by makbule
Artwork: Makbule Birinci
Copyright © 2018
ÖYKÜ YOLLARDA ...Afyonkarahisar,Kütahya,Eskişehir,Bilecik,Bursa,Balıkesir,Çanakkale,Tekirdağ,Edirde,Kıklareli,İstanbul,Yalova,Kocaeli,Sakarya,Düzce,Bolu,Karabük,Zonguldak
Öykü Afyonkarahisar’da
Uşak’tan Afyonkarahisar’a yaklaşıyorduk. Burada bizi Özlem öğretmen ve öğrencileri karşılayacaktı. Hemen arabadan inerek yanlarına gittik. Kız öğrenciler Afyon’a özgü Bindallı kıyafetlerle maniler eşliğinde bizi karşıladılar.
Burada Çiğiltepe Şehitliği ve Büyük Taarruz Şehitliği gezilecekti. Özlem öğretmen hikayesini anlattı. Bu hikaye beni ve ailemi gerçekten çok etkilemişti. Biraz ilerde ise Büyük Taarruz Şehitliğini gezdik. Afyon’un Kurtuluş Savaşı’nda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu buradan anladık.
İkinci durağımız Afyon’un İhsaniye ilçesindeki Frig Vadisi’nde bulunan Peri Bacalarıydı. Ben peri bacalarının sadece Nevşehir’de olduğunu zannediyordum. Gerçekten çok şaşırdım. Afyonkarahisar’da 5 tane kaplıca varmış. Bu yüzden Afyonkarahisar “Geleceğin Termal Başkenti” olarak nitelendirilmiş. Bizim şimdiki durağımız ise Gazlıgöl kaplıcalarıydı. Bu kaplıca hem banyo olarak hem de içme suyu olarak kullanılıyor. Romatizmal hastalıklara ve böbrek hastalıklarına çok iyi geliyor. Ayrıca Kızılay Maden suyu kaynağı ve fabrikasının burada olduğunu öğrendim. Gazlıgöl kaplıcasına gelmiştik. Velilerin yaptığı katmer, ağzı açık ve bükmeleri gördük. Karnımız da aç olduğu için yemeğe başladık. Gerçekten çok güzeldi. Karnımız doyunca sırada havuz keyfi vardı. Havuz keyfi sonrası Kızılay maden sularımızı içtik.
Sonra sucuk imalathanesini gezdik. Sucuktan biraz da hediyelik aldık. Daha sonra lokum imalathanesine geldik. Çeşit çeşit lokumlar vardı. Hepsinin tadına baktık. En farklı ve tadı hoşuma giden Afyonkarahisar’a ait kaymaklı lokum oldu. Hediyelik lokumlarımızı alıp yola çıktık.
Şehir merkezine geldik. Merkezde bulunan Utku Anıtı Afyonkarahisar’ın simgesiydi. Burada fotoğraf çekildikten sonra Zafer Müzesine gittik. Bu müze Başkomutanlık Meydan Muharebesinin planlandığı ve taarruz emrinin verildiği yer olması bakımından büyük önem taşıyordu.
Oradan yürüyerek Afyon Lisesi’ne gittik. 8. Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL, 9. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER, ve Özlem öğretmenimizin babası Afyonkarahisar’da 2 dönem Belediye Başkanlığı yapmış olan Erdal AKAR Afyon Lisesi’nden mezun olmuş önemli şahsiyetlerdi.
Tekrar otobüsümüze bindik. Bu sefer Afyon Kalesine gidiyorduk. Otobüste Kıraç’ın “Karahisar Kalesi” şarkısı çalıyordu.
Oradan Kocatepe’ye gittik. Kocatepe Anadolu’nun ve Türk ulusunun kurtuluşunu sağlayan, Büyük Taarruzun Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatıldığı yer olması bakımından önem teşkil ediyordu.
Ayrılık vakti yaklaşıyordu. Arkadaşlarımdan ayrılacağım için üzülüyordum. Afyonkarahisar’ı çok beğenmiştim. Tekrar gelmeyi çok isterim. Özlem öğretmen ve öğrencilerine çok teşekkür ettik. Ayrılırken bize patatesli Afyon ekmeği ve sürtülmüş haşhaş hediye etmeyi unutmadılar. Özlem öğretmene, arkadaşlarıma, Cumhuriyetin kazanıldığı topraklara, termalin başkentine veda ederek arabamıza binip yeni maceralar için yola çıktık.
ÖYKÜ KÜTAHYA’DA
Afyon gezimizin ardından Kütahya ‘ya başlamıştı bile yolculuğumuz. Kütahya Afyon arası sadece 1 saat 10 dakika sürdü. Şule öğretmenim ve öğrencileri Elif, Fatih, Zeynep, Kübra, Yasin arabamız terminale yaklaştıkça gülen yüzleriyle el sallıyorlardı. Terminale iner inmez arkadaşlarımla kucaklaştım. Otogardaki çiniler o kadar gözümü aldı ki onları beğendiğimi söylemeden edemedim. Tanışma faslından sonra Şule öğretmenimiz bizi okuluna götürdü. Orada yöresel kıyafetleriyle bizi bekleyen öğrenciler ve aileleri vardı Okul terminale çok yakındı. İnköy ilkokulu eskiden köy okulu iken şehrin mahallesi olmuş fakat İnköy olarak devam etmiş ismi. Orada Müdürümüz Yüksel Ahmet bey karşıladı bizi. Bana kocaman bir çini tabak hediye etti bende çok mutlu oldum. Kütahya, doğal güzellikleri kadar tarihe ışık tutan yapılarıyla da görülmeye değer bir şehirdir. Her köşesinde farklı bir detay gözünüze çarpacak Kütahya gezinizde diyen müdürümüzün yanından ayrıldık. Daha fazla vakit harcamadan Kütahya gezisi öncesi meşhur yarenimizi de yiyip yollara koyulduk. Bu sırada öğretmenimiz bize bir kaç bilgi verdi: Kütahya, M.Ö. 3000 yıllarında kurulmuş medeniyetlerin ve kültürlerin harman olduğu yerdir. Kütahya’nın antik çağda ilk ev sahipleri Friglerdir. Kütahya daha sonra Roma, Bizans, Germiyanoğulları , Osmanlı egemenliğine girmiştir. Kütahya’da egemen olan bütün uygarlıklara ilişkin çok sayıda eser bulunmaktadır. Özellikle Frig Vadisi adı verilen ilin doğusundaki Türkmen Dağı eteklerindeki alan, bu eserler açısından çok zengindir. Roma döneminde piskoposluk merkezi olan Kütahya’da bu döneme ait en önemli eser AIZANOI Antik Kenti’dir. Aizanoi, Anadolu ’nun en zengin antik kentlerinden birisidir. Dünyanın İlk Borsası Aizonai’de kurulmuştur. Anadolu’da Türk Hakimiyeti başladığın da Kütahya ve çevresi Germiyanoğulları Beyliğine verilmiştir. Kütahya iki kez Germiyanoğulları Beyliğine başkentlik yapmış ve bu dönemde yapılan pek çok eser günümüze kadar ulaşmıştır. Kütahya ve çevresi Osmanlı Devletine Devlet Hatun’un çeyizi olarak verilmiş ve bu nedenle şehzadeler Şehri olarak anılmıştır. Kütahya Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Anadolu Beylerbeyliği’ne merkezlik etmiştir. Osmanlı dönemi eserleri korunmuş haldedir.
İlk olarak Kütahya Valiliği önünde yer alan çinili vazoyu geziyoruz. Bu vazonun Kütahya’nın simgesi olduğunu öğrendim. Kübra gülerek Kütahya’da kaybolma derdi yoktur, bütün yollar vazoya çıkar dedi.:)
Öğretmenimiz biraz yürümeye ne dersiniz çocuklar dedi ? Buralar eski Kütahya tarih kokuyor. Kale yolu üzerinde bulunan Arkeoloji müzesi, çini müzesi, maden müzesi ve Yıldırım Beyazıd Han Ulu Camii’ni de böylelikle gezmiş oluruz dedi. Zirvede “Döner Gazino” var. İçecek ve yiyeceklerin bulunduğu döner gazino ve aile çay bahçesinde yorgunluğumuzu attık Kütahya’yı kuş bakışı seyre daldık. Burada yarım saat kadar dinlendik tekrar inişe geçtik. Dönüşü kalenin arka tarafından yaptık. Çünkü Kütahya Konağı ve Macar evi bu güzergâhta kalıyormuş. Buralarda ki tarihi kokuyu içimize çektikten sonra Dönenler Mevlevihane’sine geldik. Caminin içerisinde bir kuyu olduğunu ve bu kuyudan hala su çıktığını öğrendik. Sularımızı şifa niyetine içtik. Babam ve annem bolca dua ettiler. Ardından Germiyan sokağına doğru yol aldık. Germiyan Konağı, Osmanlı dönemlerinde şehzadelerin eğitim yeri olarak kullanılmıştır. Şimdilerde ise Osmanlı ve Kütahya mutfaklarından seçkin yemekleri yiyebileceğiniz bir yer olarak hizmet vermektedir. Bu sokak ta yer alan kent müzesine girdik burada bize şehrin tarihini anlatan bir abla vardı o kadar güzel anlattı ki o yıllara götürdü bizi. Burada Kütahya belediyesinin geçmişimizi bizlere kazandırmak için dolu dolu bir müze hazırlamış olduğunu gördük
Kent müzesi gezintimiz sonrası Rüstem Paşa Medresesi ve El Sanatları Çarşısına gidiyoruz. Rüstem Paşa Medresesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın Veziri Azam-ı Rüstem Paşa tarafından 1550 senesinde yaptırılmıştır dedi öğretmenimiz.
Ve merakla beklediğimiz Çinili Cami ve Evliya Çelebi Müzesi gezmek için tekrar yola koyulduk….Çinili cami Kütahya’nın en güzel yerinde yer alıyor… Bu caminin, bu yapısı ile dünyada ve Türkiye’de benzerinin bulunmadığı söyleniyor. Caminin çinilerinin yapımında: meşhur Kütahyalı ressam Ahmet Yakupoğlu görev yapmıştır dedi öğretmenimiz .Evliya Çelebi müzesi ise tarihi dokusuyla bizi o günlere götürmeye yetti.
Kütahya’nın meşhur yemeklerinden bahsetti öğretmenimiz. Kütahya’nın yemekleri genellikle buğday, hamur ve süt ürünlerinden oluşuyor çocuklar. Et pek fazla kullanılmaz. Birkaç yemek adı vermek gerekirse cimcik, kaçamak, haşhaşlı gözleme, haşlama mantı, kulak aşı, mercimekli tosunum böreği, Kütahya höşmerimi, patatesli dolamber böreği, Gökçimen hamursuzu, tahinli çörektir. Çorba olarak ta sıkıcık, miyane, ovmaç, kızılcık tarhanası(ekşi tarhana), tutmaç ve tarhana en çok bilinenler arasında diyerek ağzımızı sulandırdı. Germiyan konağında yöresel yemeklerimiz tatma fırsatı bulduk.
Ve birazda tarih dedi öğretmenimiz.
Kütahya Zafertepe Anıtı, Altıntaş ilçesine bağlı olan Çalköy’de bulunuyor. Anıt, ulaşım açısından çok rahat bir noktada imiş…Merakla görmek istedik.
1922 yılında gerçekleşen Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Atatürk’ün “’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri.”’ Sözünü söylediği yer olmasından dolayı turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Aynı zamanda bölgeye okul gezileri de yapılmaktadır. 1972 yılında tamamlanan bu sembol, gezimizin bir parçası oldu.
Tarihte çok önemli bir olay olan Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde ülkesi için savaşan ve şehit olan Türk askerlerinin anısına yapılan Dumlupınar Şehitliği Kütahya il sınırları içerisindedir.
Dumlupınar ilçesinde bulunan şehitlik 1992 yılında Kültür Bakanlığı tarafından hayata geçirilmiştir.
Ardından Domaniç’e geçiyoruz. Burada Mızık Çamını gördük. Bu çam Osmanlı devletin Kurucusu Sayılan Osman Gazinin Beşiği olarak kullandığı ağaçtır dedi öğretmenimiz. Arkadaşımız Elif Haymanadan bahsetti ..sırada orası var.
Hayme Ana Osmanlı devletin kurucusu sayılan Osman Gazi’nin ninesi Ertuğrul Gazinin ise annesidir. Osmanlı devleti daha kurulmadan önce söğüt ve Domaniç çevresinde yaşıyorlardı. Burada yaylada kalan Ertuğrul Gazi ve ailesi bu yaylada Annesini kaybetti ve burada gömdü. Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit Devlet Ana dediği Hayme Ana için burada bir türbe yaptırır. O günden bugüne her zaman ziyaretçi akınına uğruyormuş.Ardından sarıkız mesire yerinde alabalık ziyafetinden sonra yolumuz tavşanlı kaplıcalarına düştü.
Son olarak öğretmenimiz Kütahya’yı bir güne sığdıramayacaklarını söyledi. İlçeleri hakkında ufak çaplı bilgiler verdi. Bende bunları hemen not aldım. Bir daha Kütahya’ya yolum düşerse nerede ne yapacağımı çok iyi bileceğim…Gediz muratdağı hem termal hemde kayak turızmının yapıldığı yerdir.ılıca kaplıcasıda yer alırJgövecini ve tarhanasını yemeden gitmeyin sakın.Simav jeotermalin ve seracılığın başkenti JŞaphane ise kiraz ve vişne üretimiyle katkı sağlıyor ülkemize..Şaphane ye giderseniz kocaseyfüllah camini görmeden dönmeyin.sırık kebabını mutlaka yiyin.Emette termal cennetiyle ünlüdür. Tavşanlı leblebisiyle ünlü bir ilçe kaplıcaları da süper Şule öğretmenime sordum hemen hemen her ilçede kaplıca var .bunun sebebi nedir?. Öğretmenimiz Kütahya’nın deprem bölgesinde yer aldığını bu yüzden yeryüzüne yakın sıcak su kaynaklarının çok olduğunu belirtti.ve küçük ilçeleri olduğunu söyledi bunlar:Aslanapa,Altıntaş,Pazarlar,Hisarcık’dır dedi.
Ve Şule öğretmenimiz bizi evinde misafir edeceğini söyledi.Arkadaşlarımla vedalaşmak zor oldu ..fakat anlaştık,telefon numaralarımızı aldık ve sürekli haberleşeceğimize söz verdik.Şule öğretmenimin küçük kızı Ezgiyle vakit geçirdikden sonra sabah erkenden yola düşeceğimiz için yatmalıydık…İYİ geceler dünya…..yarın yeni güzelliklere uyanmak umuduyla…
ÖYKÜ KÜLTÜR VE SANAT ŞEHRİ ESKİŞEHİR’DE
Bugün sabah erkenden uyandım. Yeni bir şehir tanıma heyecanı ile içim içime sığmıyordu. Penceremi
açtım. Çok güzel bir yaz günüydü. Hemen koşar adımlarla annemi ve babamı uyandırdım. Daha sonra
kahvaltımızı yapıp yola koyulduk.
İç Anadolu’nun en gözde, ismi eski ama kendisi her geçen gün yenilenen kültür ve sanat şehri Eskişehir’e
doğru yol alıyorduk. Kaan öğretmen ve öğrencileri ile buluşup, Eskişehir’i gezmek için can atıyordum. Ben
yapacaklarımızı hayal ederken Eskişehir’e giriş yapmıştık. Şehrin ilk girişinde benim gibi her öğrencinin
okumak isteyeceği Anadolu Üniversitesi tüm ihtişamıyla adeta hoş geldin der gibi bizi karşılıyordu.
Köprübaşı denilen yer ilk buluşma yerimizdi. Tramvayların turuncu beyaz renkleri şehre renk katıyordu.
Kaan öğretmen ve öğrencileri ile buluşmuştuk. Kaan öğretmenin masmavi gözleri Mustafa Kemal Atatürk’ü
hatırlatıyordu. Kendimi o anda tamamen güvende hissettirdi bana. Öğrencileri ile tanışıp, hemen gezmeye
başladık. İlk önce Porsuk Çayı’nda gondolla gezecektik. Şehrin içinde gondolla gezmek İtalya’nın Venedik
şehrin de gezmek gibiydi.
Odunpazarı ilçesinde gezmeye başladık. Buraya geldiğimizde Kaan öğretmen bize şöyle bir hikaye
anlattı: “Burası Odunpazarı’nın merkezi. Karaca Mustafa Paşa Odunpazarı’nın merkezinin neresi olması
gerektiğini araştırırken ilginç bir yöntem denemiş. Üç tane ciğeri üç farklı yere asmış. Bu üç yerden birisi de
Kurşunlu Külliyesi imiş. Sonra da beklemeye başlamış. Üç ciğerden bozulmayan en dayanıklı olanı
Kurşunlu Külliyesinin bulunduğu yerdeki olunca oranın Odunpazarı’nın merkezi olmasına karar vermiş” Bu
hikâye çok ilgimizi çekmişti. Burası Pembe, sarı, turuncu, mavi taptaze bahar çiçeklerinin misali Odunpazarı
tarihi evleri size hem eşsiz bir tarihi hem de enfes bir huzuru sunuyordu. Ardından Kurşunlu Camii ve
Külliyesi’ni gezdik içi de dışı da mükemmel bir işçiliğe sahipti. Bahçesindeki güller renk renkti. Hemen arka
tarafında Lületaşı Müzesini girip gezdik. Lüle taşından yapılmış öyle güzel şeyler vardı ki takılar, pipolar ve
özellikle satranç takımları çok güzeldi. Odunpazarı evlerinin arasından süzülüp aşağı doğru indik. Yılmaz
Büyükerşen Balmumu Heykeller Müzesi’ni gezmeye başladık. Burada tam 160 balmumu heykeli varmış.
Benim için en önemlisi Atatürk’ün heykeliydi ve çok gerçekçiydi. Aynı bölgede bulunan Çağdaş Cam
Sanatları Müzesi’ne girdik. Camdan yapılmış akla gelebilecek çeşitli şeyler vardı hatta bir kıyma makinesi
bile vardı. Atlıhan El Sanatları Çarşısı’nda dolaştık. Burada ki el emekleri Eskişehir’in kültür ve sanat şehri
oluşunun en güzel göstergesiydi. Kaan öğretmenin öğrencilerinden Yusuf’un bana camdan yapılmış bir
kolyeyi hediye etmesi beni çok duygulandırdı. Kısa bir süredir onlarla arkadaş olmama rağmen hepsi çok
candan insanlardı sanki yıllardır Kaan Öğretmen ve öğrencileri ile beraberdim. Eskişehir’in yöresel tatlarını
satan küçük şirin dükkanlara girip meşhur met helvasından aldık. Oradan Eti Arkeoloji Müzesi’ne gidip
orayı gezdik. Şelale Park denilen tüm Eskişehir’i ayakları altına alan muhteşem bir parka gittik. Park ismini
içinde bulunan 1400 metrekarelik yapay şelaleden alıyormuş. Urdaki güzellikler şelale ile sınırlı kalmıyordu.
Yel Değirmeni, Don Kişot ve Sanço Panço Heykelleri, çocukların oyun oynaması için alanlar, mini amfi
tiyatro, seyir terası, kafe ve restoran yani kısaca geldiğinizde sıkılmayacağınız güzel bir parktı. Şehri ayaklar
altına alan bu parkın kafesinde hem şehri izledik hem de bir şeyler içtik. Oradan yine Odunpazarı’nda yer
alan Eskişehir’in popüler parklarından biri olan Kent Park’a gittik. Porsuk Çayı’nın kenarında yer alan Kent
Park’ın en önemli özelliği Türkiye’nin ilk Yapay Plajı’na sahip olması. Parkın içinde çocuklar için oynama
alanlarının yanı sıra çeşitli heykeller de dikkatimi çekti. Bu şehirde sanatsal çalışmanın her türlüsüne
rastlamak mümkünmüş.
