KKTC
Bilim Şenliğimizin olduğu gün hepimiz çok heyecanlanmıştık. Tüm etkinliklerimizi ve projemizi sergileyerek Bilim Şenliğimiz tamamlamıştık. Farklı kültürleri bu ülkeler hakkında tüm misafirlerimizin de ilgisini çekmişti. O günün tüm heyecanını ve yorgunluğunuzu üzerimizden atmak için öğretmenimizle birlikte Anamur’da güzel ve yüksek bir yaylaya çıkıp sakin, dingin ve huzur içinde Akdeniz’i izliyorduk. İçimizden bir arkadaşımızın karşıda denizin diğer ucunda görünen dağların neresi olduğunu sormasıyla bizim maceramız da başlamış oldu.
Öğretmenimiz görünen bu dağların Kıbrıs’ın Beşparmak Dağları olduğunu söylemişti. Hepimiz hayretler içinde öğretmenimizi dinliyorduk.
Kıbrıs adasının bu kadar yakın olacağını hayal bile etmemiştik. Biz öğretmenimizin anlattıklarını can kulağıyla dinlerken bir arkadaşımız Akdeniz’in masmavi denizine bakıp iç geçirerek “Akdeniz’e bir yolculuğa çıksak ne güzel olurdu öğretmenim.” demişti. Hepimiz biran aynı şeyi düşünmüştük. Öğretmenimiz bir süre sessiz kalıp düşündükten sonra “Evet çocuklar o zaman Akdeniz’e Yolculuk başlasın!” demesi üzerine mutluluktan havalara uçmuştuk. Ertesi gün hiç vakit kaybetmeden gerekli izin işlemlerimizi yaptırdık. Tüm işlemlerimiz tamamlanınca da Akdeniz turumuza başlamıştık…
İlk olarak feribotla Kıbrıs’a doğru yola çıkmıştık. Denizi izlerken Akdeniz’in güzelliğine de hayran olmamak elde değildi. Yol boyunca bizi nelerin beklediğini düşünüp durmuştuk. Denizin sakinliği ve huzuru içerisinde Girne’ye varmıştık.
. Buradan denizin diğer tarafına baktığımızda ise bizi bu maceraya sürükleyen Anamur’un yaylalarını görebiliyorduk.
Kuzey Kıbrıs’ın kalbi olarak bilinen, görkemli kalbi kendine hayran bırakan, turistlerin akın ettiği Harbour İskelesi ile birlikte Bellapais Manastırı , İkon Müzesi gibi muhteşem tarihi güzellikleri olan Girne turumuzu tamamladıktan sonra bu gece kalacağımız otelimize yerleşmiştik. Hepimiz ertesi gün göreceğimiz yerlerin sabırsızlığı içinde bir önce uyuyup uyanmak istiyorduk.
Sabah olunca kahvaltımızı yaptıktan sonra gezimiz için yola koyulmuştuk. İlk gezeceğimiz yer Lefkoşa idi. Adanın iç kesimlerinde yer alan Lefkoşa, adanın gelişmiş şehriymiş. Öğretmenimiz Lefkoşa’nın hem güneydeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin başkenti olduğunu söylemişti. Hepimiz çok şaşırmıştık. Bir şehir iki devletin de başkenti olabiliyormuş. Sonra sıra ile Girne Kapısı ‘ nı, Venedik Sütunu’ nu, Barbarlık Müzesi ‘ ni, Selimiye Camii’s ini, Bedesten Aziz Nikolas Kilisesi’ ni, Büyük Hanı ‘yı ve Lefkoşa Surları nı gezmiştik.
Son olarak da adanın doğusundaki güzel şehir Gazimagusa’yı da gezip gördükten sonra Kuzey Kıbrıs gezimizi tamamlamıştık.
Tüm bu gezimiz sırasında Kıbrıs’ın o muhteşem yemeklerinden de tatmıştık. Yöresel yemeklerden en çok beğendiklerimiz ise şunlardı: Şeftali Kebabı, Pilavuna, Molehiya, Pirohu, macun tatlısı Gullurikya, Şamişi ve Ekmek Kadayıfı.
Bu eşsiz güzellikteki adanın gezemediğimiz çok daha fazla doğal güzellikleri ve tarihi mekânları vardı ancak biz Akdeniz Yolculuğumuza devam etmek için maceramızın ilk noktası olan bu güzel adadan ne yazık ki ayrılmak zorunda kalmıştık.
MISIR
Uzun bir yolculuktan sonra Akdeniz Yolculuğumuzun ikinci durağı olan Mısır Arap Cumhuriyeti’ne nihayet gelebilmiştik. Bizi yolcu otobüsümüze binerek Mısır maceramıza hazırlanıyortık. Öğretmenimiz Mısır’da çok sorgu tarihi ve doğal güzellik olduğunu belirtmişti. O mesaj daha önce resimlerden alınmadan piramitler aklımıza gelmişti. Piramitlerin bulunduğu ülke olan Mısır’ı gezmek hepimizi çok heyecanlandırmıştı. Öğretmenimiz Mısır ülkesinin Kuzey Afrika ve Orta Doğu arasında konumunda konumunda, üst sıradaki büyük ülkesi ve gerçek hayata dönüştüğünü öğrenmek ile çok önemli tarihi bir müze olduğunu söylemişti. Gerçekten de öyleydi nereye baksak çok eski yaşamış uygarlıklara aitler, tapınaklar, camiiler, kiliseler, lahitler görmüştük. Sanki bir rüyanın içinde büyülenmiştik.
Kahire’deki ilk durağımız muhteşem kurulum, akıl almaz gizemi ve bilimi ile dünyanın yedi harikasından biri olan Piramitler idi. Hepsi birbirinden farklı olan çok sayıda piramitlerin Kahire, Saqqara ve Dahshur fotoğrafları üzerinde ve her şehirdeki piramitlerin tarihinin farklı olduğunu öğrenmiştik. Kahire’den ayrılmadan önce Kahire’nin ünlü müzesi olan Mısır Müzesi’ni ziyaret ettik . Kahire’ye kadar gelip de Mısır’ın ünlü yemeklerinden yememek olmazdı. Mısır’ın en beğendiğimiz yemeklerinden kategorilerdi: Kushari, FulMademes, Ta’meya ve Mulukhina. Kahire’deki ilk günümüzün sonuna gelmiştik ve bu geceyi geçireceğimiz otelimize yerleşmiştik. Gördüklerimiz bizi çok etkilemişti uykuya dalmadan önce çok sayıda uygarlığın, kültürün, inancın ve o dönemdeki eşsiz bilim ve mimarinin bir araya gelmesi ile oluşan bu doğal müzenin önemini bir kez daha anlamıştık.
