by erdal
Artwork: ÖYKÜ YOLLARDA - NİSAN AYI-
Copyright © 2018
ÖYKÜ KAYISI BAŞKENTİ MALATYA ‘DA
Her gün yeni bir şehrin tanımak olduğu hey anestemam.Sırada suyu sert, insanı mert, plakası 44, dörtlü bir mekanımız olan Malatya var.Malatya’ya yaklaştıkça yolumuzun her iki yönü de sarı ve turuncu meyveleriyle kayısı ağaçları olduğu sanki gülerek görünenüyordu .Dümdüz bir ovaya kurulu yeşil bir şehre giriyorduk.
Şehrin girişinde Makbule Öğretmen ve Hatunsuyu İlkokulu 3-A sınıfında bizi karşıladı. Makbule Öğretmen gün boyu süreceğimiz daha sonra yerlerin planını paylaştı. Planın bu güzel şehri tanımaya olan eski yerleşim yeri olan Battalgazi merkez ilçesinden başlanmaktık.
Battalgazi’de ilk kez Anadolu Selçuklu döneminden kalan Ulu Cami’de gezdik.Camınısısı görülmeye değerdi.Daha sonra Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı Daha fazla gezdik.Kervansarayın girişindeki ağaçtan yontulmuş insan heykelleri ve eski kervanları anlatmak için koyulmuş deve heykelleri dikkatimi çekti. Aslantepe Höyüğü’ne geçtik.Höyüğün girişinde Asur kralının heykeli ve aslan heykelleri bulundu.Eski bir yer altı şehri olan höyükte kazı çalışmaları halen devam etmekteydi. Binlerce yıl önce duvarlara çizilen resimlerin bozulmadan günümüze gelmesi şaşırtıcıydı.Battalgazi tarihle içleniyor bir yer.Oradan ayrıltı şehir merkeziindeki
Beşkonakları gezip, Kanal boyu’nda dondurma molası verdik. Nefis dondurmaları yerken Kernek Şelalesi’ni seyrettik. Öğlen sıcağında şelalenin serinliği hepimize iyi gittti.Sırada ülkemizin 2.Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın müzeleri vardı.Müzeler İnönü Üniversitesinin rektörlük binasındaydı.Burada cumhurbaşkanlarımızın heykeli ve kişisel eşya vardı.Müze gezimizin yaklaşık Turgut Özal Tabiat Parkını gezipğildi arkadaşlarımızın annelerinin hazırlandığı Malatya sofrasına oturduk.Sofrada neler mi vardı? İçli köfte, analı kızlı, kiraz yaprağı sarması, kömbe, kayısı tatlısı, dut pestili Malatya ‘da turunçgiller, zeytin ve muzeden tüm sebze ve meyvelerin yetiştirilmesi.Yemekler harikaydı.Öğretmenimize, arkadaşlarımıza ve annelerine teşekkür ettikten sonra Sanat Sokağını gezmeye gittik.
8 tane tarihi ve turistik eserin sergilediği Minia Malatyaydı. Oyuncak Müzesini, Fotoğraf Müzesini Müzeşini ve Kültür Evini gezdik.Kültür Evi’nde Malatya’nın günlük yaşamını açan tanıma fırsatı bulduk.
Malatyalı ünlü sanatçılardan Kemal Sunal, Ahmet Kaya ve Fahri Kayahan ‘ın balmumu heykelleri gerçek anlamda kendileriyle sınıfları anlayamadım. Gezegen babamın çok sevdiği şiirlerden biri olan Sakarya Türküsü’nü dinledi. Konuşan banka annemin çok hoşuna gitmişti. Sanat Sokağını gezdikten sonra sırayla ağırbaşlı meşhur Akçadağ ilçesinin Sultansuyu Harası ve Levent Vadisi’ndeydi.Hara çok büyük bir alana ulaşılabilir.Burada Safkan Arap Atları yetiştiriliyordu.Ata binmeyi çok yedi ben burada ata binme şansını yakaladığım için çok mutluydum.