Tepebaşı İlçesi’ne doğru marşlar söyleyerek yol aldık. Tülomsaş fabrikasının bahçesinde sergilenen
Türkiye’nin ilk ve tek yerli otomobili olan Devrim otomobilini gördük. Tren garına doğru yol aldık. TCDD
müzesini gezdik. Sazova Parkı’nda bulunan Masal Şatosu sayesinde kendimizi bir masalın içinde hissettik
sanki. Orası her çocuğun gitmek isteyeceği bir yerdi. Bilim Deney Merkezi’ne girip hepimiz birer bilim
insanı oluverdik. Sabancı Uzay Evi’nin dış görünüşü dünyamızın şeklindeydi. İçinde olmak da çok heyecan
vericiydi. Uzay ile ilgili bir gösteri izleyip, Eti Sualtı Dünyası’na girdik. Sanki koca bir denizi küçük bir
akvaryuma sığdırmışlardı. Etrafımızda çeşit çeşit balıklar vardı. Oradan Hayvanat Bahçesi’ne girdik. Çok
büyük olmasa da sevimliydi. Hayvanat Bahçesi’nin hemen yanından bambaşka bir dünyaya geçtik sanki
öylesine huzurlu bir yerdi ki burada saatlerce kalabilirdim. Burası Japon Bahçesi’ydi. İçerisinde oldukça
farklı peyzaj düzenlemeleri ile güzel bir göz ziyafeti çektik. Burada gezilecek o kadar çok yer vardı ki zaman
dursun, gezmediğim görmediğim yer kalmasın istiyordum. Vakit kaybetmeden Türk Dünyası Bilim, Kültür
Sanat Merkezine geldik. Burada dünyaca ün yapmış bazı önemli isimlerin odaları ve o odaların içerisinde o
şahıslara ait materyaller vardı. Oradan hemen Esminyatürk’e geçtik. Dünyaca ünlü eserlerin mini halleri ile
karşı karşıyaydık. Hepsi harikaydı. Öletin etrafında dolaştık. Parkın içindeki gezi trenine binmeyi de ihmal
etmedik. Kaan öğretmenin öğrencilerinin ısrarı üzerine yakında bulunan yeni yapılmış olan Eskişehir
Atatürk Stadyumunu da bir çırpıda gezdik. İyice acıkmıştık. Sıra Eskişehir’in yöresel yemeklerini yemeye
gelmişti.
İki Eylül caddesinden geçerek buranın meşhur Çiböreğini yemeye gelmiştik. Eskişehir’in halkını daha
çok tatarlar oluşturuyordu. Çibörek’te tatarlara ait Eskişehir’in en meşhur lezzeti olarak geçiyordu. Kaan
öğretmen bize çiböreğin adının Kıpçak lehçesinde lezzetli anlamına gelen “çi” sözcüğünden geldiğini
söyledi. Bu şehre ait diğer lezzetleri tatmayı gezinin sonundaki akşam yemeğine bıraktık.
“Yaratılanı severim, yaratandan ötürü. ” sözünün sahibi değerli şairlerimizden olan Yunus Emre adına
yapılmış Yunus Emre Müzesi’ne geldiğimizde içim tarifi olmayan bir duygu kaplamıştı. Burada Yunan
işgalinden zarar gören Yunus Emre’nin mezarından kalan bazı parçalar da sergileniyor. Şaire ait bazı
dörtlüklerin olduğu levhalarda bulunuyor.
Diğer önemli bir şahsiyet olan fıkraları ile hem insanları güldüren hem de insanlara nasihatler veren
Nasreddin Hoca’nın doğduğu Sivrihisar ilçesine bağlı Hortu köyüne gidip, Nasreddin Hoca’nın evini gezdik.
Her yıl 3-10 Haziran tarihlerinde Nasreddin Hoca şenlikleri yapıyorlarmış. Belli mi olur? Belki bir şenlik
zamanı bende gelebilirdim…
Oldukça yorulmuştuk. Aslında bu tatlı bir yorgunluktu. Çok da acıkmıştık. Akşam olmuştu ve hepimiz
çok acıkmıştık. Hep beraber güzel bir akşam yemeği yemek üzere güzel sevimli bir mekâna gelmiştik.
Muhteşem yöresel lezzetler bizi bekliyordu. Göçeli Tarhana çorbası, Balaban köftesi, Haşhaşlı gözlemeler,
çibörekler, Yufkalı büryan, ev baklavası ve tatbiki met helvası hepsi de birbirinden lezzetliydi. Eskişehir’in
içme suyu bile meşhur. Kalabak Suyu gerçekten çok lezzetli bir su. İnsanın içtikçe içesi geliyor.
Karşımızda kocaman bir projeksiyon perdesi vardı Kaan öğretmenimle göz göze gelince masmavi
gözlerinde bugün bahsettiği sürprizin ışıltılarını görüyordum. Ben de heyecanlandım birden ve Kaan
öğretmenim projeksiyonu çalıştırdı ve gidemediğim her yer şimdi detaylı bir şekilde karşımdaydı. Güzel bir
ilin eşsiz güzelliklerini yaşayarak mükemmel bir günün sonuna daha gelmiştik. Kaan öğretmenim ve
öğrencilerine sarılarak zor da olsa vedalaşmıştık. Bana böyle güzel bir gün yaşattıkları için ömrüm boyunca
onlara minnettar olacaktım. Eskişehir ‘i asla unutmayacaktım. Güzel anıları hafızama kaydedip, Bilecik’e
doğru yeni bilgiler öğrenmek için yola çıkmıştık…
Öykü Bilecik’te
Bilecik’e doğru yol alırken her zamanki gibi çok heyecanlıydım. Toprağının seramik, taşının mermer, yaprağının ipek, kuruluş ve kurtuluş şehri olan Bilecik’i görmek için sabırsızlanıyordum. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu, çınar ağacının köklendiği ile gidiyorduk.
Kadriye öğretmen bizi öğrencileri ile okulun bahçesinde bekliyorlardı. Az yolumuz kalmıştı. Onlar da en az bizim kadar heyecanlı oldukları belliydi ki telefonla arayıp nerelerde olduğumuzu sordular. Bilecik’e girdiğimizde sol tarafta bulunan “Osmanlı Arması Anıtı” dikkatimi çekti. Altındaki Şeyh Edebali’nin; “İnsanı Yaşat Ki Devlet Yaşasın” sözü beni çok etkilemişti. Hemen babama bu cümlede ne demek istemiş olabilir diye sorduğumda;”İnsana değer veren rahat ettiren devletler geleceklerini düşünerek daha fazla ayakta kalabilirler. Böyle olduğu içindir ki Osmanlı Devleti 600 yıl ayakta durabildi.” dedi. Buluşma noktamıza ulaştığımızda koşar adımlarla bir grup bize doğru geliyordu. Kadriye öğretmen ve okul müdürü Mustafa Candan bizi öğrencileri ile tanıştırdılar. Herkesin gözünden ışık saçıyordu. Hepimiz çok mutluyduk. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibiydik.
Bilecik Belediye Başkanı Selim Yağcı amcamız bize tahsis ettiği otobüs ile birlikte okul bahçesine gelerek bizi Bozüyük ilçesine uğurladı. Bozüyük’te ilk olarak Seyir Terası’nda kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı aynı masada yaptığımız; Mehmet Kayra, Defne, Deniz Can, Sevgi, Zeynep, Aziz Kaan, Hanne Erva arkadaşlarımın da dediği gibi manzara çok güzeldi. Kahvaltıdan sonra İntikam Tepesi ve İnönü Şehitliği’ni ziyaret ettik. Sonrasında Metristepe Şehitliği’ne doğru giderken Kadriye öğretmen; Metristepe’nin bu civara hakim bir tepe olduğu, her yerin bu tepeden göründüğünü söyledi. Vardığımızda da gerçekten adı gibi dağın tepesiydi, buradan her yer görünüyordu. Buradaki aziz şehitlerimizi yaad ettik. Sonrasında Söğüt ilçesine doğru yola çıktık. Söğüt’e geldiğimizde Kuyulu Mescit’ten başlayarak Hamidiye Külliyesi, Etnografya Müzesi’ne uğradık. Daha sonra Ertuğrulgazi Türbesi’ni ziyaret ettik. Ertuğrulgazi Türbesi’nde saygı nöbeti tutan Alplerle fotoğraf çekinirken; Ecrin, Eylül Afra, Gülsu, Hediye, Melis Işıl, Rahime Kübra, Furkan, Mehmet Ömer, Utku, Yiğit Şener, Zafer, Yiğit Topal’ın kayı kıyafetlerini giyerek kılıç kalkanları ile gösteri yapıp ardından temsili saygı nöbet değişimini yaptılar. Sanki yıllar öncesinde Osmanlı Devleti’nde yaşıyormuş gibiydik. Söğüt’ten ayrılırken sağ tarafta şahlanmış bir tepenin üzerinde ne olduğunu merak ettim. Kadriye öğretmene sorduğumda Dursun Fakıh Türbesi olduğunu söyledi. Oraya gittiğimizde etrafa bakmak heyecan vericiydi. Ayrıca gece olunca Şeyh Edebali Türbesi, Dursun Fakıh Türbesi ve Ertuğrulgazi Türbesi birbirinin ışıklarını gördüğünü öğrendik..
Sıradaki durağımız Bilecik’in etrafına göre sıcak olan ilçesi Osmaneli oldu. Ayva Lokumu, Karpuz Festivali, İçmeleri ve Tarihi Evleri ile meşhurmuş. Yöresel tatlarını tadıp tarihi evlerini fotoğraf makinelerimizle ölümsüzleştirdikten sonra Pazaryeri ilçesine doğru yola çıktık.
“Zamanın Unutulduğu Yer Pazarcık” tabelasını gördüğümüzde Kadriye öğretmen Pazaryeri ilçesine geldiğimizi söyledi. Daha sonra bu ilçenin; Göletler Diyarı, şerbetçiotu, boza, helva, çilek ve boncuk fasulyesiyle ünlü olduğunu söyledi. Buraya gelip de boza içmeden ve helva yemeden dönülmezmiş. Elektrik direkleri gibi yüksek direkleri gördüğümde buradaki sırık fasulyeler ne kadar da yükseğe çıkıyorlar diye düşündüm. Meğer onlar fasulye direği değil şerbetçiotunun direkleriymiş. Şerbetçiotu Türkiye’de sadece Pazaryeri ilçesinde istenilen verimde üretilirmiş, Başka yerlerde üretilse de aynı verim yakalanamıyormuş. Çömlekçiliği ile ünlü Kınık köyündeki teyzelerimiz; pişirdikleri nohutlu mantıyla birlikte çömlekte yoğurt ikram ederek Türklerin misafirperverlik geleneğini hala sürdürdüklerini bize gösterdiler. Karpostallık manzaralarıyla ünlü Bozcaarmut Göleti’ne uğradımızda güneşin batışının gölete yansıması eşsiz bir güzellik veriyordu. Kendimi Karadenizin eşsiz yeşillikleri arasındaki huzur dolu yerlerde hissettim. Yine şahane bir manzarası olan Küçük Elmalı Tabiat Parkı’nı ziyaret ederek buradaki gezimizi sona erdirdiğimizi sandığım anda bir ses duyuldu. Irmak , Betül, Mustafa Yavuz, Yara Falah, Zümra, Eslem, Ahmet Turan, Efşannur, Ezatullah’ın hazırladığı mehter takımını can alıcı gözlerle izledik. Dirilişin, kuruluşun ve kurtuluşun beşiği Bilecik il merkezine dönüş yolculuğumuz başladı.
Bilecik’ e geldiğimizde Yaşayan Şehir Müzesi beni adeta sergilenen eserlerin yapıldığı yıllara götürdü. Eserleri sanki dönemin figürü mankenler değil de ben kullanıyormuşum hissi yarattı. Daha sonra Şeyh Edebali Türbesi’ne geldik. Şeyh Edebali Türbesi’nin konumu, sinevizyon gösterisi ve personellerin ilgisiyle Bilecik’i görmeye gelenlerin kesinlikle uğramaları gereken bir yer olduğunu notlarım arasına aldırdı. Oradaki görevli personel bizi; “Osmanlı Padişahları Tarih Şeridini” gezdirdi. Gezerken de her bir padişah hakkında kısa kısa bilgi verdi. Ardından Şeyh Edebali hakkında ayrıntılı bilgiler verdi.“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize ;uysallık sana..”öğüdüyle Osmanlı Devleti’nin fikir babası, manevi kurucusu, Ahi Şeyhi; Şeyh Edebali bizleri uğurladı. Böylece Bilecik gezimizi sonlandırmış olduk.
Arkadaşlar ile vedalaştıktan sonra Kadriye öğretmenin evine gittik. Manevi yönü ağır bir il olan sevecen, şirin Bilecik’i çok sevmiştim. Her zamanki gibi buruk ayrılacaktım. Sabah Bursa’ya gitmek üzere uykuya dalarken Şeyh Edebali’nin Osmangazi’ye nasihatini düşünmekten kendimi alıkoyamadım:” Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma !…”
Öykü Bilecik’te
Bilecik’e doğru yol alırken her zamanki gibi çok heyecanlıydım. Toprağının seramik, taşının mermer, yaprağının ipek, kuruluş ve kurtuluş şehri olan Bilecik’i görmek için sabırsızlanıyordum. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu, çınar ağacının köklendiği ile gidiyorduk.
Kadriye öğretmen bizi öğrencileri ile okulun bahçesinde bekliyorlardı. Az yolumuz kalmıştı. Onlar da en az bizim kadar heyecanlı oldukları belliydi ki telefonla arayıp nerelerde olduğumuzu sordular. Bilecik’e girdiğimizde sol tarafta bulunan “Osmanlı Arması Anıtı” dikkatimi çekti. Altındaki Şeyh Edebali’nin; “İnsanı Yaşat Ki Devlet Yaşasın” sözü beni çok etkilemişti. Hemen babama bu cümlede ne demek istemiş olabilir diye sorduğumda;”İnsana değer veren rahat ettiren devletler geleceklerini düşünerek daha fazla ayakta kalabilirler. Böyle olduğu içindir ki Osmanlı Devleti 600 yıl ayakta durabildi.” dedi. Buluşma noktamıza ulaştığımızda koşar adımlarla bir grup bize doğru geliyordu. Kadriye öğretmen ve okul müdürü Mustafa Candan bizi öğrencileri ile tanıştırdılar. Herkesin gözünden ışık saçıyordu. Hepimiz çok mutluyduk. Sanki birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibiydik.
Bilecik Belediye Başkanı Selim Yağcı amcamız bize tahsis ettiği otobüs ile birlikte okul bahçesine gelerek bizi Bozüyük ilçesine uğurladı. Bozüyük’te ilk olarak Seyir Terası’nda kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı aynı masada yaptığımız; Mehmet Kayra, Defne, Deniz Can, Sevgi, Zeynep, Aziz Kaan, Hanne Erva arkadaşlarımın da dediği gibi manzara çok güzeldi. Kahvaltıdan sonra İntikam Tepesi ve İnönü Şehitliği’ni ziyaret ettik. Sonrasında Metristepe Şehitliği’ne doğru giderken Kadriye öğretmen; Metristepe’nin bu civara hakim bir tepe olduğu, her yerin bu tepeden göründüğünü söyledi. Vardığımızda da gerçekten adı gibi dağın tepesiydi, buradan her yer görünüyordu. Buradaki aziz şehitlerimizi yaad ettik. Sonrasında Söğüt ilçesine doğru yola çıktık. Söğüt’e geldiğimizde Kuyulu Mescit’ten başlayarak Hamidiye Külliyesi, Etnografya Müzesi’ne uğradık. Daha sonra Ertuğrulgazi Türbesi’ni ziyaret ettik. Ertuğrulgazi Türbesi’nde saygı nöbeti tutan Alplerle fotoğraf çekinirken; Ecrin, Eylül Afra, Gülsu, Hediye, Melis Işıl, Rahime Kübra, Furkan, Mehmet Ömer, Utku, Yiğit Şener, Zafer, Yiğit Topal’ın kayı kıyafetlerini giyerek kılıç kalkanları ile gösteri yapıp ardından temsili saygı nöbet değişimini yaptılar. Sanki yıllar öncesinde Osmanlı Devleti’nde yaşıyormuş gibiydik. Söğüt’ten ayrılırken sağ tarafta şahlanmış bir tepenin üzerinde ne olduğunu merak ettim. Kadriye öğretmene sorduğumda Dursun Fakıh Türbesi olduğunu söyledi. Oraya gittiğimizde etrafa bakmak heyecan vericiydi. Ayrıca gece olunca Şeyh Edebali Türbesi, Dursun Fakıh Türbesi ve Ertuğrulgazi Türbesi birbirinin ışıklarını gördüğünü öğrendik..
Sıradaki durağımız Bilecik’in etrafına göre sıcak olan ilçesi Osmaneli oldu. Ayva Lokumu, Karpuz Festivali, İçmeleri ve Tarihi Evleri ile meşhurmuş. Yöresel tatlarını tadıp tarihi evlerini fotoğraf makinelerimizle ölümsüzleştirdikten sonra Pazaryeri ilçesine doğru yola çıktık.
“Zamanın Unutulduğu Yer Pazarcık” tabelasını gördüğümüzde Kadriye öğretmen Pazaryeri ilçesine geldiğimizi söyledi. Daha sonra bu ilçenin; Göletler Diyarı, şerbetçiotu, boza, helva, çilek ve boncuk fasulyesiyle ünlü olduğunu söyledi. Buraya gelip de boza içmeden ve helva yemeden dönülmezmiş. Elektrik direkleri gibi yüksek direkleri gördüğümde buradaki sırık fasulyeler ne kadar da yükseğe çıkıyorlar diye düşündüm. Meğer onlar fasulye direği değil şerbetçiotunun direkleriymiş. Şerbetçiotu Türkiye’de sadece Pazaryeri ilçesinde istenilen verimde üretilirmiş, Başka yerlerde üretilse de aynı verim yakalanamıyormuş. Çömlekçiliği ile ünlü Kınık köyündeki teyzelerimiz; pişirdikleri nohutlu mantıyla birlikte çömlekte yoğurt ikram ederek Türklerin misafirperverlik geleneğini hala sürdürdüklerini bize gösterdiler. Karpostallık manzaralarıyla ünlü Bozcaarmut Göleti’ne uğradımızda güneşin batışının gölete yansıması eşsiz bir güzellik veriyordu. Kendimi Karadenizin eşsiz yeşillikleri arasındaki huzur dolu yerlerde hissettim. Yine şahane bir manzarası olan Küçük Elmalı Tabiat Parkı’nı ziyaret ederek buradaki gezimizi sona erdirdiğimizi sandığım anda bir ses duyuldu. Irmak , Betül, Mustafa Yavuz, Yara Falah, Zümra, Eslem, Ahmet Turan, Efşannur, Ezatullah’ın hazırladığı mehter takımını can alıcı gözlerle izledik. Dirilişin, kuruluşun ve kurtuluşun beşiği Bilecik il merkezine dönüş yolculuğumuz başladı.
Bilecik’ e geldiğimizde Yaşayan Şehir Müzesi beni adeta sergilenen eserlerin yapıldığı yıllara götürdü. Eserleri sanki dönemin figürü mankenler değil de ben kullanıyormuşum hissi yarattı. Daha sonra Şeyh Edebali Türbesi’ne geldik. Şeyh Edebali Türbesi’nin konumu, sinevizyon gösterisi ve personellerin ilgisiyle Bilecik’i görmeye gelenlerin kesinlikle uğramaları gereken bir yer olduğunu notlarım arasına aldırdı. Oradaki görevli personel bizi; “Osmanlı Padişahları Tarih Şeridini” gezdirdi. Gezerken de her bir padişah hakkında kısa kısa bilgi verdi. Ardından Şeyh Edebali hakkında ayrıntılı bilgiler verdi.“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize ;uysallık sana..”öğüdüyle Osmanlı Devleti’nin fikir babası, manevi kurucusu, Ahi Şeyhi; Şeyh Edebali bizleri uğurladı. Böylece Bilecik gezimizi sonlandırmış olduk.