Sabah uyanır uyanmaz yeni göreceğimiz yerlerin heyecanı ile yolculuğumuza İskenderiye şehriyle devam etmiştik. Burası şehrin ekonomisine büyük yardım sağlayan şehirdi. İskenderiye Kütüphanesi ise bu zamana kadar masajımız en büyük kütüphanelerdi. Port Said Limanı ve deniz fenerlerini gezmek, Kızıldeniz üzerinde bulunan Şarm El-Şeyh dünyanın farklı yerlerinden gelen ve su vermeta olan turistleri izlemek, Asvan ve Luksor’da Nil Nehri nde felucca tekneleriyle gezintiye çıkmak Mısır yolculuğumuzun unutulmaz anları bizim için.
Tarihi, bilimi, doğal güzellikleri, sanatı ve turizmi farklı medeniyetlerle yoğurulmuş piramitler ülkesinde daha çok gezip göreceğimiz yerler vardı. Ancak Akdeniz Yolculuğumuz için bir diğer durağımıza gitme vaktimiz gelmişti ve nihayetinde Mısır’dan ayrılarak Fas’a doğru yola çıkmıştık.
FAS
Halen gizemini koruyan piramitleri tarifimiz Mısır gezimiz sonrası otantik ülkeler seyahatimize devam ederek Kuzey Afrika ülkesi Fas’a doğru yolculuğumuza başlamıştık.
Öğretmenimiz aslında Fas’ın bir Afrika ülkesi gerçeğe dönüşebileceğine göre kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan Avrupa’ya olan diğer Afrika ülkelerinden alıntı yaptığını söylemişti. Ülke adının Türkçe’de Fas olarak adlandırılmasının nedeni ise Osmanlı döneminde kullanılan feslerin fesin üretilmesinden sonra verildiğini açıklamıştı.
Afrika kıtasının kuzeybatı ucunda yer alan Fas’ın Atlas Okyanusu’ndan başlayıp Akdeniz’de son bulan uzun bir sahil şeridine sahip olduğunu ve Fas’ın resmi dilinin Arapça da bu gezimiz öğrenmek öğrenmiştik.
Krallıkla yönetilen Fas’ta ilk durağımız başkent Rabat idi. Rabat’ta ilk olarak görkemli ve yalnız olarak haberi Hassan Kulesi’ni ziyaret etmiştik. Sonrasında ise mavi şehre yani Şafşavan ‘a hareket ederek adeta bir masal ifade bulmuştuk.
Sonra Unesco Dünya Mirası bulunan Volubilis ‘te Roman döneminden kalma mozaikleri incelemiş, daha sonra da yine Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan Meknes ‘ i gezmiştik. Bab Mansoour (Mansur Kapısı) ‘dan devam ederek Fes şehrine ulaşmıştık.
Fez-El-Bali (Eski Fes)’de dünyanın en eski tabakhanelerine sahip deri tabaklayan esnafları ve boyacıları görmüştük.
Endülüs bölgesini de gezmiştik. Fes’de halen eğitime devam eden ve dünyanın en eski üniversitesi olan Karaviyyin (Al-Karaouine) Üniversitesi’ne uğramış ve Kraliyet Sarayı gezisiyle günümüzü tamamlamıştık
Daha sonra Kazablanka’ya doğru hareket etmiştik. Kazablanka’da dünyanın en uzun minaresine sahip olan Hassan II Camii’sini ziyaret etmiştik.
Marakeş’te ise Atlas Dağları’nın karla kaplı zirvelerinin büyüsüne kapılmıştık. Şehrin labirenti andıran dar sokakları, hayal edilen her şeyin satıldığı dükkanları ve safran kokusuyla bizi sanki masal diyarına sürüklemişti. Jemaa El-Fna (Sonsuzluk) Meydanı ise adeta tam bir panayır yeri idi. Ardından Majorelle Bahçeleri ile turumuza devam etmiştik.
Fas’a gitmişken Sahra Çölü’nde yıldızların altında sabahlamak, çölün ortasında gün doğumunu izlemek ve devasa çölde develer ile gezinti yapmak bizim için inanılmaz deneyimlerdi. Sahra Çölü’nün incecik kumlarla kaplı tepelerinde yaptığımız safari turumuz ise paha biçilemezdi.
Fas’ta genellikle 2 katlı ve tam ortasında minik bir avlu ile havuzdan oluşan geleneksel ev olarak adlandırılan Riad’ler bulunmaktaymış ve biz de bu evlerde kalmıştık.
Zengin bir mutfağa sahip olan Fas’ın konik kaplı güveç kâselerde etli ve sebzeli pişen en meşhur yemeği Tajin’i tatma şansı bulmuştuk. Bizim için mucizeler ülkesi olan Fas, geçmiş ile gelecek arasında bir köprü olan esrarengiz bir ülkeydi. Ne yazık ki Fas’taki gezimiz burada bitmiş ve ayrılma zamanımız gelmişti.
İSPANYA
Fas’taki gezimizin ardından yeni durağımız İspanya’ya gitmek üzere Tanca’da bekleyen feribota binerek Cadiz’e yolculuğumuz başlamıştı. Cebeli Tarık Boğazı’ndan geçerek İspanya’nın güneybatısında bulunan ve bir liman şehri olan Cadiz’e ulaşmıştık.
Cadiz’den de Cordoba’ya geçmiştik. Cordoba’dan size kocaman bir Hola! İlginç mimarisi, görkemli tarihi, beyaz boyalı duvarları ve kıvrım kıvrım sokaklarıyla tam bir masallar şehriydi Cordoba. Cordoba’daki gezimize Kurtuba Camii’nden başlamıştık. Kurtuba Camii’nin temelini 785 yılında Endülüs İslam Devleti’nin kurucusu I.Abdurrahman atmış ancak 1523 yılında İspanyolların işgali sonrasında bu güzel camiinin sütunlarının bir kısmı yıkılmış.Daha sonra bu cami kiliseye çevrilmiş şu anda Cordoba Katedrali olarak adlandırılan bu yapı 1234 yıldır ayaktaymış.İslamiyetin izlerini gördüğümüz
bu şehirden ayrılarak İspanya’nın başkentine doğru yola çıkmıştık.
Madrid’e vardığımızda değişik lezzetler tatmak için güzel bir restorana oturmuştuk. Garsona “Madrid’te ne yiyebiliriz?” diye sorduğumuzda garson “Et ve nohut yahnisi olarak bilinen Cocido Madrileno ve tatlı olarak da kızartılmış hamurdan yapılan Churros yiyebilirsiniz.” demişti. İspanya’ya ait olan bu lezzetleri tattıktan sonra Madrid’in kalbinde tarihi bir yer olan Plaza Mayor (Mayor Meydanı)’u gezmiştik. Gezimiz sırasında bu meydanda uzun yıllar boğa güreşleri, şövalye turnuvaları ve dramatik gösteriler yapıldığını öğrenmiştik. Daha sonra Madrid’in gezilip görülmesi gereken yerlerinden biri olan Prado Müzesi’ni ziyaret etmiştik. Bu müzenin dünya sanatçılarının eserlerine ev sahipliği yapıyor olması bizleri çok şaşırtmıştı.