Daha sonra şehir merkezindeki Bakırcılar Çarşısı’ndan hediyelik bakır eşyalar ve Şire Pazarı’ndan da kayısı çeşitleri sonradan akşama kadar yaşadım.Akşamleyin de Miş Miş Park’ta düzenlenen kaygı festivaline gidip Arguvan Türküleri dinledik.Bu arada da Miş miş ‘in kayıcısı yerel adı öğretmenimiz Malatya ‘yı bir güne sığdıramayacağımızı, gezemediyorsanız yer yerini söyledi. Gece Makbule Öğretmenin yanlış anlamadıkları.Çabuk erkenden öğretmenimize ve öğrencilerine konukperverliklerinden geçirilmiş edip Elazığ a doğru yola koyulduk.Yolda dilime, malatya malatya bulunmazı eşin, türküsünün dolandığını da annem ne inandırımım sormuyorunda fark ettim.
ÖYKÜ MUNZUR’DA
Yeni bir yer görecek olmak sizde nasıl duygular uyandırır bilmem ama ben yerimde duramıyorum. Tunceli’ye doğru yola koyuluyoruz babamla.
Kısa mesafeler bazen çok uzun gelir ya insana, şimdi bana da öyle oldu. Sonunda Pertek göründü. Dans eden martılarıyla, nazlı nazlı salınan feribotuyla, heyecanları yüzlerine vurmuş olan Erdal Öğretmen ve öğrencileriyle. Sıcak bir karşılamanın ardından feribotla geçerken Keban Barajı’nın ortasında bulunan Pertek Kalesi’ni gördüm. Doğallığının verdiği bir ihtişamla “ Hoş geldin!” diyor.
Feribottan inince Tunceli merkeze doğru yola çıktık. İlk durağımız “Gole Çetu” İki suyun birleştiği yer. Pülümür Çayı ve Munzur. İnanışa göre Hızır burada musahiplik vermiş Munzur’a. Dua ediyor insanlar. “Ya Hızır” öyle içten dökülüyor ki dudaklarından, etkilenmemek elde değil. Hemen üstümüzde Hacı Bektaş-ı Veli Cemevi’nin bahçesinde Pir Sultan Abdal heykeli; bir elinde saz, iki eli dua eder gibi göğe kalkmış. Farklı inanışları, farklı kültürleri tanımak ne güzel. Hızır’ın mekânını arkamızda bırakarak şehir merkezine girdik.
Küçük bir yer, kalabalık değil. Fabrikalar, büyük alışveriş merkezleri, gürültü, telaş yok. Şehrin en işlek yeri olan Seyit Rıza Meydanı’na geldik. Küçük sayılabilecek bir meydan. Seyit Rıza’nın heykeli var. İskemleleri alıp oturuyoruz ve tepeden bakıyoruz, bu kentin sanatçılarının türküleri eşliğinde, Munzur’a. Huzur buluyor insan. Artık dinlenme vakti. Etrafımı seyrediyorum. Değişik otlar ve bitkiler satıyorlar. Soruyorum isimlerini. ” Gulik, yemlik, ışkın” yemlik ve ışkın alıyorlar bize, hemen yiyoruz. Ovacık ve Pülümür’ün yüksek kesimlerinde yetişirmiş ışkın. Çok zahmetliymiş toplaması ama insanların geçim kaynağı.
Ovacık’a doğru gidiyoruz. Munzur Milli Parkı’nı göreceğiz. Arabanın camından coşkun akan Munzur’u izlerken suyun içinden dalgalarla inip çıkan bot ve üzerinde kayalıklara çarpmadan ilerlemek için kürek çeken insanlar.