Arkadaşlar ile vedalaştıktan sonra Kadriye öğretmenin evine gittik. Manevi yönü ağır bir il olan sevecen, şirin Bilecik’i çok sevmiştim. Her zamanki gibi buruk ayrılacaktım. Sabah Bursa’ya gitmek üzere uykuya dalarken Şeyh Edebali’nin Osmangazi’ye nasihatini düşünmekten kendimi alıkoyamadım:” Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma !…”
ÖYKÜ ULU ŞEHİR BURSA’DA
Sonunda Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış, ulu çınarları, çinileri ve yeşilin bin bir tonuna sahip, Ulu Şehir Bursa’yı gezmek ve keşfetmek için yola koyulmuştuk. Zuhal Öğretmen ve öğrencileri bizi, Bilecik’ten sonra Bursa’nın ilk giriş kapısı olan, mobilyası, kaplıca ve köftesiyle ünlü, modern ilçesi İnegöl’de karşıladılar. Öğrencilerin sıcak tavırlarıyla hemen onlarla kaynaşmıştım. Zuhal Öğretmen, gezimize ilk olarak, Türkiye’de ilçede açılan ilk kent müzesi olma özelliğine sahip, İnegöl Kent Müzesi’ nden başlayacağımızı ve ardından İshakpaşa Külliyesi, Beylik Hanı, Kapalı Çarşı gibi tarihi yerleri gezdikten sonra bizi sürpriz bir yere götüreceğini söyledi. Sürprizi duyduğumda içimi bir heyecan sarmıştı. Acaba nereye gidecektik? Otobüsten inerken Zuhal Öğretmenimiz sürprizi açıklamaya başladı. Oylat Kaplıcaları’na gelmiştik ve sürpriz de kaplıcanın şifalı sularına girip, o eşsiz huzur duygusunu tatmaktı. Kaplıcaya girme heyecanıyla tüm yorgunluğum uçup gitmişti. Kaplıcalarıyla, mağarasıyla ve doyulmaz doğasına eşlik eden şelalesiyle şehrin en dinlendirici noktalarından biriydi Oylat. Bu arada karnımız da iyice acıkmıştı. İnegöl’e gelmişken de İnegöl köftesi yemeden olmazdı.
Artık Bursa’yı gezme zamanı gelmişti. Bursa gezimize ilk tarihi Cumalıkızık Köyü ile başladık. Zuhal Öğretmen bu tarihi köyde birçok dizi ve filmin çekildiğini anlattı. Buraları gezerken Bursa’nın meşhur Kılıç Kalkan Oyunu’nu da izleme fırsatımız oldu. Kılıç Kalkan Oyunu’nun Türk’ün savaşçı halini canlandıran, müziksiz oynanan bir oyun olduğunu öğrendim.
Zuhal Öğretmen gezimize, müze gezileriyle devam edeceğimizi ve ilk olarak TOFAŞ Araba Müzesi’ne, oradan da Bursa Kent Müzesi’ne gideceğimizi söyledi. Bu müzelerde Bursa ile ilgili birçok şey öğrendim.
Şimdi sıra türbe ziyaretlerindeydi. İlk olarak Emir Sultan Türbesi’ni gezdik. Burası Türkiye’de en çok ziyaret edilen ikinci türbeymiş. “Emir Sultan’a peygamberimizin soyundan geldiği için Emir, insanların gönlünü kazandığı için de Sultan denmiştir.” diye anlattı Zuhal Öğretmen. Sırada Yeşil Türbe vardı. Bu türbe tamamı çiniden yapılı olan tek türbeymiş.
Gezimize devam ederken bir köprü çok dikkatimi çekti. Zuhal öğretmen bu köprünün Irgandı Köprüsü olduğunu ve bu köprünün Türkiye’de tek, dünyada ise dört tane olan çarşılı köprüden biri olduğunu ve üzerinde otuz iki dükkanın olduğunu söyledi. Buradan Tophane Parkı’na geldik. Zühal Öğretmen bize: “Tophane, Bursa’yı kuşbakışı göreceğiniz bir alandır.” dedi. Buradan kenti daha iyi izleyebilme şansımız oldu. Parkın hemen girişinde bizi iki türbe karşıladı. Bunlardan biri Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey ve oğlu Orhan Gazi’nin türbeleriydi. Her yanı ile tarih kokan Bursa’da olmaktan ne kadar mutluydum anlatamam. Bu parkın içinde tarihi Bursa Saat Kulesi ve yine yıllar önceden kalan dev toplar vardı. Buranın manzarası da harikaydı. Gezerken oldukça acıkmıştık. Tabi ki Bursa’da İskender Kebabı yenirdi. Kelimelerle anlatamayacağım bir lezzetti. Kemalpaşa tatlısı ve kestane şekeri gibi yöresel tatlıları da harikaydı. Dinlenmek iyi gelmişti fakat daha gezilecek çok yerimiz vardı.
Konuşa konuşa giderken bir de baktık ki Bursa’nın simgelerinden olan Ulu Cami’nin önüne gelmişiz. Zuhal öğretmen bize Ulu Cami’nin hikâyesini anlatmaya başladı; “Yıldırım Beyazıt çıktığı seferden zafer ile dönerse yirmi camii yaptırmaya söz verir. Seferden zaferle dönülmüştür. Sıra gelir yirmi camiyi yaptırmaya. Yıldırım Beyazıt’ın damadı olan Emir Sultan Hazretleri yirmi cami yerine yirmi kubbeli bir cami yaptırmasını tavsiye eder ve inşaat başlar. Hacivat ile Karagöz’ün Ulu Cami inşaatında çalıştığı söylenir.” Camiinin üç kapısı vardı. Biz kuzey kapısından çıktık ve kendimizi bir anda Kapalı Çarşı’da bulduk. Bu çarşıda neredeyse aradığın her şeyi bulmak mümkündü. Çarşının sonunda Koza Han vardı. Hacivat ile Karagöz’den bahsetmişken, en sevdiğim gölge oyunu kahramanlarının müzesine gitmemek olmazdı. Bursa ile özdeşleşmiş olan Hacivat ve Karagöz daha önce de dediğim gibi, bir söylentiye göre Ulu Cami’nin yapılışı esnasında çalışan iki işçiymiş ve bu inşaatta çalışanları eğlendirmeleri ve güldürmeleriyle tanınmışlar. Müzede de çok eğlenceli dakikalar yaşadık.
Şimdi de sıra Türkiye’nin en uzun teleferik hattıyla kış turizm merkezi olan Uludağ’a çıkmaya gelmişti. Yaz olduğu için kar yoktu. Ama havası ve doğası bir harikaydı. Gölyazı, Trilye, Mudanya gibi daha gezilecek birçok yeri olan ve geze geze doyamadığımız Ulu Şehir Bursa’ya artık veda vakti gelmişti. Dipsizgöl İlkokulu Müdür Yardımcısı Zuhal HAMAN öğretmenimize ve Dipsizgöl İlkokulu öğrencilerine teşekkür ederek Bursa ile vedalaştık.
ÖYKÜ BALIKESİR’DE
O gün kendimi çok iyi hissediyordum. Çünkü Türkiye’nin en güzel şehirlerinden birine gidiyorduk. Bizi orada Cemre Öğretmen ve çocukları karşılayacaktı. Cemre Öğretmenin söylediğine göre Balıkesir hem Marmara Denizi’ne hem de Ege Denizi’ne kıyısı olan, tertemiz havası, dünyanın hiçbir yerinde yetişmeyen bitkileri, kaplıcaları, plajları, milli parkları ve her köşesinden görülebilen harika manzarasıyla eşsiz bir şehirdi. Çok merak ediyordum. Ben bu düşüncelere dalmışken arabanın penceresinden gelen kekik kokusuyla irkildim ve o an Balıkesir’e geldiğimizi anladım. Otogarda bizi Cemre Öğretmen ve birbirinden şirin öğrencileri karşıladı. Balıkesir’in il merkezini gezerken kocaman bir saat kulesi dikkatimi çekti. Yeni tanıştığım arkadaşlarımdan Yusuf bu durumu fark etmiş olacak ki hemen bana saat kulesi ile ilgili bilgi verdi. Kule 1827 yılında 5 katlı olarak inşa edilmiş. Yapısı bakımından Galata Kulesi’ne benzetiliyormuş. Gezimize devam ederken Cemre Öğretmen karşımızda duran kocaman bir camii gösterdi. İsmi Zağnos Paşa Camii imiş. 1461 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış olan cami bin kişilik kapasitesiyle Balıkesir’in en büyük camisiymiş. Ayrıca Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY Kurtuluş Savaşı yıllarında bu camide hutbe vermiş. Atatürk’ün de ilk hutbesinin bu camide okunduğunu duyunca çok şaşırdım.
Balıkesir’in merkezinden çabuk ayrıldık. Çünkü ilçelerinde görülmesi gereken harika güzellikler bizi bekliyordu. Susurluk üzerinden Balıkesir’in Marmara Denizi kıyılarına doğru yola çıktık. “Susurluk’tan geçip susurluk ayranı içmemek olmaz.” Dedi Ecrin. Tadı gerçekten çok güzeldi. Serinledikten sonra adını hep duyduğum ama bir türlü göremediğim Manyas Kuş Cenneti’ne geldik. Cemre Öğretmen, “Öykücüğüm, burası Türkiye’nin en küçük milli parkı olmasına rağmen bünyesinde 266 kuş türü, 118 bitki türü, 23 balık türü ve çeşitli sürüngen türleri bulunur.” Dediğinde buranın mükemmel bir yaşam alanı olduğunu anladım. Sıradaki durağımız Bandırma Arkeoloji Müzesi’ydi. Müze, Kyzikos Antik Kenti ve Daskyleion ören yerinden çıkarılan kalıntılar sonucunda kurulmuş. Çeşitli dönemlere ait eserlerin sergilendiği müzede bir laboratuvar, kütüphane, konferans salonu ve iki adet teşhir salonu bulunuyor. Sırada bir diğer müze olan Kuva-yı Milliye Müzesi vardı. Kuva-yı Milliye adını Sosyal Bilgiler dersinden biliyordum. Kurtuluş Savaşı sırasında halkın kurduğu birliklerdi ve işgalci devletlerle kahramanca mücadele etmişlerdi. Bu müze de Balıkesir Kuva-yı Milliye heyetinin toplantılarını yaptıkları yermiş. Müzeyi gezerken özellikle Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın balmumu heykelleri çok ilgimi çekti. “Kuva-yı Milliye demişken Çanakkale’de büyük kahramanlık gösteren Koca Seyit’in köyünü görmeden gitme Öykücüğüm.” Dedi Yağız Kaan. Hemen Havran’a doğru yola koyulduk. Koca Seyit Anıtı’nı gezdikten sonra Muhammed amcayla tanıştık. Muhammed amca Seyit Onbaşı’nın torunuymuş. Savaşın üzerinden yıllar geçtikten sonra Atatürk’ün Seyit Onbaşı’yı ziyarete gelişini, ne isterse vereceğini söylediği halde dedesinin “Hiçbir şey istemem, ben görevimi yaptım.” Diye cevap verdiğini anlatırken gözleri doldu.
Havran’dan ayrıldıktan sonra Edremit Körfezi’ne doğru yol aldık. Yolun iki tarafı da zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Nefes alınca ciğerlerimin tertemiz havayla dolduğunu hissedebiliyordum. Edremit’in bir yanında Kaz Dağları bir yanında ise Ege Denizi bulunuyordu. Enes’in söylediğine göre Kaz Dağları Alplerden sonra dünyanın en çok oksijen üreten dağıymış. Burada dünyanın hiçbir yerinde yetişmeyen 21 bitki türü yetişiyormuş. Ayrıca Mitolojik efsanelerde de adı sık geçiyormuş. Efsaneye göre dünyanın ilk güzellik yarışması burada yapılmış. Diğer efsane de Sarıkız Efsanesi. Güzeller güzeli Emine’nin köy halkı tarafından iftiralara uğradığı ve babası tarafından Kaz Dağları’nın en yüksek yerine, şimdi Sarıkız tepesi olarak anılan tepeye ölmek üzere gönderildiği hikaye. Neyse ki babası olup biteni sonunda anlamış ve kızının yanına gitmeye karar vermiş. Babasıyla acı başlayan öyküleri mutlu bitmiş. Sarıkız tepesine çıkarken o kadar yorulduk ki acıktığımızı fark ettik. Bizi tepede ellerinde piknik sepetleriyle Cemre Öğretmenin velileri karşıladı. Bizim için Balıkesir’in çeşit çeşit yemeklerini hazırlamışlardı. Keşkek, düğün çorbası, saçaklı mantı, börülce ekşilemesi, tirit, Bigadiç güveci, sura ismini öğrenebildiklerimden bazılarıydı. Hepsinin tadına baktım, çok lezzetliydi. Tatlı olarak da höşmerim, zerde ve Balıkesir kaymaklısı vardı. Tatlarına bayıldım. Tıka basa doymuştuk. Velilere teşekkür edip gezimize devam ettik. Alibey Kudar adında bir amcayla tanıştık. Kendisi ilkokul öğretmeniymiş. Kendi imkanlarıyla bir müze açmış. Tahtakuşlar Etnografya Müzesi adını verdiği müze Türkiye’nin ilk özel etnografya müzesiymiş. Bu müzede Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türk boylarının kullandıkları eşyalar sergileniyor. Ayrıca bu müze UNESCO’dan da ödül almış. Buradan Edremit’teki son durağımız olan Antandros Antik Kenti’ne yolun sol tarafındaki plajları ve masmavi denizi izleye izleye yol aldık. Kazı alanlarını gezdikten sonra Antandros’la ilgili kısaca bilgi aldık. Antandros’un tarihi M.Ö. 5.yüzyıla dayanıyormuş. Yüzyıllar boyu birçok medeniyeti barındırmış kentte binlerce kalıntı bulunuyor. Gördüklerime hayran kaldım.
Edremit’ten sonraki durağımız turizm cenneti Ayvalık’tı. Plajları, şirin evleri, kilise ve camileriyle gezilecek çok yeri vardı. Hızlıca Agia Paraskesi Manastırı, Ayvalık Hamidiye ve Saatli Camiler, Sevim-Necdet Kent Kitaplığı ve Aşıklar Tepesi’ni gezdik. Cunda Adası’na vapurla gidip geldikten sonra artık Ayvalık’taki son durağımız olan Şeytan Sofrası’na geldik. Cemre Öğretmene buraya neden Şeytan Sofrası dendiğini sordum. “Rivayete göre şeytan cennetten kovulduktan sonra kendisine yeni bir yer aramaya başlamış. Burayı gördüğünde buranın yeryüzünün cenneti olduğunu düşünmüş ve burada ayak izini bırakmış. Bu tepe aynı zamanda sönmüş bir volkan tepesi olduğu için sofraya benzer. Bu yüzden adı Şeytan Sofrası.” Dedi Cemre Öğretmen. Burada içi dopdolu Ayvalık tostlarımızı yedikten sonra son durağımız olan Yedi Şehitler Anıtı’na gittik. Anıtın üzerinde aynen şöyle yazıyordu: “Yurttaş! Kurtuluş Savaşı başlangıcında Ali Çetinkaya’nın kumanda ettiği 172. Alay erlerinden 16-7-1919’da şehit düşen yedi er burada gömülüdür.”
Balıkesir’in bir doğa harikası olmasının yanı sıra her köşesinde gördüğüm milli ruh ve bilinç kalıntısı benim için burayı daha özel bir şehir haline getirdi. Hayatım boyunca unutamayacağım gezilerden biri oldu. Cemre Öğretmen ve çocukları beni tekrar Balıkesir’de görmek istediklerini söylediler. Ben de onlara her şey için teşekkür ettim. Çanakkale’ye doğru yola çıktığımızda yorgunluktan uyuyakalmışım. Rüyamda hala Ayvalık’ın nazar boncuklu sokaklarında dolaşıyordum. J
ÖYKÜ ŞEHİTLER DİYARI ÇANAKKALE’DE
Görmeyi sabırsızlıkla beklediğim şehir, şehitler diyarı Çanakkale’ye doğru yaklaştıkça
heyecanım artıyordu. Bize Çanakkale’yi gezdirecek Hamiyet öğretmenim ile Biga ilçesi Şehir
Parkı’nda buluşacaktık. Babam, annem ve ben Biga Şehir Parkına geldiğimizde Sakarya İlkokulu
3/A sınıfı öğrencilerinin Çanakkale yöresel kıyafetleri içinde bizi Harmandalı ve Kusköy Zeybeği
oynayarak karşılamaları bizim için tam bir sürpriz olmuştu.
Biga Belediyesi bize bu gezi için araç vermiş. Çanakkale’yi 3/A sınıfı öğrencileriyle birlikte
gezeceğiz. İşte bu beni çok mutlu etti. Arkadaşlarımla hemen kaynaştım. Bana o kadar içten ve
sıcak davrandılar ki evimde, kendi şehrimdeymiş gibi hissettim. Ben arkadaşlarımla otobüse
bindim. Anne ve babam da kendi aracımızla Çanakkale’ye kadar gelecek, daha sonra bizim araca
geçecek ve bizimle birlikte gezecekler. Aracımıza bindik ve Çanakkale’ye doğru yola çıktık.
Çanakkale’nin Kazdağları’nda Yenice ve Bayramiç ilçeleri varmış, buralarda meyvecilik ve
hayvancılık yapılıyormuş. Kazdağları görülmesi ve gezilmesi gereken bir yermiş. Suları buz,
havası bol oksijenliymiş.
Yolculuk çok eğlenceli geçiyordu. Bir ara otobüs şoförü müziğin sesini açtı. “Çemberimde gül
oya”, “Evreşe yolları dar”, “Gemilerde talim var” türkülerini arkadaşlarımla hem söylüyor, hem de
çok eğleniyorduk. Bu yolculuk boyunca birbirimizi daha yakından tanıdık. Lapseki’ye yaklaşırken
yolun her iki tarafında göz alabildiğince uzanan meyve bahçeleri olduğunu gördüm. Buralarda
şeftali, kiraz, erik, elma hatta kivi yetişiyormuş. Hamiyet öğretmenimin dediğine göre her yıl
burada “Kiraz Şenliği” yapılıyormuş. Sahil şeridinde ilerlerken Lapseki’nin tam karşısındaki
Gelibolu çok güzel görünüyordu.
Çanakkale’ye geldiğimizde babam arabayı otoparka bıraktı ve annemle birlikte bizim arabamıza
geçti. Hamiyet öğretmenim Ayvacık ilçesindeki Assos Antik Şehri’ne gideceğimizi söyledi. Assos
şimdi ki adı Behramkale köyü, siyah taş evleri, dar sokakları ve sokaklarda ki köylü kadınlarının el
işi tezgahları büyüleyiciydi. Hele Athena Tapınağı’ndan Midilli adası o kadar net görünüyordu ki
Yunanistan’ın bize bu kadar yakın olduğuna şaşırmıştım. Babam bol bol fotoğraf çekti.
Çanakkale büyük bir tarih müzesi adeta. Truva Antik Şehri dokuz kez yıkılıp tekrar kurulmuş.
Burada en çok ilgimi çeken bu savaşta kullanılan tahta at oldu. Savaş hilesi olarak içine askerleri
gizleyip Truvalılara hediye edilen at. Akhalılar sur duvarlarını aşamayınca bir tahta atın içerisine
askerlerini saklayarak Truva Şehri’ni ele geçirmişler.
Çanakkale’ye geldiğimizde karnımız çok acıkmıştı. Öğle yemeğinde Domatesli tarhana çorbası,
asma yaprağında sardalye, zeytinyağlı börülce ve üzerine de kızarmış peynir helvası yedik.
Boğazın sardalyesi meşhurmuş, harika lezzetlerdi. Annem asma yaprağında sardalyeyi çok
beğendiğini söyledi. Babam ise kızarmış peynir helvasına bayılmış. Eee ne de olsa tatlıyı çok
sever.
Çanakkale Boğaz Komutanlığı Deniz Müzesi ile boğaza mayın döşeyerek savaşın kaderini
değiştiren Nusrat Mayın Gemisi’ni ve Çimenlik Kalesi’ni gezdik. Türk askerlerinin ve düşman
askerlerinin savaşta kullandığı silahlar, giydikleri kıyafetler, su mataraları ve yemek kapları çok
etkileyiciydi.
Gelibolu Tarihi Milli Parkı’na gitmek için boğazın karşısına geçmemiz gerekiyordu. Biz
aracımıza binerken, babam otoparktan bizim arabamızı aldı ve Çanakkale iskelesine gittik.
Feribotu görünce çok heyecanlandım. Yolculuk boyunca martılar bizi hiç yalnız bırakmadı.
Hamiyet öğretmenim Çanakkale ilinin iki tane adasının olduğunu söyledi. İsimleri Gökçeada ve
Bozcaada diye de ekledi. Ayrıca her ikisinin de doğal güzelliklerinin görülmeye değer olduğunu
belirtti. Türkiye’nin köyünün olmadığı tek ilçe Bozcaada imiş, çok şaşırmıştım.
Çanakkale Boğazı’ndan geçerken bir şey dikkatimi çekti. Tepede bir asker görseli, yanında bir
şiir. Bu görseli boğazdan geçen tüm gemilerin görmesi için bir üsteğmen yapmış. “ Bir Yolcuya”
şiirini yazan Necmettin Halil Onan’a ne kadar teşekkür etsek az.