Sonraki durağımız ise Valencia idi. Valencia’da ilk önce Llotja de la Seda mimarisini gezmiştik. UNESCO Dünya Miraslar Listesi’nde yer alan Llotja de la Seda’nın portakal ağaçlarıyla çevrili bahçesinde muhteşem zamanlar geçirmiştik. İspanya’da meşhur olan Paella yedikten sonra sıra Santiago Calatrava tarafından tasarlanan Bilim ve Sanat Merkezine gelmişti. Sadece İspanya’nın değil tüm dünyanın ilgisini çeken farklı ve modern bir mimariye sahip olan bu merkez, hepimizi oldukça büyülemişti
El Hamra Sarayı’nı ziyaret etmek için Gırnata ‘ya doğru yola çıkmıştık. El Hamra Sarayı milattan sonra 889 yılında ilk olarak kale şeklinde inşa edilmiş ve Büyük İslam devletlerinden biri olan Endülüs Devleti zamanında yapılan bir saraymış. Yahya Kemal Beyatlı İspanya’da elçilikte 1929’da El Hamra Sarayı ile kaleme yazısında yazmıştır:
Biz de içini gezmiş ve kulelerine çıkmıştık. Barcelona adeta ayaklarımızın altındaydı. Artık bu güzel, hamilelik ve tarihi ülkeden ayrılma vaktimiz gelmiş ve yeni rotamız Fransa’ya gitmek üzere yola çıkmıştık.
İspanya’daki oğlum durağımız olan Barcelona ‘dayız. Eşsiz yapısıyla tam bir Avrupa şehri olan ve İber Yarımadası’nda bulunan Barselona; mimari, tarihi, sanat eserleri ve eğlence hayatıyla aynı zamanda ünlü sanat oyunları aynı zamanda unutulmaz bir şehirdi. Barcelona’nın simgesi olan, futbola ilgisi olmayanların bile ismini duyduğu Nou Camp Stadyumu ‘ na uğramadan gitmek olmazdı. Bu stadyum 99354 kişilik kapasiteseye sahip devasa bir alandı. Ardından Sagrada Familia Bazilikası ‘nı gezmek Üzere yola çıkmıştık.Buraya ilk geldiğimizde gözlerimizi bu yapıdan alamamıştık. Gaudi’nin en önemli eserlerinden olan bu kilise, 19. yüzyılda inşa edilmiş henüz henüz
bitmediğini ancak gezilebildiğini öğrenmiştik. Biz de içini gezmiş ve kulelerine çıkmıştık. Barcelona adeta ayaklarımızın altındaydı. Artık bu güzel, hamilelik ve tarihi ülkeden ayrılma vaktimiz gelmiş ve yeni rotamız Fransa’ya gitmek üzere yola çıkmıştık.
FRANSA
Fransa Orly havalimanında uçaktan inmiş, etrafımıza bakıyorduk şaşkınlıkla. Fransa`nın Büyüleyici şehri Olan Paris `i gezmek Için ilk durağımız tabii ki Eyfel Kulesi IDI. Fransa`nın sembolü haline gelen Eyfel Kulesi yani Demir Kule’yi turistler de bizim gibi çok seviyormuş. Çok güzel olan bu kule ile birkaç fotoğraf çekildikten sonra Louvre Müzesi ‘ne gitmiştik. Müzenin dışı o kadar büyüleyiciydi ki içeri girmek istememiştik. Ancak müzenin içine girince dışı kadar güzel oldugunu fark etmiştik. Her yer tarih kokan eşyalarla doluydu. Meşhur Mona Lisa Tablosu’nu görebilmiştik. Gerçekten çok güzeldi.
Müze turumuzdan sonra çok yorulmuş bir halde Design Hotel Secret’e gelmiştik. Otel ve manzarası o kadar güzeldi ki hemen içeri girip odalarımıza yerleşmiştik. Yarın gezeceğimiz değişik yerlerin hayali ile uykuya dalmıştık.
Sabah kalkıp kahvaltımızı yaparak yola koyulmuştuk. Yaklaşık 3 saat sonra Versailles taşıdıtik. Buradaki ilk durağımız ise Versay Sarayı idi. Saray gerçekten çok güzeldi, her yeri yemyeşildi ve ortasında bir tane heykel vardı. Versay Sarayı aslında Fransız şatosuymuş ancak günümüzde müze olarak kullanılıyormuş.
Sonraki durağımız ise Burgonya Bölgesi idi. Birçok üzüm bağları olan bu bölge harika görünüyordu. Bu üzüm bağlarından elde edilen üzümler şarap yapımında kullanılıyormuş.
Yine yaklaşık 3 bir yolculuktan sonra Saint-Pierre dolu gelmiştik. Burada aktif bir yanardağ olduğunu öğrenince çok şaşırmış ve hemen oraya gitmek istemiştik. Çünkü ilk defa aktif olan bir yanardağ görecektik. Pelee Dağı çok büyük ve çok güzel bir yanardağdı. Pelee dağı gezintimizden sonra Fransa’daki gezi turumuzu tamamlamış ve otelimize geri dönmüştük. Fransa’dan ayrılacağımız için çok özülmüştük.
MONACO
When we reached Monte Carlo Heliport we noticed that it is one of the glamorous pieces of land on the planet. We could see a wonderful scenery, with its deep blue sea, graceful palm trees, and vibrant flowers.
Our teacher told us that Monaco is a tiny royal princedom on the French Riviera which was established in 1297.
First we visited Monte Carlo, which is the district with the special atmosphere with breathtaking seaside views . There were many fashionable shopping streets, such as the Avenue de la Costa with its luxury boutiques where we could buy some souvenirs.
Then the teacher took us to the Prince’s Palace of Monaco which is high above the sea on the picturesque peninsula of Le Rocher. The Palace is home to the oldest monarchy in the world. It was built in the 13th century as a fortress and renovated throughout the centuries and transformed into a
luxurious palace. There we could see the Changing of the Guard ceremony which was conducted by trained guards and accompanied by the orchestra of military brass band musicians. We got astonished by the
Our next destination was the Oceanographic Museum which lies 90 meters above sea level. This is one of the world’s oldest aquariums. It has world-renowned exhibits of marine science and oceanography. The guide told us that it contains rare species of fish and marine life in magnificent shapes and colors. There is also a Turtle Island and a Touch Tank where we could feel a sea urchin, stroke a starfish, or hold a baby shark.
After visiting the Oceanographic museum we felt tired and hungry so we decided to go to the legendary restaurant restaurant, which offers Mediterranean cuisine prepared with the freshest local ingredients served on a terrace overlooking the sea. We ordered: Barbajuan (is a cheesy, crunchy,
crispy fritter stuffed with ricotta cheese and Swiss chard with a filling including onion, rice,
leeks, spinach, and Parmesan cheese), Pissaladière ( an appetizing dish, which looked like a pizza with black olives, caramelized onions, and anchovies) and Socca (A delicious pancake made of flour, olive oil, chopped onions, as well as herbs like rosemary. It was sprinkled with salt and pepper). Our teacher ordered Bouillabaisse – A Popular Fish Stew of Monaco, which consists of three fish varieties, namely sea robin, European conger, and red rascasse with aromatic spices and herbs and seasoned with rouille sauce (breadcrumbs, olive oil, cayenne pepper, garlic, and saffron). For dessert we took Galapian which is a sweet-tart, made with a batter of egg whites, almonds, cherries, and cantaloupe, brushed with a honey glaze. We spent a really nice afternoon at the restaurant and enjoyed the tastes of Monaco traditional dishes.