Rafting. Arkadaşlarım bu yıl Munzur’da “Türkiye Rafting Şampiyonası” yapılacağını büyüyünce kendilerinin de rafting yapacaklarını söylediler. “Ben de” dedim coşkuyla. Babamla göz göze geldik. Gülümsedi. Tabi ki ama büyüyünce dercesine…
Ve Munzur Milli Park’ı. Sayısız ender görülen bitki türlerine ve nesli tükenmekte olan hayvanlara ev sahipliği yapıyormuş bu park. Milli parkı görür görmez büyülendim adeta. Dik kayalıklar, orman, su, temiz hava… Her yeriyle korunması gereken eşsiz bir güzellik. Munzur suyunda kırmızı pullu alabalık varmış. Eğer şanslıysanız dağ keçilerini görebilirmişsiniz. Kutsalmış dağ keçileri. Maalesef avcıların kurbanı oluyorlarmış çoğu zaman. Dar ve tehlikeli bir yolu var Ovacık’ın. Etrafında onca ihtişamlı Munzur Dağları’na rağmen düzlük bir alanda. Hiç durmadan gözelere doğru gidiyoruz. Yol boyunca kıvrıla kıvrıla akan Munzur’un kaynağındayız şimdi. Her yerden su çıkıyor. Kırk tane göze varmış. Beyaz, köpük köpük akıyor sular ve birleşerek Munzur Nehri’ni oluşturuyor. Yiğit, Ela, Eylül ve Yaren ayakkabılarımı çıkarmamı istiyorlar. Ben daha ne olduğunu anlamadan onlar çıkarmışlardı bile ayakkabılarını. Her gelene yapılırmış. Suda en çok dayanan kazanırmış. “Ne var ki!” dedim kendi kendime. Ayaklarımı suya koyar koymaz ne olduğunu anlıyorum. Buz gibi demek bile yeterli olmaz herhalde bu suyun soğukluğunu anlatmaya. Dayanmak mümkün değil. Hemen çıkıyoruz sudan. Öyle temiz, öyle güzel ki… Saatlerce bakabilirsiniz suya, hiçbir ses bu kadar huzur vermez insana. En temiz su seçilen Munzur içme suyu da tam kaynağından alınıyor. Dört mevsim ayrı güzelliği varmış bu kutsal mekânın.
Soğuk su, güzel hava acıktırmıştı. Sofra kuruldu. Daha önce görmediğim yemekler vardı sofrada: Babuko, sirikurt, sırın, şorbik, kavut, zerefet, saç kavurma… Un, su ve yağdan yapılıyormuş birçoğu. Bir de meşhur dağ sarımsağıyla karıştırılmış ayran dökülmüş üstlerine. Çok eskiye dayanıyormuş bu yemekler. Yöre halkının geçmişteki yoksulluğunun sembolüymüş. Şimdi ise değer verdikleri misafirlerine sunarlar ata yadigârı yemeklerini. Çok beğendim tatlarını. Hemen doyuyorsunuz. Bu muhteşem güzelliği bırakıp gitmek çok zor ama gezimiz devam ediyor. Veda ediyoruz Ovacık’a.
Ardından Pülümür Vadisi’ne varıyoruz. Sıcaktan bunalmış olan bizleri çağırıyor Pülümür Çayı serin sularına. Vadi boyunca işletmeler ve yüzme yerleri var. Akarsuda insanlar yüzüyor. Biz durgun olan bir yerde suya girmeye karar veriyoruz. Su soğuk olduğu için girmekte zorlanıyoruz. Bir anda atlamak gerekirmiş suya. Sonra alışıyormuş insan. Beray, Mert, Ecem, Ekin, Havin ve ben. Tutuşup el ele üçe kadar sayıyoruz ve aynı anda atıyoruz kendimizi serin sulara. Her eğlencenin bir sonu var. Çıkıyoruz sudan. Birden Ecem “Bak kayalıkların üstünde dağ keçisi!” dedi. Çok heyecanlandım. Önce göremedim. Gözlerimi kıstım. Kayanın üstünde kocaman çengel boynuzuyla sanki burası benim dercesine bakan bir dağ keçisi. Zaman durmuştu. O anı hiç unutamam…
Güzel şeyler hiç bitmesin isteriz ama her şeyin bir sonu var. Daha görmediğim sayısız güzelliklerinin olduğunu bilerek yüzümde ve yüreğimde kocaman bir tebessümle vedalaşıyorum Dersim’le.
Sıcak sohbetlerini benden esirgemeyen, gezimizin her anında sevincime, yorgunluğuma ortak olan arkadaşlarıma teşekkür ederek Bingöl’e doğru yola çıkıyoruz.
Yol arkadaşım babamla…
ÖYKÜ MUNZUR’DA
Yeni bir yer görecek olmak sizde nasıl duygular uyandırır bilmem ama ben yerimde duramıyorum. Tunceli’ye doğru yola koyuluyoruz babamla.
Kısa mesafeler bazen çok uzun gelir ya insana, şimdi bana da öyle oldu. Sonunda Pertek göründü. Dans eden martılarıyla, nazlı nazlı salınan feribotuyla, heyecanları yüzlerine vurmuş olan Erdal Öğretmen ve öğrencileriyle. Sıcak bir karşılamanın ardından feribotla geçerken Keban Barajı’nın ortasında bulunan Pertek Kalesi’ni gördüm. Doğallığının verdiği bir ihtişamla “ Hoş geldin!” diyor.