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”
Çanakkale’de büyük babamın dedesi şehit düşmüş. Heyecanım Eceabat’a gelince bir kat daha
arttı. Şehit olan büyük büyük dedemi bu topraklarda ziyaret etme imkanı bulacağım. Ne büyük
gurur.
Hamiyet öğretmenim Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne gideceğimizi söyledi. Çanakkale
Muharebeleriyle ilgili bilgileri üç boyutlu olarak izledik. On bir odada izlediğimiz Çanakkale
Destanı çok etkileyiciydi. Namazgah Tabya’sı ve Seyit Onbaşı anıtına geldiğimizde Seyit
Onbaşı’nın nasıl 276 kiloluk bombayı sırtlayıp, namluya sürerek düşman zırhlı gemisi Ocean’ı
dümeninden vurup diğer savaş gemilerine çarpıp savaşın seyrini değiştirdiğini Hamiyet öğretmen
anlattı bizler dikkatlice dinledik. Buradan Çanakkale Şehitler Abidesi’ne gittik. Boğazın girişinde
hakim bir tepede bütün görkemiyle boğaza giren gemileri selamlıyordu sanki. Şehitlik, Müze ve
Anıt bir arada çok etkileyiciydi.
Ezineli Yahya Çavuş şehitliğine geldiğimizde düşman çıkarmasına direnen Yahya Çavuş ve
altmış üç askerinin bu mevziyi korumak için nasıl savunduğunu ama hepsinin de şehit düştüğünü
öğrendim. Hamiyet öğretmenim şimdi gerçek bir şehitliğe gideceğimizi söyledi. Babam, annem ve
ben çok heyecanlanmıştık.Çünkü bu topraklarda bizim ailemizden de bir şehit yatıyordu. Babam
hiçbir anı kaçırmıyor her anıtı ve şehitliği fotoğraf makinesiyle ölümsüzleştiriyordu.
Hamiyet öğretmenim bizi hastane sargı yeri olarak kullanılan ve gerçek bir şehitlik olan
Şahindere Şehitliği’ne götürdü. Savaş kurallarına göre hastanelerin bombalanması savaş suçu
sayılıyormuş. Ama İngilizler’in Şahindere Hastanesi’ni bombaladıklarını ve burada ki herkesin
şehit olduğunu söyledi. Ayrıca burada bulunan mezarların gerçek mezar olduğunu ve isimleri
yazılı olan şehitlerimizin burada huzur içinde yattığını anlattığında bütün duygularım birbirine
karışmıştı. Bir anda aklıma büyük babamın dedesi geldi. Babamla orada ki mezarların üzerinde ki
isimleri dikkatlice okumaya başladık. Evet evet işte Hüseyin oğlu İbrahim Er – Konya 1887 – 1915
nasıl bir duygu içindeyim bunu anlatmama imkan yok. Babam, annem, ben hem gururlu hem de
hüzünlü şehidimize, şehitlerimize Fatiha okuyup ayrıldık.
57. Piyade Alayı şehitliğinde Atatürk’ün “ Ben size taarruzu emretmiyorum. Ölmeyi
emrediyorum.” dediği yer olduğunu ve emri alan 57. Alayın erinden komutanına kadar tamamının
burada şehit olmaları beni derinden etkiledi. Conkbayırı ve Anafartalar bu savaşta çok önemli
yere sahipmiş. Anzaklarla Türk askerinin burada çok çetin savaşlar yaptığını, Mustafa Kemal’in
“Süngü tak, yere yat.” Emrini burada verdiğini ve savaşın seyrini değiştirdiğini Hamiyet
öğretmenim anlattı. Ayrıca bir şarapnel parçasının Mustafa Kemal’in göğsüne isabet ettiğini ve
annesinin hediye ettiği saatin onu kurtardığını da öğrendim. Atatürk’ün karargah olarak kullandığı
Bigalı Köyünde bulunan Atatürk Evi ve Müzesinde bulunan Mustafa Kemal’in savaş sırasında
kullandığı eşyaları görmek çok güzeldi. Gezilecek daha o kadar çok şehitlik ve anıt varmış ki ama
bizim zamanımız kalmamıştı.
Bu topraklardan ayrılık zamanı geldiğinde babamın “Yurdumun dört bir tarafından gelerek bu
toprakları bize vatan yapan şehitler huzur içinde uyuyun.” dediğini duydum. Hoşça kal Çanakkale,
hoşça kal şehitler diyarı söz veriyorum yeniden bir daha geleceğim….
TEKİRDAĞ
Çanakkale’den yola çıktık.Çanakkale’nin Meşhur 19 .tümenininkurulduğu şehre ;Tekirdağ’ a doğru yol aldık.Tarlaları sarıya boyayan harika gündöndü manzaraları eşliğinde vardık.Bizi karşılayacak olan Yasine öğretmen ve candan öğrencileri ile Tekirdağ sahilde buluştuk.
Heryer cıvıl cıvıl ve kalabalıktı.Tekirdağ kiraz festivalinin ortasında bulduk kendimizi..Farklı ülkelerden gelen ziyaretçilerin özel gösterileri Tekirdağ yöresi halk dansları ,festival güzellik yarışmaları ve en güzel kiraz yarışmalarını izledik. Bol bol da lezzetli kirazlardan yedik.Festival birkaç gün daha devam edecekmiş konserler olacakmış. Karnım çok acıkmıştı.Acaba neleri meşhur derken arkadaşlar hep bir ağızdan “Tekirdağ köfte “diye bağırdılar.Ecrin de Hayrabolu tatlısı da yiyelim dedi neşeyle. Hep beraber köfte yemeye gittik.Üzerine de çok lezzetli meşhur Hayrabolu tatlısı da yedik,karnımız doymuştu.
Sahil şeridinden dönerken 260 a yakın restore edilen tarihi ahşap evleri, meşhur kiraz heykelini, Mustafa Kemal’in harf inkilabından sonra ilk olarak Tekirdağ’ı ziyaretinin anısına kara tahta başında yeni Türk harflerini öğretirkenki anıt heykelinin fotoğraflarını çekmeden geçemedim.
Rakoczi müzesine gittik. Macar kurtuluş harekatı prensi French Rakoczi’nin kaldığı ev .Buradan arkeoloji ve etnografya müzesine geçtik.Ayrıca Eski Cami ,Orta cami ve büyük mimarımız Mimar Sinan’ın inşa ettiği Rüstem Paşa Camisi’ni ziyaret ettik.
Sahilde çay molası verdik Tekirdağ’ın meşhur peynir helvasından yanında dondurma ile keyifle yedik.Çanakkale ile tatlı bir çekişme içindeymiş bu tatlı.
Sahilde kiraz festivali , konserler, fener alayları ile devam ederken arkadaşlarla parkta otururken elimden tuttular “haydi Tekirdağ karşılaması oyunu öğretelim sana “dediler.”Abim damat oluyor sıra da bana geliyor ”.Onlar söylediler ben de ayak uydurmaya çalışarak gülerek eşlik ettim. Ne kadar da eğlenmiştik.
Dikkatimi çeken şeylerden biri de her yerde Namık Kemal ismi olduğuydu. Öğretmenimiz vatan şairimiz Namık Kemal ‘in Tekirdağ ‘da doğduğunu onun anısına birçok yere isminin verildiğini söyledi ve bizi Namık Kemal Evi Müzesine götürdü.Mustafa Kemal’in vatan şairi Namık Kemal için “benim duygularımın babasıdır”dediğini,ondan çok etkilendiğini anlattı.
Tekrar araçlarımıza bindik.Yaklaşık bir saat uzaklıktaki Türkiye’nin 60 km ile en uzun sahil kenti olan Tekirdağ’ın Şarköy ilçesine yol aldık.Şarköy’e vardığımızda muhteşem doğası tarihi ve denizi ile gezmeye doyamadık. Hoşköy’deki denizcilerin dostu Hora Fenerini ,Uçmakdere köyündeki bozulmayan doğayı ve yamaç paraşütü yapanları zevkle izledik.Yol boyunca Türkiye’nin en kaliteli üzümlerinin yetiştiği bağlarıyla, zeytinlikleriyle gezmeye doyamadık bu tatil kentini .
Üç Kemaller diyarı da denilen bu kenti tatlı hatıralarıyla geride bırakarak Edirne’ye doğru yol aldık.
SERHAD ŞEHRİ EDİRNE
Sabah, Tekirdağ’dan Edirne’ye doğru yola çıktık. Yaklaşık iki saat sürecek olan yolculuğumuz başlamıştı. Yolun iki yanında sararmış buğday tarlaları ve ayçiçeği tarlaları görünüyordu. Konya Ovası gibi Trakya Bölgesi’nin bu kısmı da düzlüktü.
Dünyanın en uzun taş köprüsü bulunan Uzunköprü ilçesinden geçerek Edirne’ye doğru yola devam ettik. Ergene Nehri üzerinde bulunan köprü adı gibi uzundu. Annem tarlalarda ki yeşil ekili alanları göstererek; “Öykü, bunlar pirinç tarlaları. “dedi.Yeşil pirinç tarlalarında leylekler suyun içinde dolaşıyorlardı.
. Havsa ilçesine doğru yola devam ettik.. Edirne’ye girerken Selimiye Cami’nin dört minaresini gördük .Edirne’nin simgesi olan bu camiyi Mimar Sinan’ın yaptığını okumuştum. Annem; “Edirne, İstanbul’un fethine kadar Osmanlı Devleti’ne 92 yıl başkentlik yapmış. Edirne’de birçok tarihi eser bulunuyor” dedi.
Selimiye Cami önünde Serap Öğretmen ve Edirneli arkadaşlarla buluştuk. Otelimiz, caminin yanındaydı. Otelimizin bahçesinde hem kahvaltı ettik hem de biraz dinlendik. Edirne peyniri çok lezzetliydi.Kahvaltımızı ederken bir yandan da gezi planı yapıldı. Çünkü Edirne demek tarih demekti, gezilecek öyle çok tarihi yer vardı ki…
İlk önce Selimiye’yi gezdik. Gökyüzüne doğru uzayan minareleri ile Selimiye Cami muhteşem görünüyordu. Padişah II.Selim tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış. Dünya Kültür Mirası Listesine alınan Selimiye Cami’nin dünyada bir eşi yok.
Babam caminin çinilerini göstererek ; “ Çini ,mermer süslemeler, sütunlarda ki yazılar birer sanat eseri”, dedi.
Caminin bahçesinde bulunan müzeleri gezdik. Burada Mimar Sinan’ın balmumu heykelini gördük. Annem, Edirnekari işçiliği ile yapılan sandıkları çok beğendi. Bu müzelerde Edirne Sarayı’dan kalan eserler de vardı.
Üzerinde şehit kanı bulunan sancak beni duygulandırdı.. Balkan Savaşları’nda çok şehit verilmiş.
Gazi İlkokulu, Edirne Müzesi’nin arkasındaydı, okulun yanından geçerek Muradiye Cami’ne gittik, cami eşsiz Edirne Çinileri ile süslenmişti. Arkadaşlarım; “Burası bizim mahallemiz, çoğumuz bu civarda oturuyoruz. Şu karşıda görünen Kırkpınar Güreşleri’nin alanı,”dedi.
Babam güreşleri seyretmeyi çok seviyordu:“Kırkpınar Şenlikleri her yıl Temmuz ayının başında yapılıyor. Türkiye’nin her yerinden pehlivanlar buraya gelip Başpehlivanlık için güreşiyorlar”, dedi.
Serap Öğretmen; “Şenliklerin yapıldığı bu alan, Edirne Sarayı’nın bulunduğu alandır.Burada eski saray kalıntıları ve Balkan Şehitliği bulunuyor. Balkan Savaşları’nda Türkleri burada esir tutmuşlar. Biz Edirneliler için burası çok değerlidir.” diyerek Sarayiçi alanını tanıttı.
Pehlivan heykelleri ve Kırmızı dipli mum heykelleri vardı .Bu mumlar Kırkpınar Güreşleri için davetiye anlamındaymış. Davul zurna takımı eşliğinde çarşıdaki dükkanlara bu mumlar dağıtılır herkes Kırpınar’ a davet edilirmiş.
Sarayiçi’nden, Yenimaret Semti’ne, II.Bayezid Cami ve külliyesine giderek buradaki Sağlık Müzesi’ni gezdik.Annem; “Bu müzik sesi nedir?”diye sordu.
Serap Öğretmen: “Burada akıl hastalığı dahil birçok hastalık, su sesi ve müzik ile tedavi ediliyormuş. Çiçek aşısının ilk bulunduğu yer burasıymış. Çiçek hastalığı böylece tedavi edilir olmuş. Burası Osmanlı zamanında Tıp Fakültesi sayılırmış.”dedi.
Burada her odada heykellerle canlandırılan tedavi yöntemlerini görünce çok şaşırdım.
En çok bu müzeyi beğendim.
Öğle yemeğini Meriç Nehri kıyısında yedik.. Yemekte Darhane çorbası, Edirne Tavaciğeri vardı. Gaziler Helvası da çok lezzetliydi.
Yemekten sonra Karağaç Semti’nde Lozan Anıtı’nı gezdik. Tarihi tren istasyonunu gördük. Karaağaç Semtin’de Yunanistan’a geçiş sağlayan Pazarkule gümrük kapısını da gördük.Edirne ,Bulgaristan ve Yunanistan ile komşu sınır ilimizdir.
Gezimize, Saraçlar Caddesi’nde bulunan Bedesten ve Alipaşa Kapalı Çarşıları’nı gezerek devam ettik. Kokulu meyve sabunları ve Bademezmesi aldık.
Arasta Çarşısı’nın yakınında akşam yemeği yedik. Ünlü Edirne Köftesi ve piyaz çok lezzetliydi. Tatlı olarak Zerde yedik. Yemekten sonra Serap Öğretmenle vedalaştık. Tarihi otelimize döndük. İnsan Edirne ‘de gezerken hiç kaybolmaz diye düşündüm. Çünkü Edirne’de nereye giderseniz gidin her yol Selimiye Cami’ne çıkıyor.
Ertesi sabah; Bir güne sığmayan güzelliklere, her sokağında bir tarihe sahip. Edirne’den ayrılıp Kırklareli’ne doğru yola çıkarken arkama dönüp baktım ,Selimiye Cami ,tüm güzelliğiyle bizleri yolcu ediyordu.
ÖYKÜ KIRKLARELİ’DE
Sabah erkenden uyandım. Kırklareli’ne gideceğim için sabırsızlanıyordum. Annem odama gelip
”Haydi kızım, kahvaltıya hazır.” dediğinde ben hazırlanmıştım. Kahvaltımızı yaptık. Serap öğretmenimle ve
Edirne’yle vedalaşıp Kırklareli’ne doğru yola çıktık.
Güneş ayçiçeği tarlalarını aydınlatırken, Hasan öğretmen ve öğrencileri ile tanışmak için
sabırsızlanıyordum. “Acaba nasıl insanlarla tanışacağım?” derken Kırklareli’nin girişine geldiğimizi fark
ettim.Girişte bizi harika bir tabela karşıladı.
“ Burada yaşayanların kalbi Mustafa Kemal ATATÜRK diye atar.”
Bu harika tabelayı görünce, Kırklareli’yi daha tanımadan sevmeye başladım.
Hasan öğretmen ve öğrencileriyle sözleştiğimiz gibi otogarda buluştuk. Her biri güler yüzlü, 26
arkadaşım birden oldu. Hasan öğretmen de gülümseyerek bize “hoş geldiniz “ dedi.
Otogarda arabamızı bırakmak zorunda kaldık. Çünkü Kırklareli Belediye Başkanı, daha rahat bir gezi
yapabilmemiz için, bize bir otobüs tahsis etmişti. Otobüse binerken otogarın karşısındaki heykel dikkatimi
çekti. Çünkü bu heykel Karagöz Heykeli’ydi. Heykele baktığımı gören Hasan öğretmen, Karagöz’ün
Kırklareli’de yetişmiş olan bir şahıs olduğunu ve adının (Kakava) hıdrellez ile bağdaştırılarak her yıl mayıs
ayının 4. haftasında şenlik olarak kutlandığını söyledi. Ardından da bir sınır şehri olan Kırklareli’nin eski
adının “Kırk Kilise” olduğunu söyledi ve devam etti. “Kırklareli’yi fetheden Türk akıncıları burada 40 şehit
vermişler. Bu şehitlerin aziz hatırası için şehrin adını Kırklareli olarak değiştirmişler. Bu ildeki “Kırklar
Şehitliği” ve “Kırklar Camii” de bu şehitlerin hatırası içindir.” dedi. Okuduğum bir kitapta, Evliya Çelebi’nin
süslü ve incelikli zevkli bir şehir olarak tarif ettiği Kırklareli’nde bakalım neler görecektik?
Önce, yeni açılan Atatürk Evi’ne gittik. Burasının, Ata’mızın Selanik’teki evinin aynısı olduğunu ve
Kırklareli halkı tarafından yapıldığını öğrendim. Ardından Kırklareli Müzesi’ne gittik. Burada tarihi, coğrafi,
arkeolojik ve kültürel olarak sergilenen birçok tarihi eseri gördük. Aşağı Pınar ve Kanlı Geçitten çıkarılan
heykelcikler ve kaplar dikkatimi çekti. Benim ilgimi Hasan öğretmen fark etmiş. “ İsterseniz gezimize,
buranın devamı sayılabilecek höyüklerde devam edelim.” dedi.
Otobüsümüze binerek kısa bir yolculuk sonrası, Aşağı Pınar höyüğü ve 300 m batısında bulunan
Kanlıgeçit Höyüğü’ne ulaştık. Bu höyüklerde yapılan araştırma ve kazılar sonucunda, bulunan kalıntılardan
bölgenin Neolitik çağda yerleşim alanı olarak kullanıldığı bilgisine ulaşılmış bir bölge. Kırklareli’nin 8500 yıl
önceki haline samanlık müzelerde tanıklık ettik. Aşağı Pınar köy kültürüne ait günlük yaşamın yanı sıra
sepetçilik, çömlekçilik, dokumacılık, duvar tamirciliği, buğday üretimi gibi pek çok kesit ayrıntılı biçimde
canlandırılmış.
Sıcak havada dolaşırken hem biraz yorulmuş hem de susamıştık. Hasan öğretmenim “Kırklareli’ye
gelip de hardaliye içmeden olmaz.” diyerek bizi güzel bir mekâna götürdü. Hardaliye, ismini ilk defa
duyduğum bir içecekti. Meğer 500 yıldır bu bölgede yaş üzüm kabuk ve çekirdeklerinin siyah hardalla
karıştırılarak özenle yapıldığını öğrendim. Çok farklı bir lezzet ve çok sağlıklı bir içecekmiş. Annem, babam
ve ben de çok beğendik.
Şehrin çok eski yerleşim alanı olduğu anladım. Biraz dinlendikten sonra, “ Tarih kokan
Kırklareli’nden biraz da doğal güzellikleri görmek ister miyiz? ” dedi öğretmenimiz. Ve çok merak ettiğim
Dupnisa Mağarası’nı görmek üzere yola çıktık. Arabada Trakya müzikleri eşliğinde yolculuk yapmak çok
eğlenceliydi. Bu arada Aziziye (Dereköy) – Bulgaristan sınır kapısının da olduğunu öğrendim.
Dereköy’den Dupnisa Mağarası’na giderken yol üzerinde bir alabalık yetiştirilen bir tesisinde mola
verdik. Burasının kiremitte pişirilen alabalık yedik. Daha önce böyle bir balık yememiştim.
Yemek sonrası otobüsümüze binerek mağaranın olduğu köye doğru yola çıktık. Zorlu bir yolculuk
sonrasında mağaraya ulaştık. Hasan öğretmenim mağarayla ile ilgili kısa bir açıklama yaptı. Mağara,
yaklaşık 4 milyon yıllık bir oluşum süreciyle oluşmuş. Dupnisa adı Bulgarca’da delik anlamına geliyormuş.
Mağaraya girdiğimizde bizi soğuk bir hava karşıladı. Heyecanım her bir adımda artmaya başladı. İlerledikçe
yarasaları gördüm. Sarkıt ve dikitler dikkatimi çekti. Bu mağaranın altında bir de yer altı nehri olduğunu, iki
kat ve üç mağaradan oluştuğunu öğrendim.
Mağarayı gezisini tamamlayınca Hasan öğretmen, “ Buradan Demirköy’e gideceğiz. Demirköy’de
Dökümhaneyi gezeceğiz.” dedi. Orman içerisinde eğlenceli yolculuk sonrası Demirköy’e geldik.