After the dinner we went to the exquisite Princess Grace Rose Garden which was created by Prince Rainier III as a tribute to his wife Princess Grace.
It was so huge that we unfortunately we were not able to see the whole garden. What caught our attention was a lot of palm trees, varieties of roses. (Each rose has an identifying QR code). We Spent there 2 hours relaxing on the park benches or going for a stroll around the grounds. Pleasant footpaths allowed us to explore this charming place The Rose Garden is maintained using eco-friendly practices and has been awarded the label of “Ecological Garden.”
Then we wanted to explore Jardin Exotique which is the Exotic Garden with flourishing vegetation and hypnotizing views of the sea, tropical plants .were told that the gardens contains a remarkable variety of species from Africa ,Latin America , the United States and Mexico. The Exotic Garden also has an Observatory Cave which was once inhabited by prehistoric humans.
Then we visited the Anthropology Museum in the gardens which has a collection of coins and ornamental objects from the pre-Roman and Roman periods. It was great.
The final destination of our trip in Monaco was Eze . It is one of the most delightful village with its medieval charm and stunning coastal views. This picture-perfect little town is perched on a hill high above the Mediterranean Sea, overlooking the Cap-Ferrat peninsula. We took a stroll through the town’s winding cobblestone streets which led us to a 12th-century church, art galleries, boutiques, and pleasant cafés in courtyards. There we bought souvenirs, tea, some cakes.
We really enjoyed our trip to Monaco.
İTALYA
Yaklaşık bir yolculuk bir yolculuğumuzun ardından nihayet Milano ‘ya gelebilmiştik. Çok merak ettiğimiz ülkelerden birisiydi. Çizmeye benzemesi ile herkesin bildiği İtalya’yı biz bu proje ile iki gün gezebilme fırsatını yakalamıştık.
Milano’daki ilk durağımız Duomo di Milano idi. Yapımı yaklaşık 500 yıl sürmüş, düşünebiliyor musunuz tam 500 yıl… Milano’nun önemli dini yerlerinden biriymiş. Mimari yapı ile çok büyük ve gösterişli bir yapı. Binanın resim gerçekten çok hayran kalmamak.
Sonraki durağımız ise Sforzesco Şatosu idi. Bu şatonun yapımı da tam 200 yıl sürmüş. Şato o kadar büyük ki içinde 10’a yakın müze ve Bohemya papazının heykeli bulunuyormuş. Halk tarafından bu heykelin yapıları selden koruduğuna inanılırmış.
Satoyu gezdikten Sonra gezimize biraz mola verip Dinlenmek göster hem de İtalya’nın o meşhur yemeklerini tatmak istemiştik.İtalya’ya Kadar gelip de bir pizza yememek OLMAZDI. İtalya pizzaları o kadar güzeldi ki tadı damağımızda kalmıştı. İtalya’nın kahve si de meşhurmuş, onu da İtalya’ya gelince öğrenmiştik. Gerçekten çok farklı bir kahvesi varmış, çok beğenmiştik.
Yemek molamızdan sonra gezimize Leonardo da Vinci Bilim ve Teknoloji Müzesi ile devam etmiştik. Tabi proje sorumlumuz Yasemin Hoca olunca gezi rotamıza mutlaka bilim ile ilgili bir yer eklememiz gerekiyordu, şaka şaka. Bu müzeyi gerçekten merak ettiğimiz için eklemiştik planımıza. Müzede her türlü vardı; fizik, optik, astronomi, sinema ve fotoğraf benim aklımda kalanlardan kalabilirdi. Bizi girişte karşılayan lokomotif, tekne ve denizaltı çok büyüleyiciydi.
Sonraki rotamız ise doğası ve çevresi ile bizi büyüleyen Como Gölü idi. Merkeze biraz uzak ama göl çok güzeldi. Göl Alp Dağlarının eteğinde, tam 146 hacarelik alana yayılan ve ters Y şeklinde bir gölmüş. Gölün bakışı buzul çağına kadar dayanıyormuş. Como Gölü’ndeki gezintimizden sonra gezimizin ilk gününü tamamlayıp otelimize dönmüştük.
Gezimizdeki ikinci gün sabahın ilk ışıklarıyla başlamıştı. Hiç vakit kaybetmeden Roma için yola koyulmuştuk. Milano ile Roma arası yaklaşık bir uçak yolculuğundan sonra şehir Roma’ya ulaşabilmiştik.
Roma’daki ilk noktamız tabii ki Kolezyum idi. Yüksekliği tam 188 metreymiş, görün bu kadar büyük bir yapıyıce çok şaşırmıştık. Eski öğrenilebilir gladyatör denilen kelime dövüş yaptığına göre Kolezyum. Kolezyum’a insanlar bu dövüşleri izlemeye gelirmiş.
Sonraki durağımız ise Roma Forumu olmuştu. Dünyanın en büyük arkeolojik alanlarından birisiymiş burası.
Eskiden burada ticaret yapılır, pazar alanı olarak kullanılır ve aynı zamanda hukuk işleri yapılır. Aslında bir nevi imparatorluğun merkezi sayılırmış burası. İçinde çok fazla tapak varmış.
Forum’dan sonraki rotamız ise Trevi Çeşmesi idi. Aşk Çeşmesi de deniliyormuş ama asıl adı İtalyanca’da “Üç Yol” açık gelmekteymiş. Roma’ya tekrar gelineceğine dair bir batıl inanç varmış. Ancak atmanın da para kuralı varmış. Çeşni arkanızı dönüp sağ elinizle bozuk parayı almalı, sol omzumuzdan yapmanız gerekiyormuş. Dile getireceğimiz şekilde anlatılan atık, bakalım gerçek olacak mı?
Yeni gezi durağımız Trevi Çeşmesine çok yakın olan İspanyol Merdivenleri idi. Burada o kadar çok merdiven var ki insanın gözü dönüyordu.
Tam 138 basamaklı bir merdiven. Bu basamaklardan yukarı çıktığımızda bir kilise karşılıyordu bizi, aşağı inince ortaya çıkıyorduk. Kilise ile meydanı birbirine bağlamak için yapılmış bu merdivenler. Bu merdivenlere oturmak, burada bir şeyler yiyip içmek ve basamda fotoğraf çekinmek yasaklanmış. Ah keşke yasak olmasaydı .Bu merdivenlerde bir fotoğrafımız olamadı ne yazık ki!