Feribottan inince Tunceli merkeze doğru yola çıktık. İlk durağımız “Gole Çetu” İki suyun birleştiği yer. Pülümür Çayı ve Munzur. İnanışa göre Hızır burada musahiplik vermiş Munzur’a. Dua ediyor insanlar. “Ya Hızır” öyle içten dökülüyor ki dudaklarından, etkilenmemek elde değil. Hemen üstümüzde Hacı Bektaş-ı Veli Cemevi’nin bahçesinde Pir Sultan Abdal heykeli; bir elinde saz, iki eli dua eder gibi göğe kalkmış. Farklı inanışları, farklı kültürleri tanımak ne güzel. Hızır’ın mekânını arkamızda bırakarak şehir merkezine girdik.
Küçük bir yer, kalabalık değil. Fabrikalar, büyük alışveriş merkezleri, gürültü, telaş yok. Şehrin en işlek yeri olan Seyit Rıza Meydanı’na geldik. Küçük sayılabilecek bir meydan. Seyit Rıza’nın heykeli var. İskemleleri alıp oturuyoruz ve tepeden bakıyoruz, bu kentin sanatçılarının türküleri eşliğinde, Munzur’a. Huzur buluyor insan. Artık dinlenme vakti. Etrafımı seyrediyorum. Değişik otlar ve bitkiler satıyorlar. Soruyorum isimlerini. ” Gulik, yemlik, ışkın” yemlik ve ışkın alıyorlar bize, hemen yiyoruz. Ovacık ve Pülümür’ün yüksek kesimlerinde yetişirmiş ışkın. Çok zahmetliymiş toplaması ama insanların geçim kaynağı.
Ovacık’a doğru gidiyoruz. Munzur Milli Parkı’nı göreceğiz. Arabanın camından coşkun akan Munzur’u izlerken suyun içinden dalgalarla inip çıkan bot ve üzerinde kayalıklara çarpmadan ilerlemek için kürek çeken insanlar.
Rafting. Arkadaşlarım bu yıl Munzur’da “Türkiye Rafting Şampiyonası” yapılacağını büyüyünce kendilerinin de rafting yapacaklarını söylediler. “Ben de” dedim coşkuyla. Babamla göz göze geldik. Gülümsedi. Tabi ki ama büyüyünce dercesine…
Ve Munzur Milli Park’ı. Sayısız ender görülen bitki türlerine ve nesli tükenmekte olan hayvanlara ev sahipliği yapıyormuş bu park. Milli parkı görür görmez büyülendim adeta. Dik kayalıklar, orman, su, temiz hava… Her yeriyle korunması gereken eşsiz bir güzellik. Munzur suyunda kırmızı pullu alabalık varmış. Eğer şanslıysanız dağ keçilerini görebilirmişsiniz. Kutsalmış dağ keçileri. Maalesef avcıların kurbanı oluyorlarmış çoğu zaman. Dar ve tehlikeli bir yolu var Ovacık’ın. Etrafında onca ihtişamlı Munzur Dağları’na rağmen düzlük bir alanda. Hiç durmadan gözelere doğru gidiyoruz. Yol boyunca kıvrıla kıvrıla akan Munzur’un kaynağındayız şimdi. Her yerden su çıkıyor. Kırk tane göze varmış. Beyaz, köpük köpük akıyor sular ve birleşerek Munzur Nehri’ni oluşturuyor. Yiğit, Ela, Eylül ve Yaren ayakkabılarımı çıkarmamı istiyorlar. Ben daha ne olduğunu anlamadan onlar çıkarmışlardı bile ayakkabılarını. Her gelene yapılırmış. Suda en çok dayanan kazanırmış. “Ne var ki!” dedim kendi kendime. Ayaklarımı suya koyar koymaz ne olduğunu anlıyorum. Buz gibi demek bile yeterli olmaz herhalde bu suyun soğukluğunu anlatmaya. Dayanmak mümkün değil. Hemen çıkıyoruz sudan. Öyle temiz, öyle güzel ki… Saatlerce bakabilirsiniz suya, hiçbir ses bu kadar huzur vermez insana. En temiz su seçilen Munzur içme suyu da tam kaynağından alınıyor. Dört mevsim ayrı güzelliği varmış bu kutsal mekânın.