Dökümhanenin olduğu yerde bir kazı yapılıyordu. Kazı alanına gidince Hasan öğretmenim “ Fatih Sultan
Mehmet’in İstanbul’un Fethinde kullandığı topları burada yaptırmış.” dedi.
Dökümhaneden sonra İğneada Limanköy’e doğru yola koyulduk. Hasan öğretmenim “ İğneada şirin
bir sahil kasabası. Biraz sonra harika doğal güzellikleri göreceksiniz. Biraz sonra göreceğiniz ormanlık alan,
dünyada ender görülen Longoz Ormanları diğer adı “Subasar Ormanı’dır. dedi. Gerçekten de bir süre sonra
bu harika güzelliği gezmeye başladık. Bulanık Dere Longozu, Hamam Gölü Longozu , Saka Gölü Longozu,
Bulanık Meşe ormanını kapsayan 8 kilometrelik bir gezi yaptık. Hiç böyle gür bir orman görmemiştim.
Ağaçlardan gökyüzü görünmüyordu.
Hasan öğretmenim, “Buraya kadar gelmişken, sınır köyü Beğendik’i de görmek ister misiniz?
dedi.Biz de hepimiz birlikte “ Eveeeettt “ dedik. Çam ağaçlarının kokusuyla beraber Beğendik’e geldik.
Rezve Deresi’nin denize döküldüğü yerde Bulgar ve Türk bayrakları asılıydı. Bu dere, iki ülke sınırını
belirliyormuş aynı zamanda.
İğneada ve Limanköy’de biraz mola verdik. Limanköyde’ki feneri ve kütüphaneyi gezdik. Hasan
öğretmenim,“ Şimdi de sırada Kıyıköy var.” dedi. Yolculuğumuz şarkılar söyleyerek çok eğlenceli geçti.
Kıyıköy’de Papuçdere kıyısında bulunan Aya Nikola Manastırı’nı ziyaret ettik. Burası kayalara oyularak
yapılmış. Zemin katı kilise, daha aşağıda bulunan bodrum katı ise ayazmaymış.
Manastırı gezince harika balık çorbalarımızı içerek otobüsümüze bindik. Ben “ Hasan öğretmenim,
buradan nereye gideceğiz? “ dedim. Hasan öğretmenim “ Önce Pınarhisar’a, ardından da Lüleburgaz’a
gideceğiz.” dedi. Önce Pınarhisar’daki kaleyi gezdik, ardından da Lüleburgaz’daki Sokullu Mehmet Paşa
tarafından Mimar Sinan’a 1569-1570 yılları arasında yaptırılan ‘’Sokullu Külliyesi’’ni gezdik.
Hava kararmaya başlamıştı. Öğretmenim “ Öykü, gün içerisinde ilimizin tarihi ve doğal güzelliklerini
gezdik. İstersen bu akşam da eğlenceli bir yere gidelim.” dedi. Çok yorulmamıza rağmen yine hepimiz “
Eveeettt” dedik. Hasan öğretmenim “ Şimdi sırada Pehlivanköy ilçemizdeki Pavli Panayırı’na gidiyoruz.”
dedi.
Hasan öğretmenim bu panayırın bu yıl 109.sunun düzenlendiğini, halk arasında Pavli Panayırı
dendiğini söyledi. Gelişimizin bu tarihlere rastlamasına çok sevinmiştim. Nihayet panayır yerine ulaştık.
Hasan öğretmenim “ Öykü, bizim okulun mehter grubunun bu akşam burada bir konseri var. Haydi,
onların yanına gidelim.” dedi. Hep birlikte Fatih İlkokulu mehter grubunun konserini izledik. Her parçada
heyecanlandım ve gururlandım. Söyledikleri marşlara hep birlikte eşlik ettik.
Konser sonrası panayır alanında dolaşmaya başladık. Bir yandan davullar çalıyor bir yandan lunapark
kurulmuş küçük büyük herkes eğleniyordu. İğne atsanız yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Karnımız da
gelen et kokularıyla iyice acıkmıştı. “ Buraya kadar gelip te oğlak çevirme yemeden olmaz. “ dedi Hasan
öğretmenim. Yediğimiz oğlak çevirme çok lezzetliydi. Tadı damağımda kaldı. Burası çok farklı ve eğlenceli
bir yerdi. Harika bir gün geçirmiştim bir o kadar da yorgundum. Hasan öğretmenim “ Öykü, umarım ilimizi
beğenmişsindir.” dedi. Ben de çok beğendiğimi söyleyip hem öğretmenime hem de arkadaşlarıma teşekkür
ettim.
Artık gece ailemle birlikte konaklayacağımız Babaeski’ye doğru yola çıktık. Gece uyuyup
dinlendikten sonra sabahleyin unutulmaz bir gün geçirmemi sağlayan Hasan öğretmenim ve öğrencileri ile
veda vaktiydi. Güzel arkadaşlıklarla ve karışık duygularla artık buradan ayrılma zamanı geldi. Bana ve aileme
Kırklareli’yi tanıma fırsatını veren Hasan öğretmenime ve öğrencilerine çok teşekkür edip, annem ve babamla
beraber yeni bir şehre doğru yola çıktık.
ÖYKÜ İSTANBUL’DA
Bu sabah çok heyacanlıydım.Çok merak ettiğim Türkiye’nin en kalabalık şehrine doğru yola
çıkacaktık.Okuduğum ve izlediğim kadarıyla Anadolu ve Avrupa yakasını birbirine bağlayan ,içinden
geçen denizi, yedi tepesiyle eşsiz güzelliğe sahip bir şehir olduğunu biliyordum.2,5 saat süren
yolcuğumuz sonunda Oya öğretmen ve güler yüzlü öğrencileriyle Esenler Otogar’ında buluştuk ve
tanıştık.Ellerinde ‘Dünya Şehri İstanbul’a Hoş Geldin Öykü ’ pankartları vardı.Hepsi en az benim
kadar mutlu ve heyecanlılardı.Annem ve babam da onları çok sevmişti.
Yorucu ama çok güzel bir gün beni bekliyordu.Hep birlikte otogardan Eminönü’ne doğru yola
çıktık.Boğaz manzaralı harika bir kahvaltıdan sonra tramvaya binip Beyazıt’a geldik.Annem bize
Kapalı Çarşı’yı çok merak ettiğini söyledi.Dünya’nın en eski ve kapalı olan çarşılarından biri olan bu
tarihi güzellik içinde kaybolmadan gezmeyi ümit ettim.Çünkü labirent şeklinde ve üç binden fazla
dükkanı olduğunu Oya öğretmenim söyleyince çok şaşırdım.Annem ve babam Konya ‘da ki
tanıdıklarımızla çeşitli hediyeler alırken ben de her güzelliğin fotoğrafını çekmeye devam ettim.
Alışverişten sonra hep birlikte Sultan Ahmet Meydanı ‘na gittik.Burası İstanbul’un yerli ve yabancı
turistlerinin en çok gezdiği meydanlardan biriydi.Osmanlı döneminde eğlencelerin ,yarışların
yapıldığı bir meydanmış. Gezimize Tarihi Yarımada denilen en önemli tarihi eserlerin bulunduğu
bölgeyi gezerek devam ettik.Öğrenci arkadaşlarımla bol bol resim çekerek hatıra biriktirmeye
devam ediyorduk.Türkiye ‘deki 6 minareli 4 camiden biri olan Sultan Ahmet Cami’yi ,daha sonra
Roma İmparatorluğu zamanında yapılmış en büyük kilise olan dünyanın 8. harikası olarak gösterilen
,daha sonra camiye çevrilen ve şimdi de müze olarak kullanılan Ayasofya Cami’yi gezince annem
,babam ve ben hayran kaldık.Daha sonra dönemin su ihtiyacını karşılamak üzere yaklaşık yüz bin ton
kapasitesi olan şimdi ise toplantılara ve konserlere bile ev sahipliği yapan ve ziyarete açılan
Yerebatan Sarnıcı (Sarayı) görülmeye değerdi.
Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm izlerini içinde görebileceğimiz, dünyanın en büyük ve en
eski sarayı olan ve zamanında içinde yaklaşık dört bin kişinin yaşadığı söylenen muhteşem
görkemiyle Topkapı Sarayı’nı gezerken hayran kalmamak mümkün değildi.Öğretmenimiz dünyaca
ünlü Kaşıkçı Elması’nın da burada sergilendiğini söyledi.İstanbul büyülü bir masal diyarı gibiydi.Sanki
zaman makinesine girmiş gibi hissediyordum kendimi. Her anı, her güzelliği
fotoğraflıyordum.Dönünce anlatacak gösterecek ne kadar çok anım vardı.Gezerken öğrenci
arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmıyor her gördüğümüz yer ile ilgili kendi anılarını ve öğrendikleri
bilgileri paylaşıyorlardı.Babam ‘ Siz İstanbul rehberi gibi olmuşunuz’ diyerek onları tebrik etti.
Hava çok sıcaktı.Bunu kapalı mekanlardan çıkınca daha iyi anlıyorduk.Yürüyerek Gülhane Parkı’na
geldiğimizde iyice sıcak yüzünü göstermeye başlamıştı.Oya öğretmenim :’Biliyor musun Öykü,
Atatürk Latin Harfleri ‘ni ilk bu parkta tanıtmış Ve Atatürk’ün anıtı da ilk buraya dikilmiş’ .dedi.Bu
park benim için çok daha anlam kazanmıştı.Tarihin büyüsüne o kadar kendimizi kaptırmıştık ki
acıktığımızın bile farkında değildik.Oya Öğretmen ‘Araba bile benzinsiz gitmiyor yahu enerji
toplamamız lazım daha gezecek çok yer var’ diye gülümseyerek ‘balık sever misin Öykü ‘dedi.
Hep birlikte Eminönün’e balık ekmek yemeğe gittik.Balık ekmekleri yerken etrafımızda kediler
dolaşmaya başladı.Ne de olsa onlar da kısmetlerini istiyorlardı.Oya öğretmen ve öğrencileri gibi
ben de hayvanları çok seviyordum.Kediciklerle beraber balık ekmeklerimizi afiyetle yedik.
Galata Köprüsü’nden geçip Beyoğlu’na doğru yürürken Tarihi Yarımada ‘ya hakim manzarasıyla ,uzun
yıllar önce gözetleme kulesi olarak yapılan, şehrin en önemli sembolleri arasında olan Galata
Kule’sine gelmiştik bile. Annem ‘Yüksekmiş acaba çıkmasak mı?’ diye düşünürken çocuklarla onu
cesaretlendirip ikna ettik.Harika manzarasıyla İstanbul ayaklarımız altındaydı.Resim çekmeye
doyamıyordum.Oya öğretmen ‘Yürüyerek gezdiğimiz İstanbul’u şimdi de boğaz turuyla denizden
gezelim’ deyince öğrencilerle birlikte havalara uçtuk. Sevgili annem yine, ‘beni deniz tutar
binmesem mi acaba?’ deyince hepimiz onu ikna temek için başladık konuşmaya. Gürültüye
dayanamayan annem ‘tamaaam tamam! ‘Diyerek bizi susturdu.1,5 saatlik bir boğaz turu eğlencesi
başlıyordu.Denizin üstünde 15 Temmuz Şehitler Köprüsü , Fatih Sultan Mehmet Köprüsü boğazın
inci kolyesi gibi duruyorlardı.Gezerken muhteşem ihtişamıyla Dolmabahçe Sarayı, Beylerbeyi
Sarayı, tarihi yalıları ve Üsküdar ‘ın simgesi olan Kız Kulesi tüm güzelliğiyle bizleri
büyülüyordu.Babam ‘Bir kez daha İstanbul’a gelmeliyiz ‘dedi gezerken .Boğaz turunun ardından
vapurdan Üsküdar’da inerek Anadolu Yakası’ na geçmiştik. Üsküdar denilince akla ilk gelen güzellik
Kız Kulesin’e de çıkmayı sabırsızlıkla bekliyordum.Annemle kısa bir bakışmadan sonra onu ikna
ettiğimi düşünerek gülümsedim.Boğazın güvenliğini sağlamak amacıyla kontrol kulesi olarak yapıldığı
söylenen Kız Kulesi ile ilgili bir çok efsane olduğunu söyledi öğrenciler.Padişahın biri kızının
güvenliği için bu kuleyi yaptırdığını ancak kuleye gelen bir meyve sepetinin içinden çıkan yılan
tarafından sokulup öldüğünü, bundan dolayı da buraya Kız Kulesi adı verildiğini Oya öğretmen
anlatınca kuleye çıkma merakım iyice uyandı.Hep birlikte Kız Kulesi’ne çıkıp eşsiz manzarada
çaylarmızı yudumladık.Büyükler çay içerken biz sıcağın ancak dondurmayla çekileceğini söyleyerek
hakkımızı dondurmadan yana kullanmayı tercih ettik.Çamlıca Tepesi ‘nden yine bir eşsiz İstanbul
manzarası seyrettikten sonra ,çocuklar bana Hababam Sınıfını izledin mi? diye sorunca ‘Bütün
serilerini izledim’ diye sevinçle bahsettim.O zaman seni Adile Sultan Kasrı’na götürmeliyiz dedi Oya
öğretmen. Hem orada güzel bir akşam yemeği yeriz , hem de Hababam Sınıfı Müzesi ‘ni gezersiniz
deyine hepimiz sevinçle çığlık attık.Hep birlikte müzeyi gezerken tüm film karakterleriyle bol bol
resim çektirdik.Müzeden sonra istemeden de olsa öğrenci arkadaşlarımla vedalaşıp ayrıldık.Bir
daha görüşmek üzere birbirimize söz verdik.
Bir tarih şehri olan İstanbul’u gezmekten çok büyük zevk almış ama bir o kadar da
yorulmuştum.Oya öğretmenin evinde misafir olmak üzere yola çıktık.Eve geldiğimizde gördüğüm
sürprize bayılmıştım.Adının Çarşı olduğunu öğrendiğim çok tatlı bir kedi beni
bekliyordu.Öğretmenimiz de benim gibi hayvanları çok seviyordu..Bu beni ayrıca çok mutlu
etmişti.Çarşı’nın resimlerini çekmeyi de ihmal etmedim tabiki.Onunla birlikte oyun oynarken
yorgunluktan uyuyakalmışım.Babamın ‘Sabah Osmangazi Köprüsü’nden Yalova’ya doğru yola
çıkacağız’ dediğini hayal meyal hatırlıyorum.
ÖYKÜ YALOVA’DA
Büyüleyici bir İstanbul gezisinden sonra, eskiden İstanbul ‘ un ilçesi olan ve 1995 yılında il olan Yalova ‘ ya doğru yola çıktık. Babam Osmangazi Köprüsü’ nden kısa sürede gidebileceğimizi söyledi. Köprülerin sadece İstanbul ‘da olduğunu sanıyordum. Annem beni hemen bilgilendirmeye başladı.
Temeli 2013 yılında atılan Osmangazi Köprüsü 1 Temmuz 2016 yılında ulaşıma açılmış. İstanbul- İzmir arası 9 saat olan ulaşım süresini 3,5 saate indirecek olan Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu Projesinin en büyük bölümüymüş.
Gamze Öğretmen’im görev yaptığı okulun da hemen köprüden geçince Altınova ilçesinde olduğunu öğrendim. Annem bu bilgileri anlatırken Dilovası gişelerine gelmiştik. Köprüden geçerken Marmara Denizi’nin ışıl ışıl parlamasına hayran kaldım. Osmangazi Köprüsü 2682 metrelik boyu ile Türkiye’ nin en uzun köprüsüymüş. Dünya da ise 4. sırada yer almış. 6 dakika sonra Altınova ‘ya geldik. Bugüne kadar iller arası yaptığım en kısa ve en etkileyici yolculuktu.
Gamze Öğretmen’imin görev yaptığı okul gişelere çok yakındı ve bizi orada beklediklerini gördüm. Tanıştıktan sonra Gamze Öğretmen’im ‘Yalova‘yı yakından tanımaya hazır mısın Öykü ?’ deyince yeni bir maceraya başladığım için çok heyecanlandım. Hemen arabalarımıza binip yola çıktık. Gamze Öğretmen’im bize rehberlik yapmak için bizimle geldi. Arkadaki arabada ise Hamza ‘nın ailesi, Hamza, Ceylin, Ömer , Aslı , Pelinay, vardı.
Yalova Türkiye‘nin yüz ölçümü en küçük ilimizmiş. Buna rağmen iş olanakları sayesinde çok fazla göç alan bir il durumuna gelmiş. Yalova ‘nın Marmara Denizi kıyısında konumlandığını , Altınova , Çiftlikköy , Termal, Çınarcık, Armutlu olmak üzere 5 ilçeden oluştuğunu öğrendim.
Altınova’ dan Çiftlikköy’e doğru giderken yol kenarlarında rengârenk yüz binlerce çiçek gördüm. Sanki yol kenarlarına rengârenk halılar seçilmişti. Gamze Öğretmen’inden bu çiçeklerin seralara ait olduğunu burada üretilen çiçeklerin Türkiye’nin dört bir yanına hatta dünyaya ihraç edildiğini söyledi. Türkiye ‘de çiçek üretimi ilk kez Yalova ‘da yapılmış ve halen ülkemizin çiçek ihtiyacının yüzde seksen beşi buradan sağlanıyormuş. Böylece çiçek Yalova’ nın bir sembolü haline gelmiş.
Sohbetimizin ardından ilk durağımız olan Yürüyen Köşk ‘ e geldik. Deniz kenarındaki muhteşem manzarası ile beni büyülemişti. Nasıl yürüdüğünü merak ediyordum. Bir köşk nasıl yürüyebilirdi ki? Burada da bizi Gamze Öğretmen’im diğer öğrencileri ve aileleri karşıladı. Medine, Eren, Duhan, Melek, Hasret , Elifnas , Bünyamin , Arda , Özge, Narin. Hepsi ile Yürüyen Köşk ‘ün önünde bol bol fotoğraf çekildim ve güzel hatıralar biriktirdim. Medine bize köşk hakkında bilgilendirdi.’ Cumhuriyetimizin ilk yıllarında (1929) Atatürk Yalova ziyaretleri sırasında çok beğendiği çınar ağacının yanına bir ev yapılmasını ister. Köşk 22 günde tamamlanır. Ancak zamanla büyüyen çınar ağacının dalları köşke zarar vermeye başlar. Köşkün bahçıvanı dalı kesmek ister. Atatürk bunu duyunca net bir şekilde ‘Dal kesilmeyecek, köşk yürütülecek’ der. Böylece köşkün yürütülme hikâyesi başlar. İstanbul ‘dan gelen mühendisler tarafından köşkün temeline kadar etrafı kazılır. Buraya döşenen tramvay rayları sayesinde köşk 4 metre 80 santimetre doğu yönünde kaydırılır. ‘Bu olay dönemin basınında da büyük yer almıştır. Bir liderin çınar ağacının dalını kesmemek üzere köşkü yürütme kararı, Atatürk ün deyimiyle ‘Istıraptan Kurtarılma ‘ hikayesi , Yalova’nın çevre duyarlılığı konusunda tarihe geçmiş nadir kentlerden biri oluşumunun nedenidir. Atatürk ün doğa sevgisiyle kesilmekten kurtulan ağaç günümüz de tam 390 yasına gelmiş.
Köşkün içi ise en az hikâyesi kadar etkileyiciydi. Kapıdan adım atar atmaz büyülü bir ortama girmiştim. Atamızın çok severek yaşadığı bu tarihi köşkte bulunmak gurur vericiydi. Cumhuriyetimizin gelişiminde alınan önemli kararlar alt kattaki salonda alınmış. Köşk iki katlıydı. Üst kata çıkarken içimi garip bir heyecan kapladı. Burada iki tane oda vardı. Biri Atatürk ‘ün diğeri yaverlerinin dinlenme odasıydı. Atatürk ün odasının önüne gelince gözlerime inanamadım. İşte Atatürk karşımızda, koltuğuna oturmuş bize gülümsüyordu. Gamze Öğretmen’im gözlerimdeki mutluluğu anlamış olacak ki ‘ Öykücüğüm keşke aramız bizimle birlikte olabilseydi ama karşındaki Atatürk ‘ün balmumu heykeli.’ dedi. Çok etkilenmiştim. Buradan ayrılmak zor oldu. Dışarı çıktığımda Marmara Denizi’nin serin rüzgarıyla kendime geldim. Sabah kahvaltımızı yan taraftaki piknik yerinde yaptık Meşhur Yalova omletinin tadına doyamadım.