Roma’nın heyecanı ile o kadar çok gezmiştik ki hem çok yorulmuş hem de çok acıkmıştık. Artık dinlenme vaktinin düşünerek bir restorana oturmuş ve yine İtalya’nın meşhur olan makarna ve risotto yu denemiştik. Ben bu kadar güzel bir makarna daha önce yememiştim ama risottoyu çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Çünkü pişmemiş pilav gibi geldi bana. Tatlı olarak ise tiramisu yu tavsiye etmişlerdi, gerçekten çok nefisti.
Yeni yerler gezebilmek için enerji depoladıktan sonra yeni durağımız Pantheon idi. “Tüm Tanrıların Tapınağı” Tam 2000 geçmiş ve dünyanın en iyi korunmuş antik anıtı olarak bilinmekteymiş. İçinde o kadar çok mezar varmış ki korkmadım desem yalan olur … Kubbesi çok büyük ve çok güzel duruyor, kubbesinin inşasında volkanik kül turlu.
İtalya’daki son rotamız ise Roma’da bulunan ve küçük bir devlet olan Vatikan idi. Evet devlet dedim yanlış yazmadım. Vatikan, dünyanın en küçük ülkesiymiş. Hem de Roma’nın içinde olan bağımsız bir devletmiş. Hristiyan ve Katoliklerin merkezi Vatikan’mış. Papa tarafından yönetiliyormuş. Roma ile Vatikan o kadar iç içe ki neresi Roma neresi Vatikan ayrımı yapılıyormuş. İçinde birçok kilise ve müzeler varmış. Hepsine girmeye fırsatımız olmamıştı çünkü artık Hırvatistan için yola koyulma zamanı gelmişti.
İtalya’da gördüklerimiz için mutlu ancak göremediğimiz birçok yer bildiğimiz için de hüzünlüydük. Ama üzülmeye de gerek yoktu sonuçta Trevi Çeşmesi’ne para atmıştık, batıl inanca göre Roma’ya bir daha düşecekti yolumuz.
HIRVATİSTAN
İtalya gezisinden sonra Hırvatistan’ın başkenti Zagreb ‘e gelmiştik. Ban Jelacic Meydanı değiştirilen ana noktalarındandı. Tkalciceva Caddesi de kafe ve restoranlarıyla özellikle akşamları Zagreb’in hareketli yerlerindendi. Yan yana dizilen onlarca kafeyle enerjisini yükselten Mirka Begovica Caddesi ‘ndeki turumuzdan sonra sıralar Dolac Pazarı , Zagreb Katedrali, Markov Meydanı ve Aziz Mark Kilisesi ‘ ni gezmiştik.
Orta çağdan kalma Lotrscak Kulesi ‘ne çıkmış, şehri kuşbakışı izlemiştik. Daha sonra ise içinde irili ufaklı 16 göl bulunduran Plitvice Gölleri Milli Parkı ‘na gitmiştik. Bu cümbüş birbirinden güzel güzel, göller ve şelaleler vardı.
Yeni durağımız ise Split’te tam 1700 yaşım olan Diocletianus Sarayı idi. Bu sarayın bugünkü dek nasıl korunduğuna hayret etmiş ve tanık olmuştuk.
Sarayın içinde Augubio gibi çok güzel restoran ve şık dükkânlar vardı. Sarayın bir diğer özelliği ise sarayı yaptıran ve adını veren Diocletianus, tarihte istifa ederek bırakan ilk imparator olmasıymış.
İkinci Dünya Savaşı’nda İngiliz donanmasının demirlediği ve Tito’nun işale karşı direnişi yönettiği ada olan Vis Adası biraz uzaktı ama gittiğimize değmişti. Harika koyları olan bu ada denize girmek için Hırvatistan’ın en güzel adreslerden biriydi. Deniz kenarındaki kilisesi, adayı dört bir yandan saran tarihi binaları ve sevimli evleriyle keyif kelimesinin karşılığını hatırlatan bir yerdi. Muhteşem bir bahçenin içinde bulunan Kalyope Restoran’ın lezzetleriyle tanışmıştık hepsi çok güzeldi.
Daha sonra Hırvatistan’da eğlencenin kalbinin attığı yer olan Hvar Adası ‘na gelmiştik. Burada özellikle yaz akşamları mekânlar tıklım oluyormuş. Sonraki durağımız ise ana meydan olan Hvarska Pjaca idi.
Daracık sokaklarındaki merdivenler merdivenler bitmemişti ama tarihi atmosfer bizi öyle sarıp sarmalamıştı ki yorulduğumuzu bile hissetmemiştik.
Anakaraya köprülerle bağlanan Trogir Adası ‘na geçmiştik. Tarihi dokusuyla “Trogir Adası zaten UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde Yer alıyormuş. Bu adanın tam Ortasında güzel bir meydan ettik Harika bir Aziz Lovre katedrali Vardı. Daracık sokaklar yüzyıllara meydan okumuş ama sanki daha dün Yapilmis gibi bakımlıydı. Bu adanın dondurmacıları çok meşhurmuş. Bizim de bu meşhur dondurmalardan yemeden ayrılmaya hiç niyetimiz yoktu. Dondurmalar gerçekten çok güzeldi.
Daha sonra ünlü gezgin-yazar Marco Polo’nun adası olarak biline Korcula ‘ya geçmiştik. Marco Polo’nun doğduğu ev olarak düşünülen bu yapı müzeye değerli ve bu adaya gelen turistlerin noktaları yer almaktaymış.
Tarihi 15. ve 16. yüzyıla dayanan evleri, adanın park taşlı sokaklarını gezmiş ve Lumbardoda denize girmiştik.
Dubrovnik ‘te ise Sivaslı bir aziz olan Blaise’e adanmış kiliseyi ve devamında yer değiştirmek katedralini görmüştük. Buradaki 15. ve 16. yüzyıl sanatlarının tablolarının yerlerini diğer diğer özel resim koleksiyonunu görmüştük. İçinde Avrupa’nın en eski eczanelerinden biri yerinden Fransızca Manastırı ‘nı da gezmiştik. Dubrovnik’te Orlando Sütunu ile Karşı duran Sponza Sarayı’nın gotik mimarisinin görkemine de şahit olmuştuk.
Dubrovnik’teki Rektörün Sarayı ‘nı da gezmiştik. Şehir, Ragusa Cumhuriyeti Cumhuriyeti rektörler tarafından yönetilirmiş. Rektörlerin adalet duygularına zarar vermemeleri, tarafsız kalabilmeyi başarmaları için çift görüşmelerine izin verilmiyormuş ve bu sarayda hapis hayatı yaşıyorlarmış.
Dubrovnik tepeden seyredilmeyi hak eden bir şehirdi. Biz de teleferiğe binip bu güzel şehri boydan boya izlemiştik. Sonra da şehri saran dünyaca ünlü surlar boyunca uzun uzun yürümüştük. Sonra da Hırvatistan gezimizi burada bitirip Slovenya için yola çıkmıştık.
SLOVENYA
Živjo (merhaba)!