Soğuk su, güzel hava acıktırmıştı. Sofra kuruldu. Daha önce görmediğim yemekler vardı sofrada: Babuko, sirikurt, sırın, şorbik, kavut, zerefet, saç kavurma… Un, su ve yağdan yapılıyormuş birçoğu. Bir de meşhur dağ sarımsağıyla karıştırılmış ayran dökülmüş üstlerine. Çok eskiye dayanıyormuş bu yemekler. Yöre halkının geçmişteki yoksulluğunun sembolüymüş. Şimdi ise değer verdikleri misafirlerine sunarlar ata yadigârı yemeklerini. Çok beğendim tatlarını. Hemen doyuyorsunuz. Bu muhteşem güzelliği bırakıp gitmek çok zor ama gezimiz devam ediyor. Veda ediyoruz Ovacık’a.
Ardından Pülümür Vadisi’ne varıyoruz. Sıcaktan bunalmış olan bizleri çağırıyor Pülümür Çayı serin sularına. Vadi boyunca işletmeler ve yüzme yerleri var. Akarsuda insanlar yüzüyor. Biz durgun olan bir yerde suya girmeye karar veriyoruz. Su soğuk olduğu için girmekte zorlanıyoruz. Bir anda atlamak gerekirmiş suya. Sonra alışıyormuş insan. Beray, Mert, Ecem, Ekin, Havin ve ben. Tutuşup el ele üçe kadar sayıyoruz ve aynı anda atıyoruz kendimizi serin sulara. Her eğlencenin bir sonu var. Çıkıyoruz sudan. Birden Ecem “Bak kayalıkların üstünde dağ keçisi!” dedi. Çok heyecanlandım. Önce göremedim. Gözlerimi kıstım. Kayanın üstünde kocaman çengel boynuzuyla sanki burası benim dercesine bakan bir dağ keçisi. Zaman durmuştu. O anı hiç unutamam…
Güzel şeyler hiç bitmesin isteriz ama her şeyin bir sonu var. Daha görmediğim sayısız güzelliklerinin olduğunu bilerek yüzümde ve yüreğimde kocaman bir tebessümle vedalaşıyorum Dersim’le.
Sıcak sohbetlerini benden esirgemeyen, gezimizin her anında sevincime, yorgunluğuma ortak olan arkadaşlarıma teşekkür ederek Bingöl’e doğru yola çıkıyoruz.
Yol arkadaşım babamla…
ÖYKÜ GAKGOLAR DİYARI ELAZİZ’DE
Gün daha aydınlanmadan yola çıkmıştık Malatya’dan. Güneşin doğuşunu Fırat Nehri’nin üzerine yansıttığı eşsiz güzelliğinden fark ettim. Pırıl pırıl parlayan, türkülere efsanelere konu olan Fırat Nehri’nden geçiyorduk. Kömürhan Köprüsü’nde karşılayacaktı Şeyma Öğretmen ve öğrencileri bizi. Onlar da 110 km’lik yoldan, Karakoçan Sarıcan’dan gelmişlerdi. Kömürhan’a varınca sıcacık gülümseyişi ile Şeyma Öğretmen ve 14 tane gülen gözlü arkadaşım çayda çıra ile karşıladılar bizi. Ne de güzel oynuyorlardı dünyada mumlu dans olarak bilinen Çayda Çırayı. Büyük bir zevkle izledikten sonra candan, içten ve en samimi hoşgeldinleri duyduk.