Sonra ki durağımız Yalova merkezdi. Burada Kent Müzesini, Tigem Atatürk ve Çocuk Müzesini , Rüstem Paşa Cami’sini gezdik.
Sırada ülkemizin ilk kağıt müzesi, İbrahim Müteferrika Kağıt Müzesi vardı. İçeri girdiğimde kendimi Osmanlı Dönemi’nde buldum. Osmanlı Dönemi’nde ilk matbaa Yalova ‘nın Elmalık Ķöyü’n de, İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuş. Bu kâğıthane ile ithal olarak alınan kâğıdın yerli olarak üretimi sağlanmış. Gezimizin sonunda rehberimiz bizimde kağıt yapabileceğimiz söyledi. Arda ve Elif ile birlikte kâğıt yapım aşamalarını uygulayarak kendimize o doneme ait bir kağıt yaptık. Unutulmaz bir deneyimdi.
Şimdi sırada termal gezimiz vardı. Yine Atatürk ün katkılarıyla 1930 yıllarında restorasyon çalışmaları yapılmış cennetten bir köşeydi. Hamamları doğası, şifalı suları, havası bizi büyülemişti. Annem ve babam Kurşunlu Hamamı ‘nı çok merak ettikleri için sıcak su havuzuna girdik. Bütün yorgunluğumuz geçmişti ve çok acıkmıştık. Yemyeşil ağaçların arasında termal sarma, termal tatlısı, yaprak pidesi, pavli, papara, Yalova köftesi yedik. Yemekten sonra hep birlikte doğa yürüyüşüne çıktık. Burası adeta tatil köyünü andırıyordu. Muhteşem doğa manzarasının içinde bembeyaz bir köşk gördüm. Ömer merakımı gidermek için hemen anlatmaya başladı .Burası Atatürk ‘ün Yalova’daki en büyük eviymiş. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında hükümetin yaz dönemi çalışmaları buradan yapılıyormuş. Ayrıca Atmamız Dolmabahçe Sarayı ‘nda vefatından önceki günlerini burada geçirmiş. Ömer anlattıkça duygulandım. Şimdi Atatürk ün neden ‘Yalova Benim Kentimdir’ dediğini daha iyi anlıyorum. Atamız Kurtuluş Savaşı ‘nı kazanmak ile kalmayıp memleketimizin her köşesini geliştirmek için elinden geleni yapmış. Yalova da bunun en güzel örneğini gördüm.
Gamze Öğretmen’im bulunduğumuz yere çok yakın olan canlı ağaç müzesine gideceğimizi söyledi. Hayalimde bir masal diyarına gitmiştim bile Karaca Arboretum Canlı Ağaç Müzesi, Hayrettin Karaca tarafından 1980 yılında ,13. 5 hektarlık bir alan üzerine kurulmuş. Bugün yaklaşık 7000 değişik bitki türü barındıran bu özel ağaç parkı aynı zamanda Türkiye’ nin ilk özel arboretumuymuş. Böylesine güzel bir yer gördüğüm için çok şanslıydım. Hayallerimin ötesindeydi…
Sırada Yalova nın en büyük ilçesi Çınarcık vardı. Denize girmek için Kum Plajı ‘na gittik. Sonrada Şenköy’ deki Kızılcık Festivaline …Yöresel oyunları izledik . Sergilerden kızılcıktan yapılan ürünler aldık. Son olarakta Gamze Öğretmen’im hepimize Kızılcık dondurması ikram etti. Tadı nefisti.
Akşam olmak üzereydi. Armutlu ilçesini bir dahaki gezimize bırakarak Altınova’ya dönmeye karar verdik Altınova ‘ da arkadaşlarım ve aileleri ile vedalaşıp akşam yemeğine geçtik. Yemekte Milföylü Yalova kebabı ve Yalova sütlüsü vardı. Bu gece bizi Gamze Öğretmen’im misafir etti. Daha Altınova gezimiz bitmemişti. Sabah çok erken saatlerde kalktık. On dakikalık yolculuğumuzun ardından Hersek Lagünü ‘ ne geldik. Eski çağlara ait kalıntıların arasında dans gösterisi izledik. Dans edenler burada mola veren flamingolardı. Meğer burası göçmen kuşların her sene geldiği bir kuş oteliymiş. Bugüne kadar 202 kuş türü tespit edilen Hersek Lagünü özel koruma altına alınmış. Flamingoların etkileyici gösterisi sonrasında Altınova’nın en önemli iş imkanını oluşturulan tersane bölgesine gittik. Gamze Öğretmen’im burada 42 tersane olduğunu Altınova sahili boyunca 4.5 kilometrelik alanda kurulduğunu ve ülke ekonomisine büyük katkı sağladıklarını anlattı.
Son olarak Hersekzade Ahmet Paşa Camini gezdik. Osmanlı Döneminin sadrazamlarından Ahmet Paşa tarafından 1508 yılında yapılan cami bir çok onarım sonrası günümüze kadar gelmiş.
Gamze Öğretmen’imin öğrencisi Ardaların serasında rengârenk çiçeklerin içinde sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra çiçek üretim aşamasını öğrendim. Arda ‘nın ailesi hepimize çok güzel çiçekler hediye etti. Çiçeklere baktıkça Ata’mızın çok değer vererek gelişimini sağladığı mis gibi çiçek kokan bu güzel şehri, bizi çok güzel ağırlayan Gamze Öğretmen’imi ve sevgili öğrencilerini hatırlayacağım .
Hoşça kal Atatürk ün kenti Yalova…
ÖYKÜ KOCAELİ’DE
Yalova’dan Kocaeli’ne doğru yola çıkmıştım. Yeni bir şehir görmenin heyecanı içinde pür dikkat çevreyi izliyordum. Kocaeli il sınırına girdikten sonra yol boyunca sıralanmış sepetler gözüme ilişti. Yanımda oturan teyze bana:
-Burası Karamürsel, sepetiyle meşhurdur. Kestane ağacı çubuğundan örülür. Küçük görünse de içi geniştir. Hani halk arasında “ufak tefek gördün de Karamürsel sepeti mi sandın?” ifadesi de buradan gelmiştir, deyince çok gülüştük.
Daha sonra teyze içli bir ahh çekti. Burası da Gölcük kızım. Buradan her geçişimde içim sızlar.1999 yılında geçmişte çok kayıplar verdi. Ama çok şükür yeniden yapılandı. Artık herkes depreme uygun evler yapıyor.
Tam dalmış düşünürken, konuşkan teyze: “ Kızım sen hiç pişmaniye yedin mi?” diye soruverdi. Çevreme baktığım da sağlı sollu pişmaniye dükkanlarını gördüm. Anladım ki Kocaeli pişmaniyesi ile ünlü bir yermiş.
Daha sonra Filiz Öğretmen’im ve öğrencilerinin yaşadığı yer olan Başiskele’ye gelince çok heyecanlandım. Bir tarafta deniz, diğer tarafta parklar ve yürüyüş yolları vardı. Kısa bir süre sonra otobüsümüz Kocaeli Otogarına varmıştı. Perona yaklaştığımızda karşı tarafta sıra olmuş öğrenciler gördüm. Ellerindeki “Öykü Kocaeli’ ye Hoş Geldin” posterini görünce kendimi çok iyi hissettim. Güler yüzlü Filiz Öğretmen’im beni sevgiyle kucakladı. Öğrencileri beni sanki yıllardır tanıyormuş gibi sarıldılar.
Bizi bekleyen otobüse binince Filiz Öğretmen’imiz tur rehberi gibi eline bir mikrofon alıp gezimizin başladığını, önce güzel bir şehir turu atacağımızı söyledi. Öğretmenimiz şehir merkezinde iki yolun arasında kalmış sadece yayalara ve bisikletlilere ayrılmış, iki tarafı yaşlı çınarlarla çevrilmiş yolu gösterip oranın eskiden tren yolu olduğunu söyledi. Ama artık yürüyüş yolu olmuş ve şehir merkezini bir ucundan diğer ucuna kadar dolaşıyormuş. Daha sonra Yeni Cuma ve Fevziye Cami’sinin önünden geçerken bu camilerin mimarının Mimar Sinan olduğunu öğrenince çok şaşırdım. Filiz Öğretmen’im Kocaeli’nin tarihinin Roma dönemine kadar dayandığını söyledi. Hayranlıkla çevreme bakınırken sağ tarafa şehre tepeden bakan muhteşem bir saat kulesi gördüm. Bu saat kulesinin 1901 yılında II.Abdulhamit zamanında yapıldığını anlattı öğretmenimiz. Kısa bir süre sonra Seka Park denilen bir yerde durduk. Burası 580 dönümlük bir arazi üzerinde kurulmuş; içinde 6000 ağacı barındıran, bir tarafı deniz çok büyük bir park. Nisan ayında lalelerle bezenir, lale festivali yapılırmış. İçinde Marina İskelesi, Kâğıt Müzesi, Kent Müzesi, yürüyüş yolları, kafeler, balıkçı restoranları, oyun alanları, gösteri salonları, tenis, furbol, basketbol sahaları yani her yaştan insana hitap edecek huzur dolu bir yer. Bu güzelim parkta deniz üzerinde kurulan bir kafede martı sesleri eşliğinde yaptığımız kahvaltıdan sonra Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Gayret Gemi Müzesi ve Seka Kâğıt Müzesi ve Bilim Sanat Merkezi’ni gezdik.
Gezmekten yorulduğumuzu hisseden öğretmenimiz bizlere “kısa bir yolculuğa var mısınız?” diye sorunca hep beraber coşkuyla kabul ettik. Şimdiki durağımız Kandıra ilçesiydi. Kandıra ilçesi Marmara Bölgesi’nde Karadeniz’e 52 km uzunluğunda kıyısı olan tek ilçeymiş. Merakla beklerken Filiz Öğretmen’im elindeki mikrofonla bana ve öğrencilerine Kocaeli hakkında bilgiler veriyordu. Kocaeli, Marmara Bölgesi’nde Türkiye’nin İstanbul’dan sonra en büyük sanayi ve ticaret şehirlerinden biriymiş.
Yarım saat süren dinlendirici yolculuğumuzun sonunda Kefken Pembe Kayalar’a gelmiştik. Burası tarih boyunca gemilerin uğrak yeri olmuş. Pembe renkte olup denizden yumuşak olarak çıkarılan sonra da sertleşen bu kayaların Sultan Ahmet Cami ve Rumeli Hisarı yapımında kullanıldığı bilinmektedir.
Kefken’ den sonra yolumuz üzerindeki Kerpe, adeta bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına hayranlık uyandıran kayalıkları, Karadeniz kıyısında olmasına rağmen sakin ve dalgasız denizi, doyumsuz huzur dolu doğasıyla unutamayacağım yerlerden oldu.
Otobüsümüz hareket edince Filiz Öğretmen’im:
-Öykücüğüm kış mevsiminde gelmiş olsaydın, seni Kartepe Kayak Merkezi’ne çıkartırdık. Kartepe, Saman dağlarının zirvesinde İstanbul’a 1,5 saat uzaklıkta binlerce yerli ve yabancı turisti ağırlayan, kış sporlarının yapıldığı; belki de deniz manzaralı tek kayak merkezi.
Filiz Öğretmen’imizin mutlulukla ve gururla anlattığı Kartepe’yi görmeden yaşamış gibi oldum. Neredeyse dört mevsimin yaşandığı bu ile hayran kaldım.
Filiz Öğretmen’imiz son durağımızın Yuvacık Barajı olduğunu söyleyince arkadaşlarım sevinçten çığlık attılar. Yuvacık Barajı onların okudukları Gübretaş İlkokulu’nun çok yakınındaydı. Yola çıktığımızda Öğretmen’imiz Yuvacık Barajı’nın Kocaeli ilinin %80 su ihtiyacını karşıladığını söyledi. Barajın çevresinde birçok doğa yürüyüş yolu, piknik yeri ve yayla vardı. İstanbul’dan hafta sonları birçok turist kamp yapmaya geliyormuş: Erikli, İnönü, Servetiye, Kuzu Kayaüstü, Aytepe, Menekşe ve daha birçok yayladan bahsetti öğretmenimiz.
Artık hava kararmaya başlamıştı. Ve biz bir otobüs dolusu çocuk yorulmuştuk. Neredeyse uykuya dalacakken : “Çocuklar geldik” diye seslendi. Gözümüzü açtığımızda öğretmenimizin oğlu Eren abi ve arkadaşlarımın anneleri bizleri karşıladı. Öğretmenimizin evinde harika bir sofra bizi bekliyordu. Cızlama, mancar yemeği, ebe gümeci, cevizli börek, umaç çorbası, cigceli kavurma, kandıra yoğurdu ve tabiki tatlı olarak pişmaniye.
Zevkle yemeğimizi yedikten sonra Eren abimizin bize Kocaeli’nin gezip göremediğimiz yerleri hakkında hazırladığı slayt gösterisini izledik. Osman Hamdi Bey Müzesi, Av Köşkü, Sapanca Gölü, Maşukiye, Tahtalı Göleti, Eskihisar Kalesi, Ballı Kayalar ve İzmit Körfezi’nde eşsiz gün batımı…
Bu muhteşem günün sonunda Filiz Öğretmen’im ve öğrencileriyle vedalaştık.
Tarihte çoğu zaman deprem felaketine uğrayan ve her defasında daha güçlü ayağa kalkan; doğasıyla, tarihiyle, sanayimize katkısıyla, güzel insanlarıyla bende derin duygular uyandıran bu ilimizi herkesin gezip görmesini isterim.
ÖYKÜ SAKARYA’DA
Kocaeli’den iyi duygularla ayrıldıktan sonra,ailemle birlikte Sakarya iline doğru yola çıktık. Yarım saat
sonra Sakarya ilinin ilçesi Sapanca’daydık. Beni ve ailemi Hakan öğretmen ve öğrencileri karşıladılar. Bütün
öğrencilerle tanıştık ve kucaklaştık.
Gezi planımıza göre önce Sapanca’da Vecihi Kapısı’na gittik. Öğretmenimiz ‘’bu kapının Mimar Sinan
tarafından yapıldığını ve bir zamanlar bu kapıdan tarihi ipek yolunun geçtiğini’’ söyledi. Sapanca havası, temizliği
ve doğa güzelliği ile beni çok etkilemişti. Hep birlikte Sapanca Gölü’ nü daha yakından görmek için sahile
yürüdük. Umut ve Hüseyin’’ Sapanca Gölü’nün dünyada içilebilir dört tatlı su gölünden biri olduğunu , Kocaeli ile
Sakarya illerinin içme suyunun büyük bir kısmını bu gölün karşıladığını anlattılar’’. Oradan Kırkpınar sahiline
geçerek kürek milli takımının çalışmalarını izledik. Sapanca Gölü, sularının durgun olması sebebiyle su
sporlarının da bu gölde yapıldığını öğrendim. Gölde kano, kürek ve rüzgar sörfü de yapılabiliyormuş. Sapanca
Gölü’ne gelip de zevkini çıkarmadan gidemezdik. Bir katamaran kiraladık, yanıma Nisa, Ezgi,Ali,Yaren, Siraç,
Arda,Emir Efe,Burak ve Betül oturdu. Arkadaşlarımla bol bol resim çektirip espriler yaparak göl turunu
tamamladık. Kahvaltı yapmak ve soluklanmak için Sapanca’ya çok yakın olan Naturköy’e gittik.Burası şehir
hayatından sıkılan ve stres atmak isteyenler için mükemmel bir yerdi. Kelebeklerin ve kuşların arasında arasın
da yemyeşil bir ortamda Seyir terasında keyifli bir kahvaltı yaptık. Yoldan geriye dönerken seralar ve
rengarenk çiçek tarlaları dikkatimi çekti. Öğretmenimiz bu yörede iç ve dış mekan süs bitkisi yetiştiriciliğinin
yaygın olduğunu anlattı. Araçlarımızla Geyve’ye doğru yola çıktık.
Türkiye’nin ayva başkenti Geyve’de bizi belediye başkanı ile yöresel kıyafetler giymiş halk oyunları ekibi
karşıladı. Halk oyunları ekibi önce kaşıkla Geyve Zeybeği, Geyve kasabı ve Argat sallaması oyunlarını
oynadılar. Oyunları büyük bir zevkle izledik. Bizlerden çok alkış aldılar. Belediye başkanı, bizleri Osmanlı
mimarisiyle yapılmış Elvan Bey imarethanesine götürdü. Kesme taş işçiliği ile yapılmış binayı belediye kütüphane
olarak kullanmaktaydı. Geyve’den ayrılmadan Belediye başkanı bizlere yöresel ürünlerden olan ayvalı keşkül,
ayva döner lokumu ve ayva sirkesi ikram ettiler. Kendilerine çok teşekkür ederek Ali Fuat Paşa’ya doğru yol
aldık
Ali Fuat Paşa müzesini ziyaret ettik. Öğretmenimiz ‘’Ali Fuat Paşa’nın Atatürk’ün en yakın silah
arkadaşlarından biri olup Batı Cephesi komutanlarından olduğunu söyledi’’. Müzede en çok dikkatimi çeken
savaş krokileri ve Ali Fuat Cebesoy’un özel eşyalarıydı. Bu müzede Kurtuluş Savaşı ile ilgili bilgileri öğrenirken
hem duygulandım hem de gururlandım. Ecrin, Elif, Bahattin, Emir Ahmet, Zeynep, İclal, Belinay, Alperen ve
Ebutuğrap ile hatıra fotoğrafı çekildik. Oradan ayrılarak Taraklı’ya doğru yola çıktık.
Taraklı’ya girişte termal kaplıca sularıyla ilgili reklam panoları dikkatimizi çekmişti. Öğretmenimiz
Taraklı’nın kaplıca suları bakımında zengin olduğunu ve bir çok hastalığa şifa verdiğini söyledi. Taraklı’da
gezerken Osmanlı mimarisinde yapılmış üç katlı binalar dikkatimi çekti. Bu binaların Kültür Bakanlığı tarafından
koruma altına alındığını öğrendim. Taraklı’daki 700 yıllık tarihi çınarı da ziyaret ettik. Gezimiz tüm hızıyla
sürerken, gezilecek yerlere yetişemiyorduk doğrusu. Öğretmenimiz bize Taraklı’nın meşhur köpük helvasını
ikram etti. Çok değişik bir helvaydı benim gibi herkes beğendi. Tarihi Yunus Paşa camii ve yatırları da ziyaret
ettikten sonra Adapazarı’ndaki Jüstinianos (Beşköprü) köprüsüne doğru yola çıktık.
Jüstinianos köprüsüne halk arasında Beşköprü denilmesinin sebebi; bu köprünün beş defa yıkıldıktan
sonra tekrar yapılmasından dolayı olduğunu öğrendim. Hakan öğretmen’’ bu köprünün Bizans döneminden
kaldığı, 1800 yıllık bir geçmişe sahip olduğu ve 12 kemerli bir köprü olduğunu anlattı.’’ Köprü trafiğe kapalı
kapalı olduğu için üzerinde kimsecikler yoktu. Bunu fırsat bilerek köprü üzerinde çeşitli oyunlar oynadık.
Esila, Burak, Kerem ve Melisa, İrem ve Hayrünnisa arkadaşlarımla koşu yarışları yaptık, doyasıya eğlendik.
Anadolu’nun en görkemli anıtsal yapısına veda ettikten sonra Adapazarı’ndan Karasu’ya doğru yol aldık.
Berra,’’ Karasu’da Acarlar Longozu ve sahile gidebileceğimizi söyledi.’’ Karasu’nun Karadeniz’in
kıyısında kurulmuş 20 kilometre sahili olan bir ilçe olduğunu öğrendim. Öğretmenimiz ‘Karasu sahilindeki
kumun ince olduğunu ve romatizmal hastalıklara iyi geldiğini söyledi. Sahile gelmişken ayakkabılarımızı çıkarıp
çıplak ayakla sahilde yürüyüş yaptık .Dalgaları seyrettikten sonra Longoza geçtik. Longozun diğer adının ‘’su
basar ormanı’’ olduğunu öğrendim.7.5 kilometre uzunluğundaki longoza 750 metre ağaçtan köprülü yürüyüş
yolu yapmışlar. Yüzlerce su bitkisi ve ağaç türünün olduğu longozda beni en çok etkileyen beyaz nilüfer
çiçeğiydi. Bu çiçeğin bir özelliği de saat 9 ile 15 saatleri arasında çiçeklerini açmasıymış. Beyaz nilüfer
çiçeğinin Budizm dininde kutsal sayıldığını öğrendim. Longozdaki gezimizi bitirerek Sakarya’nın merkezi
Adapazarı’na doğru gerisin geriye döndük.