Orta kıtada yer alan Slovenya Cumhuriyeti’nin sıhhat çanağı, Adriyatik Denizi, tezahürat, yaşıyoruz ve dışarıda Avusturya’da bulunmaktaymış. Slovenya’da konuşulan resmi dil Slovence’ymiş ancak Macarca ve İtalyanca da konuşulmaktaymış.
Slovenya, küçük bir Orta Avrupa ülkesi olmasının yanı sıra tarihi ve turistik güzellikleriyle de ünlü bir ülkeymiş. Yeşili ve oksijeni bol olan Slovenya’nın% 70’i ormanlarla kaplıymış.
Slovenya gezimize Nova Mesto ile başlamış ve kiraladığımız bisikletlerle üzüm bağlarına dalmıştık. Küçük bağ evlerindeki şirin mi şirin, sıcakkanlı Akdeniz insanları bizlere hoş kokulu üzüm ve yöresel tatlıları olan potica ikram etmişlerdi.
Öğlen yemeğimizden sonra şehri keşfetmeye devam etmiştik. Slovenya sokaklarında gezerken yollarda çok sayıda işlenmiş kova şeklinde kaplara rastlamıştık. Bu kapların Antik çağda bilgisini ve adının derin kapılabilir ” situla ” olduğunu öğrenmiştik. Bölgede çok farklı nedeninden Nova Mesto’ya Situla şehri de deniyormuş.
1950 yılında kurulmuş olan Doleniska Müzesi ‘ni gezmiştik. Daha sonra farklı zorluklara sahip, yaratıcı aktivite merkezi olan Otocec Macera Parkı bizi çok mutlu etmişti. Burada çok eğlenmiş, çocukluğumuzu doyasıya yaşayabilmiştik.
Sıra Ljubljana ‘ya yani Slovenya’nın başkentini gezmeye gelmişti. Ljubljana, Slovenya’nın başkenti hem de en büyük şehri olmasının yanı sıra Avrupa’nın en yaşanılabilir ve yeşil şehirlerinden biriymiş. Ljubljana, Avrupa komisyonu 2016 Avrupa’nın başkenti unvanına layık görülmüş.
Gerçekten de nereye bakarsak bakalım yeşilin her tonunu görüyorduk.
Slovenya yeşili bol bir ülke olmasının dışında dünya üzerinde en çok mağaraya sahip olan bir ülkeymiş. Hatta dünyanın en uzun mağarası da burada bulunmaktaymış. 1818 yılında Luca Cec tarafından keşfedilmiş olan Postojna Mağarası 5,3 kilometre uzunluğundaymış. Halka açık olan bu doğa harikası mağarayı tren yolculuğu yaparak gezmiştik. Son durakta indikten sarkıt ve dikitler sonra ikinci mağaranın derinliklerine dalmış, doğal koridor ve salonların güzellikleri bizi büyülemişti.
İçinden nehir geçen Ljubljana aynı zamanda köprüler şehri olarak da bilinirmiş. Eski tip ayakkabıcıların sergiledikleri değiştirmek merkezindeki en eski Kunduracı Köprüsü , değiştirmek kalbinin attığı Üçlü Köprü , rengârenk aşk kilitleriyle süslü Kasap Köprüsü ile değiştirmek ve Slovenya bayrağının sembolü olan köprünün iki yakasında
iki adet yeşil bronz ejderha olan Ejderhalar Köprüsü oldukça renkli görüntü oluşturuyordu.
Nehir boyunca gezerken küçük ama çok yüksek bir sahip olan Ljubljana Kalesi’ni görüyorduk. Şehrin en yüksek ünitesine ve tamasına ortasına olan kaleye teleferikle çıkmıştık. Çok yorgun ve acıkmıştık. Buradaki bir kafeye oturup Slovenya’nın meşhur yemekleri olan Struklji ve zganci siparişi vermiş, değiştirmek muhteşem manzarasını seyrederek karnımızı doyurmuştuk.
Güneşin batmasıyla bir anda cıvıl cıvıl olan Ljubljana’nın kalbinin attığı yer olan Preseren ve Kongresni Meydanı ‘na gitmiştik. Duvarları grafitlilerle dolu, sokaklarında eski ayakkabıların sarkıtıldığı Trubarjeva Caddesi bizi şaşkına çevirmişti. Normalde tarihi binaların kapılarında görmeye alıştığımız kapı sanatı bu şehirde normal evlerde, kamu binalarında hatta karşımıza çıkmıştı.
Bugünlük son durağımız olan Trubarjeva Caddesi’nden ayrılmış ve ertesi gün göreceğimiz yerlerin hayaliyle otelimize dönmüştük.
Sabah erkenden kalkıp Slovenya’nın meşhur peynirleri ile kahvaltımızı yaptıktan sonra ilk rotamız Alp Dağları’nda, ortasında Bled kasabası ve Bohinj buzulunun etkisiyle ortaya çıkan Bled Gölü idi . Gölün yüzeyinden 100 metre yükseklikte sarp kayalıklar üzerine yaptırılmış Orta çağ tarzı mimarisiyle görenleri büyüleyen kalesi ve gölün tam ortasında 17. yüzyıla ait Barok inşa edilmiş ihtişamlı kilisesini merkeze gölün oluşturma yürüyüşe çıkmıştık. Bizlere birbirlerini takip eden kuğularla sanki bir tablonun içinde hareket ediyorduk. Bu masalımsı tablonun içinde kendimizi Zencefilli Armut Çorbası ile kremsnit yerken bulmuştuk.
Daha sonra Vintgar Kanyonu ‘na doğru yola çıkmıştık. Yol boyunca şelaleler, doğal havuzlar ve yemyeşil bir tabiat bizi karşılamıştı.
Slovenya’daki gezimiz bu kanyon ile oğlu bulmuştu. Otelimize gelip valizlerimizi toplamış ve bu güzel ülkeyi geride bırakarak Bosna Hersek’e gitmek için yola çıkmıştık.
BOSNA HERSEK
Slovenya’daki gezimizin diğer Avrupa’nın Osmanlı şehri olarak kalan Bosna Hersek’teydik. Saraybosna Havalimanından Tünel Müzesi ‘ne doğru yola çıkmıştık. Şehrin merkezi bu noktaya uzak kaldı için umut tüneli olarak kullanma müze yolculuğumuz başlamıştı. Bu tünel tamamen insan gücüyle kazılmış, 3 milyon insanın savaş sırasında kullanmış ve açık arazide bombardımana karşı bir sığınak görevi gördü.
Müzeden sonra 1993 suya düşürülmüş bir köprüyü gezmiştik. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Mostar Köprüsü için benzersiz bir köprü demişti gerçekten ne kadar haklıymış. Yıllarca değiştirmek iki yakasını, farklı anlayışlarını ve farklı toplulukları birbirine bağlamaya çalışmış kadim bir köprüymüş burası.
