfa‟da. Bir yandan da Zongalık diyarında hayat kömürle baĢlıyor, grizuyla duruyordu. Artvin „in sarp dağlarında tepelerde ağaç bitmiyor ama Anadolu insanının yüreğinden sevgi, misafirperverlik ve vefa fıĢkırıyordu. Anadolu, Zeugma müzesindeki “Çingene Kızı “mozaiği misali renk renkti bu diyarlarda. Doğa bazen halaya duruyor, bazen horon tepiyor, bazen de zeybek oynuyordu. Türk milleti, gözyaĢı ve atalarımızın kanları ile yoğrulmuĢ bu toprakları hiçbir Ģey karĢılığında feda etmiyor ve koruyordu. Her dilden, her dinden insan yaĢıyordu bu kadim Anadolu topraklarında. Ve her Ģeye rağmen hep insanlık kazanıyordu. Çünkü bizler “Ne olursan ol, gene gel” düsturuyla büyümüĢ bir neslin evlatlarıyız. Üç yanımız denizle çevrili olsa da bazen bozkırlarımızda yanarız ama yine de ayağa kalkar ve deriz ki “NE MUTLU TÜRKÜM DĠYENE!” Çünkü doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle, tek, bir ve de özel olan coğrafyamızda yaĢayan en Ģanslı nesilleriz…

166
167
This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

Ad Remove Ads [X]
Skip to content