Adapazarı’na geldiğimizde kurt kadar acıktığımızı hissettik. Öğretmenimiz bizi Yenicami’deki asırlık
tat Köfteci Mustafa’ya götürdü. Burada Islama köfte , ardından bal kabağı tatlısı ve kabak şekeri yedik.
Hepsi birbirinden lezzetliydi doğrusu .Öğretmenimiz barbunya ezmesi, bal kabaklı börek ve ezme kabak
tatlısının da yöreye özgü tatlardan olduğunu söyledi. Yemekten sonra yürüyerek ‘’Deprem Kültür Müzesi’’ ne
uğradık
Deprem kültür müzesi’ nin girişindeki bilgilerden okuduğum kadarıyla bu müze: deprem bilinci
oluşturmak ve 1999 Marmara Depreminde hayatlarını kaybedenlerin anısına yapılmış bir müze. Müzede
deprem öncesi ve sonrası çekilmiş fotoğraflar, tablolar, ziyaretçi defteri ve yapay deprem oluşturan
elektronik stant vardı. Depremle ilgili önemli bilgileri ilk kez bu müzede öğrenmiştim. Oradan ayrıldık
Sakarya müzesine geldik. Bu Müzede Roma ve Bizans dönemlerine ait arkeolojik kalıntılar ile Osmanlı
ve Cumhuriyet dönemlerine ait eserler olduğunu öğrendim. Bu müzenin ev olarak kullanıldığı zamanlarda
(Cumhuriyetin ilk yılları)Atatürk ve annesinin de bu müzede kaldığını öğrendim. Atatürk’ün şahsi eşyaları ,
silahlar ve sikkelerde sergilenmekteydi. Ailem ve ben müzeye hayran kalmıştık. Hakan öğretmen’’ gezimizin
finalinin Atatürk İlkokulu’nu ziyaret olduğunu söyledi’’.
Atatürk Bulvarı ve Çark Caddesi’nden yürüyerek Atatürk İlkokulu’na geldik. Bizi okul müdürü Müdür
Turan karşıladı. Müdürümüz’’ Atatürk İlkokulu’nun 1954 yılında hizmete girdiğini ve ilin en seçkin okullarından
biri olduğunu söyledi’’ Bana Sakarya’nın yetiştirdiği ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık’ın hikaye kitaplarından
hediye etti. Hakan öğretmen ve öğrencilerinin sınıfı 3-G sınıfı ile okulun diğer bölümlerini de gezdik. Ailem ve
ben Hakan öğretmen ile öğrencilerine bize muhteşem bir gün yaşattıkları için çok teşekkür ettik.
Arkadaşlarımla tek tek vedalaştıktan sonra Sakarya’dan ayrılma vakti gelmişti. Hoşçakal SAKARYA….
ÖYKÜ DÜZCE’NİN EŞSİZ GÜZELLİKLERİNİ KEŞFEDİYOR
Yeşilin her tonu, masmavi deniz ve usulca esen rüzgar bizi selamladığında anladım ki vatanımızın eşsiz toprağı olan Düzce’ye gelmiştik. Burası en çok merak ettiğim illerdendi ve ‘DÜZCE’ yazan tabelayı gördüğümde heyecanımın kat ve kat arttığını söylemeye gerek bile yok. Artan tek şey heyecanım değildi, iliklerime kadar hissettiğim yorgunluk da büyük oranda artış göstermişti ancak camdan Ezgin Öğretmen’in ve yanındaki yeni tanışacağım arkadaşlarımın sıcacık gülümsemelerini görünce vücudumdaki tüm yorgunluk uçtu gitti. Arabadan indiğimizde bizi büyük gülümsemesiyle ve sıcak sarılışlarıyla karşılayan Ezgin Öğretmen’imle ve isimleri Cemre, Murat Kaan, Şeyma, Ahmet Utku, Melih ve Nisa olan arkadaşlar ile tanıştık. Bir an önce tura başlamak istediğimi açık bir şekilde anlatan gözlerle bakınca, öğretmenim “Bu güzel ilimizdeki ilk durağımız, Konuralp Antik Kenti olacak. “ diyerek lafa başladı. Tekrar arabaya bindik ve ilk durağımıza varmak için geçen her dakika bana bir saatmiş gibi gelmeye başladı.
Buranın havası gittiğim hiçbir yere benzemiyordu. Karşımda gördüğüm yapı o kadar ilgi çekiciydi ki… Öğretmenimin bir an önce konuşmaya başlamasını istedim. Ezgin Öğretmen “Burası halk arasında 40 Basamaklar olarak bilinir. Dikdörtgen şeklinde olan tiyatronun, sağda ve solda bir koridora açılan kemerli geçitleri bulunmaktadır. Kemerlerden yalnızca en sağdaki, yarım daire şeklinde bugüne kadar ayakta durabilmiştir.” dedi.
Öğretmenimin her kelimesi içimdeki merakı alevlendiriyordu. Zaten tarih dersini de çok sevdiğimden bu yerle içten içe bütünleşmiştim. Yalnızca ben değil, annem ve babamın da ilgisini gözlerinden anlayabiliyordum. Tüm bunları kafamdan geçirdiğim sırada Ezgin Öğretmen’ in “Gitme vakti Öykücüğüm.” demesiyle irkildim. Buradan gitmek istemiyordum hatta elimde olsa zaman makinesini icat ederek Prusias Krallığı Dönemine ışınlanmak ve burası hakkındaki her bir detayı yaşayarak öğrenmek isterdim. Ancak az sonra gideceğimiz “Pürenli Yaylası” hakkında da çok şey merak ettiğimden hemen arabaya binerek Düzce’nin yeşilliklerine baka baka ilerledik.
Her şey o kadar büyüleyiciydi ki uyuyakalmışı. Uyandığımda Pürenli Yaylası’na çok az bir mesafe uzaktaydık. Geldiğimizde annemin yüzüne baktım ve içindeki heyecanı ne denli dışarı yansıttığına birebir şahit oldum. Çünkü annem küçükken hep babasıyla yaylada vakit geçirirmiş. Her yaylanın onun için özel bir anlamı vardır.
Ezgin Öğretmen “Pürenli Yaylası, Topuk Yaylası, Kardüz Yaylası, Odayeri Yaylası doğanın coşkusunun renk cümbüşüyle; su seslerinin kuş sesleriyle kaynaştığı yaylalardır.” diyerek lafa girdi. Öğretmenim o kadar haklıydı ki… Nereye baksam birbirleri ile müthiş uyum sağlamış olan ve göze en güzel şekilde hitap eden yeşillikler vardı. Yeşilin her tonu mevcuttu. Bana kalsa her ağacın fotoğrafını ayrı ayrı çekerdim çünkü oradaki her bitki bana ayrı bir şey anımsatıyordu. Ezgin Öğretmen’imin, annemin duygulandığını görünce ona “Nergis Hanım, Öykü bana yaylara olan düşkünlüğünüzden bahsetmişti. Aslında buraya gelmeyecektik çünkü Düzce’de öyle harika yerler var ki buraya vakit kalmayacaktı. Ancak dediğim gibi Öykü bana gerekli açıklamayı gezi öncesinden yapmıştı ve burayı görmenizi çok istedim, umarım beğenmişsinizdir.” demesiyle annemin gözlerindeki yaşların Düzce topraklarına düşmesi bir oldu… Annem mutluluktan ağlıyordu ve bu mutluluğu bana yaşatan yaylalara ayrı bir yakınlık duydum. Fakat ayrılma vakti gelmişti yeni durağımız “Samandere ve Güzeldere Şelaleleri” idi…
Burayı görmeyi ise babam için istiyordum çünkü onun şelalelere her bakışında gözlerinden mutluluğunu anlayabiliyordum. Samandere Şelalesine geldiğimizde Ezgin Öğretmen “Bulunduğu köye adını veren Samandere Şelalesi, doğal oluşum özellikleri ile Milli Parklar Kanunu gereğince ve Orman Bakanlığınca “Tabiat Anıtı” olarak tescil edilmiştir. Bu şelalede ağaçların arasında şiddetle akan sular, beyaz köpükler halinde dökülerek, derin kayalıkların arasında adeta kaynamaktadır…” Şimdi ise Güzeldere Şelalesindeyiz.
Önce Samandere’ ye sonra buraya uğramak mantıklı olmuş, orası da güzel olmasına rağmen burası daha da güzeldi, bizi yemyeşil bir yeşillik alan karşıladı. Kamp yapan mı dersiniz, piknik yapan mı dersiniz her şey harikaydı. Şelale girişindeki çeşmeden buz gibi su, her şeyi unutturuyor. Şelale yolu biraz uzak olduğu için yorucuydu ama şelale gerçekten harikaydı. Öğretmenim “Şelaleye merdivenlerden aşağıya doğru iniliyor, ağaçların bulunduğu alan sizi karşılıyor. Aşağısı küçük çocuklara uygun olmayabilir” dedi. Arkadaşlarım ve ben yeşillik alanda koştururken annem, babam ve öğretmenim şelaleyi gezip geldiler. Babam öğretmenimi pürdikkat dinliyordu ve bana bakışları ile bu eşsiz güzelliği ona görebilme imkanı sunduğum için teşekkür etti. Ardından yola devam ettik…
Yolumuzun üzerinde Efteni Gölü için arabamıza bindik. Efteni Gölü ile ilgili Ezgin Öğretmenim bir tanıtım broşürü verdi. Broşürde “ Efteni Gölü 35’i kalıcı olmak üzere 150 tür kuşa ev sahipliği yapmaktadır. Kuzeybatı-güney rotasındaki ( Trakya-Boğaziçi-İç Anadolu) göç yolu üzerinde bulunan alan Türkiye’de ender görülen ve nesli tükenmekte olan kuş türlerini barındırmaktadır. Kuşların göç yolları üzerinde önemli bir konaklama ve beslenme sahası olan Efteni Gölü, özellikle kışları Avrupa’da yaşayan ancak daha güneye inemeyen bazı göçmen kuşların kışlama ve bazı kuş türlerinin kuluçka alanıdır. Bu nedenle göç mevsiminde değişik türden çok sayıda kuş gözlenebilmektedir. Efteni Gölü koruma alanında bulunan diğer kuş türleri ise; nesli tükenme tehlikesi altında olan kuğu, turna, mezgeldek, toy, Sibirya kazı, küçük karabatak, boz ördek, çıkrıkçın, kaşıkçın, potansiyel tehdit altında olanlar, yeşilbaş, fiyu, bekri, kılkuyruk, mazar, pasbaş, elmabaş’dır.
Çevrede kuş türlerinin izlenebilmesi için 1 adet seyir terası bulunmaktadır. Leylekler, yaban ördekleri, tepeli beyaz balıkçıllar, angıt, sakarmeke, kuğular, gölün gediklilerinden olup kolay görünenler arasında yer almaktadırlar.
1992 yılında Orman Bakanlığı Milli Parklar Av-Yaban Hayatı Koruma Genel Müdürlüğü tarafından, av ve yaban hayvanlarının muhafazası, göçmen türlerinin göç yollarının güvence altına alınması, yaşama ortamlarının korunması, geliştirilmesi, iyileştirici tedbirlerin alınması, barınma, beslenme ve uygun yaşama koşullarının sağlanması amacı ile koruma statüsüne alınmış ve avlanma yasaklanmıştır.
Av yasağı dışında olta balıkçılığı yapılabilen Efteni Gölü’nde, karabalık, sazan, turna, tahta balığı, kızılkanat, karakanat, dikenlibalık, kadıncık, yılanbalığı, akbalık, ve tatlısu hamsisi yaşamaktadır.” bilgileri yazmakta idi. O kadar muhteşem bir yedi ki anlatamam. Ne tarafa gideceğimi şaşırdım. Seyir terasına çıktık her tarafı büyük bir heyecanla izledim.
Melen Çayı üzerinde 425 hektar alana kurulmuş olan ve göze sığmayan güzellikteki Hasanlar Baraj Gölü, Büyük Melen Nehri çevresinde raftinge elverişli 13 km parkuru ile Türkiye’nin 3. büyük raftinginin yapıldığı Cumayeri, Aktaş Köyü’ne 3 km mesafede bulunan Aktaş Şelalesi, Düzce’nin Akçakoca ilçesinde bulunan ve mağaranın havasının astım hastalığına iyi geldiği düşünülen Fakıllı Mağarası ve daha birçok ilginç yer gezdik. Hepsi ayrı ayrı büyülü yerlerdi. Ancak en çok etkilendiğim yer Fakıllı Mağarası idi. Bunun nedeni, orada hayatımda ilk kez bir canlı yarasa görmüş olmam. Ben tüm bu yerleri düşünürken karnımdan çıkan şiddetli guruldamayla kendime geldim. Annem, babam, öğretmenim ve ben yorucu ama bir o kadar harika bu günün sonunda Düzce’nin leziz yemeklerini tatmaya karar verdik.
Daha restorana adımımı atar atmaz burnuma gelen yemek kokuları beni büyüledi. Yemekte “Çerkez tavuğu” ile “Göbete” adındaki çok lezzetli iki tadı denedim. Çerkez tavuğu denen yemeği yerken aldığım tadı başka hiçbir zaman almamıştım. Göbete de en az Çerkez tavuğu kadar güzel bir börekti. Annem ise Kızılca mancarı adı verilen, cam güzeli’ne benzeyen fakat yeşil olan bir sebze yedi. Yemeği çok sevdiğini belli eden mimikleri, içimde bu yemeğe karşı bir merak uyandırdı ve mancarı hiç sevmememe rağmen annemin tabağından bir kaşık aldım ve anneme bu yemeğin tarifini alarak her hafta hatta her gün yapmasını rica ettim. Bunun üzerine gülen öğretmenim “Olur mu Öykücüğüm, her gün aynı yemeği yersen vücuduna gerekli olan diğer besinleri vermemiş olursun ve bu da sağlık sorununa yol açabilir.” diyerek bana küçük bir uyarıda bulundu. Öğretmenim haklıydı ve ona başımı olumlu yönde sallayarak cevap verdim. Babam ve öğretmenim henüz acıkmadıkları için tatlı söylediler. Bu tatlıya “Melengücceği” adı veriliyormuş. Adı, insanda merak uyandıran bu tatlının kokusu ve tadı dünyadaki diğer tüm tatlılara taş çıkartır. Bize yemekleri servis eden teyze “Afiyet olsun.” dedi ve sesindeki samimiyetten cesaret alarak ona düzce hakkında en çok merak ettiğim şeyi sordum. “Düzce’nin nesi ünlüdür teyze?” dedim ve teyze bana hiç cevap vermeden yanımızdan ayrıldı. Çok üzüldüm ve kendimi beni duymamış olma olasılığına inandırmak istediğim sırada elinde bir poşet tutarak yeniden yanımızda belirdi ve poşeti bana vererek “Düzce’nin fındığı ve tütün kolonyası çok meşhurdur, kızım. Buyurun bu benden size küçük bir hediye. Afiyetle yiyin!” dedi. Az önceki üzüntüm yerini mutluluğa bıraktı ve ona teşekkür ederek restorandan çıktık.
Bu güzel ve asla unutamayacağım gün için öğretmenime, arkadaşlarıma ve aileme o kadar minnettarım ki… Düzce kadar eşsiz bir ili bana tanıtan öğretmenim ve arkadaşlarıma çok teşekkür ederim. Tüm bu güzellikleri yaşarken bana eşlik eden ailem ile yeni bir ile yolculuğa çıkmaya hazırım. Bakalım beni neler bekliyor…
ÖYKÜ BOLU’DA
Benden selam olsun Bolu Beyi’ne (Köroğlu)
Aklımdan Köroğlu dizesi geçerken Düzce’yi geride bırakıp Bolu Dağı’na gelmiştik. Abant sapağına gelince yol kenarında heyecanı yüzlerinden okunan bir grup vardı. Ferda Öğretmen ve öğrencileri olduğunu düşünerek yavaşladık.Tahminimiz doğruydu. Onları görünce benim de heyecanım artmıştı. Kısa bir tanışmanın ardından aynı minibüs ile yola devam ettik. Hepimiz aynı araçta olunca samimi bir ortam oluşmuştu. İlk durağımız Abant’a giderken ”Önce güzel bir kahvaltı ile başlayalım gezimize isterseniz” dedi Ferda Öğretmen. Abant yolunda güzel bir bahçede kahvaltımızı yaptık.Karnımızı doyurduktan sonra Abant’a varmıştık.İlk olarak girişteki Doğal Yaşam Müzesine uğradık.Müzede bu bölgede yaşayan vahşi hayvanların ve yetişen bitkilerin örneklerini gördük.Abant çok fazla canlıya ev sahipliği yapıyordu. Çevresi çam ağaçlarıyla kaplı gölün manzarası muhteşemdi. Büyükşehirlere yakınlığı dolayısıyla dört mevsim misafiri varmış gölün.Gelin arabası gibi süslenmiş faytonlar dikkatimi çekmişti.Bunu fark eden Ferda Öğretmenim gölün çevresini faytonla dolaşmaya ne dersiniz deyince sevinç çığlıkları attık.Şarkılar eşliğinde gölü turladık .
Abant üzerinden , Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası ,Akşemseddin hazretlerinin türbesinin olduğu Göynük ilçesine geçtik.Ziyaretimizin ardından yapımı 1922’ye dayanan Zafer Kulesi’ne çıktık.Kulenin Değişik bir mimarisi vardı ve buradan Göynük çok güzel görünüyordu.İpek Yolu üzerinde bulunan eski Osmanlı kasabası Mudurnu ise çok sevimli bir ilçeydi.Ahilik geleneği halen devam ettiriliyormuş. Her cuma seladan önce tüm esnaf biraraya gelir,esnaf duası yaparmış.Esnafların kimi oturarak kimi ayakta bu duaya katılırmış.Çok ilginç değil mi? Öğle yemeği için ilçedeki tarihi konağı seçtik.Burada gelenlere yöresel yemekler ikram ediliyordu. Bakla çorbası,keşli cevizli makarna,kabaklı gözleme çok lezzetliydi. Merak edip “keş nedir” diye sordum:”Yoğurttan yapılan bir tür peynir” dedi Büşra.Keşi sevmiştim.Karnımız doymuştu.Konakta bize meşhur Mudurnu helvası da ikram ettiler.Bu tadı da çok beğendim.Bolu’yu gezmeye devam ediyorduk.Akkayalar’a vardık.Bolu’nun Pamukkalesi diyebiliriz.Travertenler vardı.Travertenlerin yanı başında ise çeşme vardı. Efe: “Buranın suyu çok güzeldir Öykü.İçmek ister misin ? Dedi.İçmek için eğildim.İçtiğim anda püskürttüm .O da ne!Bildiğimiz maden suyu.Arkadaşlarım başladı gülmeye .Ferda Öğretmen koşarak yanıma geldi.”Öğretmenim merak etmeyin Öykü’ye ufak bir şaka yaptık” dedi Vildan.Ferda Öğretmen de gülerek: “Çocuklar keşke arkadaşınıza maden suyu olduğunu söyleseydiniz” dedi.Oradaki yüzme havuzunun suyu da sodalıymış bunu duyunca bir kez daha şaşırdım.
Bolu deyince ilk akla gelen isimlerdendir Köroğlu. Arkadaşlarımın hepsi Köroğlu’nun hayatını okumuştu. Zalim Bolu Beyi’nin zulmünü bitiren yiğit Köroğlu Anıtı’nın önünde hatıra fotoğrafımızı da çektirdik.Bolu da dikkatimi çeken bir isim daha vardı.İzzet Baysal… Neredeyse bu ismi her yerde gördüm. Az ilerde de onun anıtı vardı.İzzet Baysal Bolu’nun mimarıymış.Bolu için yaptığı hizmetin sayısı yok. O gün bunları dinledikten sonra ileride adımı yaşatacak eserler bırakmaya karar verdim.Yolculuğumuz şarkı söyleyerek ,fıkra anlatarak devam ederken Gölcük’e çıkıyorduk.Yol çok virajlıydı.Arkadaşlarım bu yola alışkındı fakat benim midem fena olmaya başlayınca ben susmayı tercih ettim.
Gölcük harika orman manzarası ile seyrine doyulmayacak bir tabiat parkıydı..Gölcük’ün simgesi haline gelen göl evini arkamıza alarak bol bol fotoğraf çektirdik.Bu güzel manzarayı arkadaşlarımın da görmesi için ben de fotoğraf çektim.