Saraybosna sokaklarında Sarı Tepe olarak bilinen Zuta Tabija isimli tepeden baktığımızda şehirde çok fazla minare olduğunu fark etmiştik. Daha sonra ülkemizdeki insanlar da dahil olmak üzere birçok turistin uğrak noktası olan Baş Çarşı ‘yı gezmiştik. Herkes ne kadar da içten ve sıcakkanlıydı. Esnafların kaldırım Türkçe biliyordu kendimizi o kadar güvende tıslıyorduk ki sanki memleketimizdeydik. Çarşıdaki tüm dükkânlar Osmanlı mimarisinde.
Çarşıdan sonra İnat Kuca evini ziyaret etmiş ve balkan diye kavram girmişti hayatımıza. Gazi Begova Camii önünde bulunan çeşmeden su içmiştik kana kana. Rivayete göre Saraybosna’ya tekrar yolumuz düşecekmiş. Hayal etmesi safra güzel geliyordu hepimize.
Osmanlı şehri demiştik Osmanlı mutfağı da dersek abartmış olmazdık çünkü Begova (Bey) Çorbası , sarmalar, dolmalar, Boşnak böreği, baklavalar her şey vardı. En çok tercih edilen yemeği Cevapi olarak köfteymiş.
Cevapi bildiğimiz Tekirdağ Köfte’nin bir benzeriydi. Metal tabakta yağlanmış pide arasında bol kepçe gelen porsiyonlar bize keyifli bir yemek ziyafeti yaşatmıştı. Tabakta pide ve köfte haricinde küp doğranmış soğanlar, domates ve közlenmiş biber de vardı. Şehrin hemen hemen her köşesinde bulunan köftecilere ise “Cevabdznica” (köfteci) adı veriliyormuş.
Sokaklarda kırmızı bir boya gibi bir şey görürseniz bizim gibi hüzünlenebilirsiniz. Öğretmenimiz savaşta kaybedilen insanlar için bomba düşen yerlerin böyle simgelendiğini söylemişti. Saraybosna çiçekleri diyorlarmış bu noktalara. Ardından Sonsuz Ateş (Vjecna Vatra) Anıtı’na uğramıştık. Dualarımız tüm Akdeniz’de yankılanıyordu.
Yeni rotamız Blagaj Müzesi ve su pınarıydı. Avrupa en çok tür pınarıymış burası. Doğa bir tablo gibi benzersizdi. Baktıkça umut aşılıyordu tüm hüzünlere. Visoto Güneş Piramitleri bilim insanlarının araştırmalarına konu olmuş. İspatlanırsa dünyanın seyri aslındamiş belki de.
Srebrenitsa ‘ya uzaktan selam vermiştik. Avrupa’nın karanlıkta bıraktığı mavi kelebekleri yüreğimizde taşıyoruz.
Vrole Bosna Tabiat Parkı ‘nda yeşiller içinde doyasıya turlamıştık. Köprüleriyle, sebilleriyle, camileriyle bizi ülkemizde hissettiren, savaşın izlerini, acılarla dolu hüzünlerini daha önce hiçbir yerde görmediğimiz doğasıyla bize unutturmaya çalışan güzel Bosna; tekrar kavuşmak ümidiyle! Ülkemize kavuşmaya az kalmıştı ama önce Yunanistan’a yolculuk vaktiydi!
YUNANİSTAN
Bosna’daki maceramızdan sonra Akdeniz’in göz bebeği Yunanistan vardı. Yunanistan enfes yemekleri, harika şehirleri, üç binden fazla adası ve büyüleyici tarihi yapıları ile birlikte bir ülkeydi. Yunanistan’da gezecek birçok yer vardı. Ama süremiz üç gün olduğu için bu kadar çok yeri gezemezdik. Bu yüzden uçaktayken sınıfça bir karar almıştık ve rotamızı şu şekilde oluşturmuştuk:
1-Gün: Atina-Akropolis-Mykonos
2-Gün: Santorini-Kavala-Selanik
3-Gün: Beyaz Kule-Müzeler-Hava Limanı
Biz tam kararımızı yazmışken uçak havalimanına iniş yapmıştı. Uçaktan iner inmez acıktığımızı fark etmiştik. Hava limanındaki bir restorana girmiştik. Menüyü açtığımızda inanamamıştık.
Görseller Türk yemeklerinin aynısıydı ama isimleri farklıydı. Örneğin; dolmades = dolma, avgolemono = terbiyeli tavuk çorbası, souvlaki = şiş kebap, caciki = cacıktı. Herkes yemeğini yedikten sonra sıra tatlıya gelmişti. Tatlı olarak da “Yiourti Me Meli” sipariş etmiştik. Önümüze ballı yoğurt gelince çok şaşırmış ve bizimle dalga geçtiklerini düşünmüştük. Yemeğimizi yedikten sonra yerleşmek için otelimize gitmiştik. Amacımız biraz dinlendikten sonra gezmek için yola çıkmaktı.
İlk önce Atina’da önemli bir değere sahip olan Zeus’a adanmış iki bin yıllık Olimpiyat Tapınağı ‘na gitmiştik. Burası müthiş bir yerdi ve çok kalabalıktı. Aslında bu normaldi çünkü Yunanistan turistik bir yerdi ve sadece Atina’nın nüfusu bir milyonun üzerinde.
Sonra Akropolis Tepesi ‘ne çıkmıştık. Burası çöl kadar sıcak bir yerdi. Bu tepenin üstünde tarihi bir yapı olan Parthenon vardı. Bu tapınma Athena’nınmış. Bu arada Atina ismini tanrı olan Athena’dan almış.
Bu tapınağın yapımı tam 10-15 yıl sürmüş. Gerçekten büyüleyici değil mi? Akropolis’te bulunan çok önemli bir eserle karşılaşmıştık. Tsisdarakis Camisi , 18. Yüzyıl Osmanlı eseri 1859’da yapılmış. Adını da o dönemin valisinden geçmiş. Şu anda müze olarak kullanılmaktaymış.
Buradan ise Mykonos Adası ‘na geçmiştik. Burası tam anlamıyla rüya gibiydi. Mykonos’ta harika bir sahil vardı, suyu tertemiz ve turkuazdı. Böyle olunca herkes yüzmek için denize dalmıştı. O akşam çok yorulmuştuk. O kadar eğlenmiş ve gezmiştik ki yatağımıza girer girmez uyuyakalmıştık.
Ertesi gün Santorini ‘yi gezmiştik. Santorini sokak parçaları, alışveriş parçaları ve sahiliyle ünlü bir adaydı. Burada Yunanistan’ın meşhur böreklerini tatmıştık. Benim en beğendiğim Bougatso ve Selanik böreği ydi. Buradan ise Kavala ‘ya geçmiştik. Kavala’da Bizans Döneminde kullanılan Kavala Kalesi ‘ni , Tütün Müzesi ‘ ni ,
Kavalalı Anıtı ‘nı , Kavala Arkeoloji Müzesi dönüştürülen Mehmet Ali Paşa Külliyesi’ni gezmiştik.