İlk olarak Kapalı çarşıya gittik. İçinde kuru meyvelerin, peynir çeşitlerinin, bakırcıların, yerken tadına doyamadığım orciklerin bulunduğu sokaklara ayrılmış bir çarşıydı bu. Burada herkes
birbirine Gakgo diyordu. İsimleri sandım önce. Sorduğumda aldığım cevap ise çok güzeldi. Gakgo iki insan arasındaki gönül bağını anlatıyormuş. Ben sorularımı sorarken sıcacık çaylarımız ve taş fırından yeni çıkmış peynirli ekmeğimiz gelmişti bile. Peynirli ekmek taze peynir ve şekerle yapılan bir tür pide idi. Yanına Sarıcan’dan gelen patilalar da eklenince kahvaltımız şölene dönüşmüştü. Kapalı Çarşıda dikkatimi çeken bir diğer yer ise sekiz köşeli gakgo şapkası yapan ve satan tarihi 1950’lere dayanan bir dükkândı. Babasından öğrendiği zanaatı devam ettiren Fethi Bey sekiz köşe şapkanın ne anlama geldiğini anlattı bize. Şapkadaki her köşenin bir anlamı vardır dedi. Bunlar; Yiğitlik, Mertlik, Cömertlik, Misafirperverlik, Alçak gönüllülük, Çalışkanlık, Dürüstlük ve Vatanseverlikti. Dinlerken gözleri dolan babam taşıdığı asil anlamından ötürü bir tane Gakgo şapkası aldı.
Kahvaltının ardından 4000 yıllık tarihi olan, medeniyet ve
kültürün beşiği olarak tasvir edilen Harput’a doğru yol aldık. Manevi yoğunluğunu girdiğimiz anda hissettiğimiz evliyalar şehri Harput’ta süt kalesi olarak bilinen Harput Kalesi karşıladı bizi. Kaleden aziz şehir Elaziz’in görüntüsü muazzamdı. Kaleden sonraki durağımız Anadolu’nun en eski camilerinden olan Ulu Cami diğer adıyla Eğri Minareli Cami idi. Neden eğri minareli demişlerdi. Çünkü dünyaca ünlü Pisa Kulesinin eğimi3,5 derece iken bu minare tam 7,2 derecelik eğime sahipti. Gezilecek daha çok yer vardı. Dolaşırken dinlediğim bu şehre özgü Harput Musikisi bana müthiş bir haz vermişti. Bunu Fark eden Şeyma Öğretmen akşam kürsü başında musikiye doyacaksın Öykücüğüm dedi. Kürsü başı da neydi? Merak etmiştim.
Merakımı giderirken mis gibi kokan çedene kahvelerimiz gelmişti. 1662 yılında Evliya Çelebi’nin
Harput’a gelişinde gölgesinde dinlendiği bilinen yaşlı çınarın gölgesinde yudumladık kahvelerimizi.
Şehirde nereye gitsek bizi izleyen yüce dağın ismini sorduğumda Hazarbaba dağı cevabını aldım. 2347 m yükseklikteki bu dağda kayak yapıldığını öğrendim. Hele ki dağın eteğindeki Hazar Gölü’nün pastoral manzarasını görünce buraya akın akın giden insanlara hak verdim.
Harput’un ardından merkeze yaklaşık 1 saat uzaklıkta olan Palu’ya doğru yol aldık. Palu; Sümer, Asur, Roma gibi birçok kültüre ev sahipliği yapmış bir ilçe idi. Palu Kalesi’ne çıkarken gördüğümüz kare planlı kilise, kilisenin yanında Ulu Cami ve Alacalı Cami farklı din ve kültürlerin birlikte yaşadığını gösteren en büyük kanıtı idi. Murat Nehri üzerinde bulunan Tarihi Palu
Köprüsü ise İstanbul’u Bağdat’ a bağlamasıyla meşhurmuş. Yavaş yavaş güneş kaybolurken acıktığımızı fark etmiştik. 154 çeşit yöresel yemeği olan Elazığ’da bol çeşitli akşam yemeğini bize ev sahipliği yapan Karakoçan’da yedik. Hepsi birbirinden güzeldi. Ama beni en çok cezbeden yemekler Safranlı Çorba, Harput Köftesi, Sırın ve Dolanger Tatlısı idi. Şeyma öğretmen yemekten sonra sabırsızlıkla beklediğim kürsübaşının müjdesini verdi. Kürsübaşı eski Harput evlerinde daha çok kış geceleri kullanılan kömür ateşli kürsü etrafında ısınmak, sohbet etmek ve musiki icra etmek için ortaya çıkmış bir gelenekti.
Kürsü başıyla bitirdiğimiz Elazığ şehrine doyamadım. Gerçekten adı gibi Aziz olan bu şehri ve insanlarını; samimiyetlerini, mertliklerini çok sevdim. Artık benim de bu şehirde Gakgolarım vardı…
Published: Jun 28, 2018
Latest Revision: Jun 28, 2018
Ourboox Unique Identifier: OB-506383
Copyright © 2018