Yedigöller’e yaklaştığımızı düşünürken yol kenarında devasa bir heykel vardı.Yanında kocaman Mengen Aşçılar Diyarı yazıyordu.Bu heykel dünyanın en büyük aşçı heykeli dedi Emirhan.Fotoğraf için indiğimizde hepimiz yanında ufacık kalmıştık. Bolu Mengen aşçıları ile ünlüymüş Hatta öyleki Atatürk’ün aşçısı bile Mengenliymiş.
Aracımıza bindikten sonra Yedigöller yoluna girdik.Bir ara gözlerim kapanmış.
-Öykü uyan! Sesleriyle gözümü açtığımda gözlerime inanamadım bu bir karacaydı.Koyu kahve rengiyle çok sevimliyidi.Sanki gezmeye çıkmıştı.Ormanlık alana doğru gitti.Biz de Yedigöller’e gelmiştik. Heyelan sonucu oluşan yedi göl harikaydı.
Milli park Yedigöller’in içinde:Büyükgöl,Seringöl,Deringöl,Nazlıgöl,Küçükgöl,İncegöl ve Sazlıgöl vardı.Yedi gölü gezmeyi bitirdiğimizde hava kararmaya başlamıştı.Geceyi burda ,kamp alanında kurulacak çadırlarda geçireceğimiz için beni bir heyecan sardı.Kamp alanına gittik.Çok fazla çadır vardı.Bizde el birliğiyle kendi çadırlarımızı kurduk.Annem ve babam çadırın içine yerleşince ben biraz arkadaşlarımın yanına gittim.Döndüğümde annem ve babam çoktan uyumuştu.Bende uzandım hızlı geçen günü düşündüm.Su diye soda içtiğim an gözümde canlanınca kendi kendime gülerek gözlerimi yumdum. Güzel bir gün daha bitmişti.
ÖYKÜ CUMHURİYET KENTİ KARABÜK’TE
Bolu’daki güzel gezimizden sonra sırada tarihi ve doğal güzelliklerini duyduğum ve çok merak ettiğim Karabük’e gidiyoruz. Sabaha doğru çıktığımız Karabük yolculuğunda içimi büyük bir heyecan kaplamıştı. Acaba orada beni nasıl maceralar beklemekteydi? Günün ilk ışıkları yüzüme vurduğunda Karabük il sınırına gelmiştik. Karabük’e geldiğimizde Tuba Öğretmen ve öğrencileri karşılayacak, onlarla kent meydanında buluşacaktık. Tuba Öğretmen ve öğrencileriyle buluştuktan sonra bizi kahvaltı yapmak için Safranbolu’daki bir Yörük köyüne giderken Karabük maceramız başlıyordu. Karabük’ün en merak ettiğim ilçelerinden UNESCO’nun “Dünya Miras Listesi”nde olan Safranbolu’ya doğru yola çıktık. Oraya gittiğimizde bizim için çok güzel bir köy kahvaltısı hazırladılar. Tereyağı, bal, kaymak, yörüklerin kendi yaptıkları çeşit çeşit peynirler ve sahanda köy yumurtası vardı. Kahvaltımızı bitirdikten sonra Safranbolu’da bir kanyonun üzerine yapılmış olan 80 metre yükseğe inşa edilen cam teras, 75 ton ağırlığı kaldırabilecek güce sahip bir yer olsa da üzerine çıktığımızda korkuyla babama sarıldım ve babamın korkacak bir şey olmadığını söylemesiyle biraz da olsa rahatlayıp etrafı seyretmeye başladm. Yeşilliklerin arasında kalan cam teras eşsiz bir manzaraya eşlik ediyordu. Kristal Cam Teras’dan indikten sonra Tokatlı Kanyonu’nu gezerek Saklı Cennet Taş Değirmeni ile devam ettik gezimize. Safranbolu’daki gezimiz bitmeden Tuba öğretmen ve öğrencileri bizi bir de Hıdırlık Tepesine çıkardı. Buradan da Safranbolu’nun eşsiz manzarazını tarihi evlerini izledikten sonra yerli ve yabancı turistlerin dikkatini çeken Cinci Hanı ve Cinci Hamamı’nı ve Tarihi Safranbolu Evleri’ni gezerken bir sürü fotoğraflar çekildik. Buradan çıktıktan sonra hep birlikte Arasta Çarşısı’na gittik. Yemeniler, eskiden ayağa giyilen deri ayakkabılar, Safranbolu evi maketleri ve tabiki de Safranbolu’nun meşhur lokumları o kadar güzeldi ki hepsinin tadı damağımızda kalmıştı. Ayrıca burada Safranbolu ismini en kalitelisi Safranbolu’da yetişen safran bitkisini gördük. Safran; ilaç, gıda ve kozmatik sanayisinde kullanılıyormuş. Daha sonra el sanatlarının yoğun olarak yapıldığı Safranbolu’da hediyelik eşyaların yapıldığı dükkanlara gittik. Oradan Konya’daki arkadaşlarım için buradaki gezimizden onlar içinde hediyelik hatıra eşyaları aldım. Safranbolu’daki gezimiz biterken yol üzerinde bulunan Bulak Mağarası’na gelmişti sıra. Mağaranın içinde o kadar çok merdiven vardı ki ilk gördüğümde çok şaşırdım. Mağaranın içindeki hava nemli olduğundan hepimizin saçları biraz ıslanmıştı.
Mağaradan çıktıktan sonra 1937 yılında Atatürk’ün talimatıyla kurulan ve 15 haneli bir köy iken bugün Karabük’ün ortaya çıkmasına katkıda bulunan Türkiye’nin ilk ağır demir-çelik sektörü olan KARDEMİR’i ziyaret ettik. Burada demir ve çeliğin eritilmesini izlemek beni çok heyecanlandırdı. Türkiye ekonomisine büyük katkısı olan bu fabrikayı gezmek gerçekten gurur vericiydi. Sıradaki durağımız Karabük’ün tertemiz havasına sahip, yeşilliklerle dolu Eskipazar ilçesinde bulunan Hadrianapolis Antik Kenti’ndeydi. O kadar çok merak ettiğim şey vardı ki burası hakkında. Yeşil çam ağaçlarının arasında geçirdiğimiz heyecanlı yolculuktan sonra nihayet Eskipazara gelmiştik. Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Hadrianapolis’teki eski kilise mozaik yazılarıyla oldukça ilgi çekiciydi. Tuba öğretmen taşların üzerinde on satırlık Yunanca yazının kilisedeki en özel köşelerden biri olduğunu söyledi. Ayrıca buranın kültür turizmi için çok önemli bir yere sahip olduğunu da ekledi. Daha sonra burada yaşamış olan eski uygarlıklardaki krallardan bir tanesinin mezarı olduğu düşündükleri mezarlıkları gezdik. Hadrianapolis’te de hatıra fotoğraflarımızı çektikten sonra ne kadar acıktığımızı fark ettik ve burada tanıştığım arkadaşım Ecrinlerin evine yemeğe gittik. Annesi bizim için buranın yöresel yemekleri olan Sütlü keşkek çorbası, hingel makarna, lahana sarması ve kara helva diye bilinen miyane helvası yapmıştı. Hepsi birbirinden lezzetli yemekleri yedikten sonra burada tanıştığım yeni arkadaşlarım ve Tuba öğretmenle vedalaştıktan sonra bizi bekleyen yeni maceralar için yola çıkmaya hazırlanıyorduk. Hoşçakal Karabük…
ÖYKÜ KARAELMAS DİYARI ZONGULDAK’TA
Gün çoktan ağarmıştı. Sonunda Zonguldak’a varmıştık. Yeşilin bin bir tonunu barındıran, eşsiz güzellikteki ağaçlarla süslenen ormanların ve kömürün kenti Zonguldak merhaba! Terminalde bizi sıcacık gülümsemeleriyle karşılayan, kocaman ailemin yeni üyeleri size de merhaba!
Arabadan inince Aysel Öğretmen , Aleyna, Fatih, Özge ve Melek ismindeki arkadaşlarımla, içten bir hoş geldiniz cümlesinin ardından hemen kaynaştık. Aysel Öğretmen bizi yöresel köy kahvaltılarının olduğu Fener’de deniz kenarındaki bir restorana götürdü. Hem manzara hem de sofradaki yiyecekler harika görünüyordu. Cizleme, köy peyniri, böğürtlen marmeladı, Osmanlı çileği reçeli, kiren (kızılcık)reçeli, çiğli keşli yumurta, serme, lokma, çılbır, kestane balı, mis gibi köy tereyağı, süt kaymağı ve daha neler neler…Yolculuk ve deniz havası bizi çok acıktırmıştı. Kahvaltının ardından Aysel Öğretmen gezi rotamızı gösteren bir harita çıkardı. Gezilecek yerlerin adını duydukça tarifsiz bir heyecan sardı içimi. Bir de Zonguldak’la ilgili çok önemli bilgiler verdi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, Türkiye’de kurulan ilk ilin Zonguldak olduğunu öğrendim.
İlk durağımız Türkiye’nin ilk maden müzesi olan Zonguldak Maden Müzesiydi. Zonguldak’ın karaelması olan kömürü yerinde tanıyacaktım. Müze müdürü ve müze görevlileri bizi ilgiyle karşıladılar. Ülkemizde madenciliğin gelişimi ve Zonguldak ile ilgili kısa bir tanıtım filmi izledik. Öğrendim ki Zonguldak Yüksek Maden Mühendisi Mektebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin maden mühendisi yetiştiren ilk yüksekokuluymuş. Milli şairimiz Behçet Kemal Zonguldak Maden Yüksek Mühendis Mektebinde okurken 10. Yıl Marşımızı burada yazmış. İlk tenis kortu da Zonguldak’ta yapılmış. Filmin ardından müzeyi gezmeye başladık. Bir madenci büstü dikkatimi çekti. Madencilerin ailesine duyduğu özlemi anlatmak için baş kısmındaki oyulmuş bölüme madencinin eşi ve çocuklarının olduğu figürler yerleştirilmişti. Müze gezimizin devamında Türkiye’de madencilerin kullandığı aletler, maden kazma simülatörü, maketler ve daha neler neler gördüm. Müze duvarında Orhan Veli Kanık’ın dizeleri dikkatimi çekmişti.
” Siyah akar Zonguldak’ın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası.”
Müzeden çıktığımızda kömüre daha farklı bir gözle bakar oldum. Meğer ne kadar da emek varmış ve kömür ne zor şartlar altında çıkarılıyormuş.
Müze gezimizin ardından müze bahçesindeki TTK Maden Eğitim Ocağı’na girdik. Görevli güvenliğimiz için bize değişik renkte baretler dağıttı. Renklerin anlamlarını sorduğumda her birini takanın ayrı bir görevi olduğunu öğrendim. Not defterime hemen yazdım. Maden ocağında ilerledikçe heyecanım artıyordu. Görevlinin söylediğine göre Zonguldak’ta çok eski çağlarda dinozorlar yaşıyormuş. Maden ocaklarındaki kazılarda birçok canlının fosiline rastlanıyormuş. Ceviz büyüklüğündeki bir kömürde kilometrelerce gözenek varmış. Duyduklarım çok ilgimi çekmişti. Maden ocağı hakkında edindiğimiz bilgilerden sonra görevlilere teşekkür ederek müze bahçesindeki Maden Şehitleri Anıtı’nda fotoğraf çektirdikten sonra Ereğli’ye doğru yola çıktık.
Ülkemizde kömürü ilk kez 1829 yılında Uzun Mehmet adında Ereğlili bir deniz eri bulmuş ve Ereğli’de anıtı varmış. Bu bilgileri hemen not defterime kaydettim.
Ereğli denince akla ilk gelenlerden biri de kralların yiyeceği olarak bilinen Osmanlı çileğiymiş. Bu çilek diğerlerine hiç benzemezmiş. Açık renkte, küçük ve nazik bir çilekmiş. Çileğin sabah çok erken saatlerde toplanması gerekiyormuş. Ereğli’de her sene haziran ayında “Osmanlı Çileği Kültür ve Sanat Festivali” düzenleniyormuş. Öğrendiğim bilgilerden sonra Osmanlı çileğini tatmak için sabırsızlanıyordum. Ne şanslıyım ki yol kenarında sepet sepet çilek satan teyzeleri görüp durduk. Teyzelerle merhabalaştıktan sonra bir sepet çilek alıp tattık. Gerçekten daha önce yediğim çileklere hiç benzemiyordu. Tadı ve aroması çok nefisti.
Ereğli’ye varmıştık. Aleyna, Ereğli’de temmuz ayında” Uluslararası Sevgi, Barış, Dostluk Kültür ve Sanat Festivali”, Aralık ayında ise “Hamsi Festivali” nin yapıldığını söyledi. Önce Gazi Alemdar Müzesi’ni gezdik. Müzeden sonra Cehennemağzı Mağaraları’na doğru yola koyulduk. Cehennemağzı Mağaraları’nın zemini geometrik motifli mozaiklerle süslüydü. Buna hayran kalmamak imkansızdı. Ereğli Anadolu uygarlıklarının kesişme noktasıymış. Hatta Yunan mitolojisindeki Herkül’ün (Herakles) efsanesi Ereğli’de geçiyormuş. Ereğli’nin adının Herakles’ten geldiği söyleniyor ve ”Herkül’ün Şehri” anlamını taşıyormuş.
Gezimizin devamında Alaplı ilçesinin Gümeli beldesindeki, Dünyada 5.Türkiye’de ise ilk sırada yer alan 4112 yıllık porsuk ağacını görmeye gittik. Bronz Çağında filizlendiği saptanan Anıt Ağaç oldukça heybetliydi. Porsuk ağaçlarının en önemli özelliği eski çağlardan beri hayata yeniden tutunmanın simgesi olmalarıymış.
Alaplı’dan dönüşte Türkiye’nin en uzun 10. , Zonguldak’ın en uzun 2. Mağarası olan Gökgöl Mağarası’na uğradık. Bu mağara halen aktif bir damlataş mağarasıymış ve yaklaşık 350 milyon yaşındaymış. Mağara içerisinde damlataş oluşumları (sarkıt, dikit, sütun, bayrak damlataşı ve makarna sarkıtlar) vardı. Mağaranın değişik yerlerine Fosil giriş, Astım Salonu, Harikalar Salonu ve Mucizeler Salonu gibi ilginç isimler verilmişti.
Sıradaki durağımız Devrek ilçesiydi. Devrek’te bizi Elanur, Buse ve Hayriye arkadaşlarımız karşıladı. Bize Devrek simidi ikram ettiler. Cumhuriyet Meydanı’na vardığımızda kocaman bir baston heykeli ile karşılaştık. Elanur Devrek bastonunun çok meşhur olduğunu, her yıl haziran ayında “Devrek Baston ve Kültür Festivali” düzenlendiğini söyledi. Meydandan az ileride Devrekli şairler Rüştü Onur ve Müfide Güzin Anadol’ un büstlerini gördüm. Bastoncular Çarşısı’na gittiğimizde çeşit çeşit baston örnekleri ve hediyelik eşyalar vardı. Bu bastonlar diğerlerinden işçilik olarak daha farklıymış. Farkın nedeni gövdesinde el emeği işleme kullanılması, kızılcık (kiren) ağacından yapılması ve pabuç kısmında kayma ve aşınmayı önlemek için manda boynuzu kullanılmasıymış. Dedeme hediye etmek için bu özel işlemeli bastonlardan bir tane aldım. Buse arkadaşımız bizi bir yakınının çalıştığı yöresel ürünler dükkanına götürdü. Dükkan sahibi Devrek’in meşhur Beyaz baklavasından ikram etti. Çok beğendik ve kısa bir sohbetten sonra Aysel Öğretmen ve öğrencilerinin yaşadığı Gökçebey’e doğru yola koyulduk. İlçenin eski adı Tefenmiş ama ilçe olduktan sonra Tefenni ilçesiyle karışmaması için değiştirilmiş.
İlk önce Yöresel Herkime Evlerine gitmek üzere araçlara bindik. Hacımusa Köyüne yaklaştığımızda öğretmenimiz araçtan inip aşağıdaki manzarayı görmemizi söyledi. Kantar Şelalesi kayalıkların arasından tüm coşkusuyla akıyordu. Şelalenin diğer tarafında kardeşcesine yaşayan çeşit çeşit ağaçların oluşturduğu ormanlar vardı. Zonguldak ağaç çeşitliliği konusunda çok zengin bir ilimizmiş. Temiz havayı derin derin içime çekip otobüse bindim. Sonunda Yöresel Herkime Evi’ne varmıştık. Orada bizi Gülnur, Eren, Deniz, İrem arkadaşlarımız karşıladı. Ahşap köy evinin üst katına çıktığımızda harika bir yer sofrasıyla karşılaştık. Adını ilk kez duyduğum yöresel yemekler nefis görünüyordu. Tavuklu börek, pırasalı yumurtalı kabalak, malay, tirit, karalahana sarması, darı mancarı, keşli cevizli erişte, göce çorbası, balkabaklı cevizli tatlı börek, kızılcık şerbeti ve daha neler neler… İlk kez tattığım bu yemeklere hayran kalmıştım.
Sırada Veyisoğlu Köyündeki 500 yaşındaki Anıt Ağaç vardı. Kocameşe mevkiine vardığımızda Anıt Ağacın yanında Ali Rıza Öğretmen bekliyordu. Bizi ilgiyle karşıladı. “Anıt Ağaç’la” ilgili efsaneleri anlatmaya başladı. Bu ağacın hikayesi çok ilgimi çekti. Ali Rıza Öğretmen’le vedalaştıktan sonra Çanakçılar Hayvanat Bahçesi’ne gittik. Girişte bizi serbest dolaşan flamingolar karşıladı. İlk kez flamingolarla bu kadar yakın mesafede yürüyor olmanın sevinciyle ilerledim. Kazlar, ördekler, pelikanlar, leylekler yanımdan geçip gidiyordu. Hepsinin fotoğrafını çektim. Az ileride maymun evlerinin yanına gittiğimde içerdeki maymunun türlü türlü şirinlikleriyle karşılaştım. Tavus kuşları hemen karşımda duruyordu. Sanki bana hoş geldin demek ister gibi turkuaz ve yeşilin en güzel tonlarını barındıran tüylerini görkemlice açıp beni selamlıyorlardı. Geyikler, karacalar, ayılar, sincaplar, köpekler, hatta konuşan kırmızı bir papağan bile vardı. Hayvanları yakından görmek beni çok mutlu etmişti. Hayvanat bahçesinin yanındaki Çanakçılar Arkeoloji Ve Etnografya Müzesi’ne de girdikten sonra Çaycuma’ yı görmek üzere yola koyulduk. Çaycuma’nın manda yoğurdu çok meşhurmuş. Manda yoğurdunu tatmak için yol kenarında yöresel ürünler satan bir dükkana girdik.Bu yoğurdun en önemli özelliği normal yoğurtlara göre daha katı olmasıymış. Kaşığa alıp ters çevirdiğinde bile düşmezmiş. Tattığımız manda yoğurdu da böyleydi, çok şaşırmıştım. Anneannem için ise tel kırma pelement bezinden masa örtüsü aldım. Çaycuma gezimizin esnasında öğretmenimiz Filyos Beldesi’yle ilgili de birçok bilgi verdi. Filyos’ un en büyük özelliği, Karadeniz kıyılarında, kazılan ilk ve tek arkeolojik kent olmasıymış. Bu nedenle Filyos’ ta kale, sahil surları, su kemeri, tiyatro, savunma kulesi ve çeşitli mezar anıtları varmış. Çoğu Roma Döneminden kalan kalıntılarmış. Antik dönemin önemli yerleşim yerlerinden biri olduğu için Filyos koruma altına alınmış.
Akşam , Aysel Öğretmenlerin evine konuk olduk. Yemekten sonra Aysel Öğretmen’in kızları Ada ve Lidya ile oyunlar oynadık. Çok eğlenceli bir gezi olmuştu. Yorulmuştum ama buna değmişti. Artık dinlenme vakti gelmişti. Yeni yerler, yeni insanlar tanımanın verdiği mutlulukla uyuyakalmışım. Sabah gün aydınlanırken yola çıkmadan önce öğretmenimiz bana Zonguldak’ı hatırlatacak bir madenci heykeli hediye etti. Vedalaşırken çok duygulandım. Bu gezi sayesinde kocaman bir ailem olmuştu. Hoşça kal Anadolu’nun yeşil gözü Zonguldak…
Published: Jul 1, 2018
Latest Revision: Jul 2, 2018
Ourboox Unique Identifier: OB-507494
Copyright © 2018