Kavala’dan da Selanik’in geçmiştik. İlk durağımız Ata’mızın eviydi. Gezi boyunca en çok merak ettiğimiz yer burasıydı. Sonuçta burası atamızın doğduğu evdi. Atatürk’ün içinde Evin içinde, Ali Rıza Bey’in, Zübeyde Hanım’ın içinde bulunduğu birçok balmumu heykelleri vardı.
Evden çıktıktan sonra karşıda hediyelik eşya satan bir dükkân görmüş ve dayanamayıp dükkâna girmiştik. Bu dükkânda Yunanistan’ın geleneksel kıyafeti olan Vraka, Desfina ve Crete kıyafetlerini de görmüştük. O kadar orijinal ve güzeldi ki hepimiz bir tane sipariş karar vermiştik. Geç olmadan Atina’ya geri dönmüş ve otelimize gitmiştik. Akşam yemeğini otelde yemeye karar vermiştik. Deniz mahsulleri yemeyi istemiş ve yengeç, karides, midye, ıstakoz, ton balığı, somon vb. deniz ürünlerinden yemiştik. Daha sonra odamıza çıkıp günün yorgunluğu atmak için hemen uyumuştuk.
Ertesi gün ise Beyaz Kule’ye gitmiştik. Beyaz Kule’ye beyaz kule denmesinin nedeni daha sonradan kulenin beyaza boyanması gerekiyor. Burası Yunanistan’ın sembollerinden biriymiş. Buradan sonra müzeleri gezmeye başlamıştık. Kiklad Sanat Müzesi’ne geçmiştik. Kilden yapılmış heykeller, bronzlar, gemiler, taşlar ve daha sonra bu müzedeydi. Farklı dönemlere ait dört binden fazla arkeolojik eserin sergilenen Akropolis Müzesi , Antik Atina’nın ticaret ve yönetim merkeziymiş. Müze gezimizi de bitirdikten sonra artık eve gitme vakti gelmişti. Otelimizden eşyalarımızı toplayarak çıkmış, havalimanına gitmiştik.İstanbul’da bekleyen Azarbeycanlı arkadaşlarımızla Türkiye’yi gezdirme vakti artık.
TÜRKİYE
İstanbulda hava limanında mötəşəm Türk bayrağı dalğalanırdı.Hava limanında şirin türk ləhcəsi bizə çox doğma gəldi. Gülərüz mehriban simalar insanı vətəndəki kimi hiss etdirirdi. Qonaqları türk müsafirpərvərliyi ilə qarşılayıb oteldə dincəlməsi üçün zaman verdik.
İstanbul-Türkiyənin in böyük şəhəri, dünyanın ən qədim şəhərlərindən biri olan İstanbul .Osmanlı İmperiyasının sonuncu-dördüncü paytaxtı.Tarixi, memarlığı ilə turistlərin ən sevimli məkanı.
Qonaqları İstanbulu gəzdiridik.Dolmabaxça sarayının möhtəşəm hamını heyran etdi.Ən zəmətli, ən zəngin saray! Burdan Topqapı saraylna getdik.Topqapı-400 il Osmanlı sultanı iqamətgahı olmuşdur. Sarayda Məhəmməd peyğəmbərin əbası və qılıncı kimi müsəlmanlar üçün çox dəyərli olan müqəddəs əmanətlər qonaqlarda böyük maraq oyatdı.
Sultan Əhməd Camisi-çinilərlə bəzədilmiş mavi cami. Builərin bəzədilməsində sarı və mavi tonlardan, ənənəvi bitki motivləri isitfadə olunmuş, nəticədə tikinti sadəcə ibadətxana olmaqdan ziyadə möhtəşəm sənət əsərinə çevrilmişdir.
İstanbul gzməklə bitməz bir yer.Bir günə İstanbuldan doymaq olar ??? Bizi Antaliya gözləyir …
Gözəl məhşur Antaliya! Təyyarə biletlərimiz əlimizdə hava limanına yollandıq.Antaliya- Toros dağları ilə əhatə olunmuş gözəl məkan! Antaliyaya gələr gəlməz şəhəri gəzməyə başladıq.Saat qülləsi, Antaliyanı Anadolu Səlcuqluya Qıyasəddin Keyxosrov heykəli qazandıran, Yivli minarə möhtəşəmdu, dəniz mənzərəsi.
Naharda Enginarlı Girit kebabı, Gökçesu pilavı, Toros salatı yedik,. Arap kadayıfını hər kəs sevdi.
Sırada Antalya muzeyi, Olimpos Antik Kenti vardı. Müzey 50 il Əllədin camiidə fəaliyyət göstərmişdir.Osmanlı dövründən bu günümüzə qədər gəlib çatan etnografiq eksponatlar hamının diqqətini çəkdi.
Minicity də ecazkardı. 84 tikilinin 1/25 nisbətində kiçildilmiş maketləri ilə dolu miniatür şəhər.Çoxlu şəkillər, xatirələr ….
Saklıkent Kayak Merkezinə getdik. Beydağları üzerində yerləşir. Saklıkent Kayak Merkezi , aprelin ikinci haftasındən başlayıb ortasına qədər öz fəaliyyətinə devam edir
Səhərsi gün tarixi deyəri ve memarlığı ilə seçilən Aspendos Antik Tiyatrosuna getdik. Bura Romalılar tərəfindən inşa edilmişdir.
Burdan Adanaya keçdik. Adana zəngin mədəniyyəti, təbii gözəllikləri ilə seçilən bir ü.Tarixi ipək yolunun üzərində yerləşən şəhər muzey, körpü, məscid, kilsə daha neçə tarixi
məkanları ilə Toros dağlarına məxsus təbiəti ilə göz oxşayır.
319 uzunluğunda Adana daş körpüsü dünyanın ən qədim və hələdə istifadə edilə bilən körpüsüdür.Hələ Saat Qülləsi demirəm.Çoxlu xatirə şəkilləri də çekdirdik ..! Adanaya gedib də Adana kabab yeməməkmi olar ????
Adrenalin də yaşadıq Adanada.Harada desəz əlbətdəki Kapıkaya Kanyonunda.Adanadan 72 km uzaqlıqda 200 yüksəklikdə yerləşir.
Yolumuz Hataya! Hatay deyincə ağla künəfə gəlir, ancaq buranın təbiəti, tarixi də çox gözəldir.Gəlmişən Mərsinə də getdik. Burda Yerörpü şəlaləsi, Aynalıgöl adından da göründüyü kimi şəffaf, sulu, səfali təbiəti göz oxşayırdı. Mersində Batırıkla nahar etdik, Cəzəriyyənin dadına baxıb, tarsus kahvəsi içdik
Türkiyəni gəzdikcə gəzmək istəyir insan.Biz gəzdikcə sevdik ana vətənimiz kimi Turkiyəmizi! Təbiətini sevdik! Səmimi insanlarını sevdi! Belə gözəl diyardan ayrılmaq istəməsək də vaxt yetişdi ….
Published: Oct 24, 2020
Latest Revision: Nov 29, 2020
Ourboox Unique Identifier: OB-922749
Copyright © 2020