ANADOLU’MDAN ÖYKÜLER

by ELİF YILMAZ

This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

ANADOLU’MDAN ÖYKÜLER

  • Joined Feb 2020
  • Published Books 6

                        DÜŞSEL YOLCULUK

Karanlık iyice çökmüştü. Ferhat koyunları bir araya toplamış uyumaya hazırlanıyordu. Karınları doyan koyunlar yavaş yavaş uykuya teslim oluyordu. Onları gördükçe Ferhat’ın da içi geçmeye başladı. Ferhat’ın uyumaması gerekiyordu. Çünkü koyunların ayağına ip bağlamayı unutmuştu. Çobanlar gece olunca koyunların ayağına bir ip bağlarlardı. Bu ipin bir ucu da çobanın koluna bağlıdır. Eğer koyunlar kaçarsa ipi de çekeceği için çobanın haberi gerekiyor.

Ferhat uykuya ne kadar dirense de yorgun bedeni dayanamamış uyumuştu. Hafif bir rüzgar vardı. Onun yerini aydınlatıyordu. Ferhat o sırada görkemli bir bina gördü, dağın tepesinde bir saray gibi durdu. Ay ışığı binayı iyice aydınlatıldı. Bu bina annesinin hep anlattığı İshak Paşa Sarayı olmalıydı. Tam o sırada orta yaşlı bir adam çıktı karşısına. Ferhat korkup adama doğru bakakalmıştı. Adam ” Oğlum benden korkma, ben hep buradayım. Sen de aradığını burada bulacaksınızsın. ” Dedi. Ferhat o sırada bir koyunun boynundaki çan sesiyle uyandı. Bu rüya da neyin nesiydi, diye düşünmeye başladı. Hayırdır inşaAllah, deyip koyunları bir araya topladı ve biraz daha uyudu.

Gözüne çarpan güneş gözlüğü ile uyandı. Yanındaki ekmeği yiyip sürüyü önüne katarak köyün yolunu tuttu. Evlerin yanından geçtikçe koyunları birer ikişer sahiplerine bakın başladı. Uzun Ahmet’in yanına gelince onun koyunlarını da sürüden ayırmaya başladı. Dört koyunu sürüden ayırıp verdi beşinci koyun ortada yoktu. Uzun Ahmet çok aksi biriydi. Zengin olduğu için de herkese sözünü geçirirdi. Uzun Ahmet koyunu göremeyince deliye döndü. Sanki gözlerinden ateş fışkırıyordu. Ferhat’a ” Ya o koyunu bulursun ya da köyün yolunu unutursun. Ey koyunu bulmadan buralara gelme. ” Dedi. Uzun Ahmet ne derse o kadar, kimse ona karşı çıkamazdı. Ferhat ne yapacağını şaşırmıştı ama koyunu bulmaktan başka çaresi de yoktu.

Ferhat bıyıkları daha yeni terlemiş bir delikanlıydı. Annesi ve küçük kardeşinden başka kimsesi yoktu. Babası yıllar önce ölmüştü. Ferhat çobanlık yapar, okul harçlığını çıkarırdı. Ferhat çaresiz, annesiyle helalleşip yollara düştü. Kara kara düşünmeordu. Öğretmeni hep ” Boyut emanet edilen ne varsa sahip çıkın, gözünüz gibi bakın. ” Derdi. Bu söz kulaklarında çınlıyordu ama artık iş işten geçmişti. Ferhat bir yandan düşünüyor, bir yandan da etrafına baka baka ilerliyordu.

Yavaş yavaş hava kararmaya başlamıştı. Ferhat başına bir şey gelir diye korktuğu için dışarıda kalmak istemiyordu. İleride ışığı yanan tek katlı bir ev gördü. Duvarları kerpiçti ve sıvası yoktu. Bir ümitle evin kapısını çaldı. Orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Yarı Türkçe ” Adın ne, nereden geliyorsun? ” Diye sordu. Ferhat olanları bir bir anlattı. Kadın onu içeri aldı. ” Buyur otur evladım, burayı kendi evin bil. ” Dedi. Ferhat köşedeki mindere oturdu. Kadın yere bir bez serdi. Tandırdan dün çıkmış ekmekleri ve bir tas kavurma getirdi. ” Buyur otur evladım, açsındır. ” Dedi. Ferhat gerçekten çok açtı, afiyetle yedi. Kadın ona bir de döşek serdi. Ferhat derin bir uyku çekti. Kadın sabah erkenden onu uyandırdı. Dünkü kavurmayı ve tandır azık olarak ekmeğini verdi. Ferhat önce elini öpüp oradan ayrıldı.

Durmadan yürüyor, gördüğü herkese koyunu soruyordu. Kimse koyunu görmemişti. Ferhat gün boyunca yürüdü ama koyundan bir iz bulamadı. Yine akşam olmak üzereydi. Gördüğü ilk evin kapısını çalıp durumu anlattı. Ev sahipleri Ferhat’ın haline çok üzüldüler ” İstediğin kadar kalabilirsin. ” Dediler. Evin küçük kızı Havin Ferhat’ı dikkatle dinleyip olanları öğrenmişti. Aklına ikindiye doğru gördüğü benekli koyun geldi. Koyun Ağrı Dağı’na doğru gidiyordu. Ferhat aradığı koyunun o olduğu anladı. Sabah erkenden yola çıkıp koyunu arayacaktı. Ferhat o gece rahat bir uyku çekti. En çok koyunun nerede olduğunu biliyordu.

Sabah erkenden Ağrı Dağı’na doğru yola çıktı. Neyse ki Ağrı Dağı fazla uzak değildi. Tüm heybetiyle ilgili durdu. Boşuna Türkiye’nin en yüksek dağı dememişlerdi. Hala ayı görünüyordu. Ağrı Dağı Efsanesi’ni anlatmıştı. Kaçıp Ağrı Dağı’nın Bir şirketinde Ahmet’in kapısında durmuştu. Çok nüfuzlu ve zalim bir şirketinde Bu Bey’in atıydı. Kimin kapısında durursa onun ekranındardı. Fakat Bey atı Ahmet’e vermek istemiyordu. Ahmet de geleneklere uyarak atı sahiplenmişti. Bey bu duruma çok kızmış, Ahmet’i zindana attırmıştı. Ferhat hikayelerimiz ne kadar da benziyor, diye bakınü. Kaçıp Ahmet’i zindana attırmış, bir koyun kaçıp Ferhat’ı yollara düşürmüştü.

Ferhat yemyeşil çimenleri ardında bırakarak dağa doğru yürüyordu. Bu mevsimde buralar çok güzel olurdu. Her taraf yemyeşil çimenlerle kaplanırdı. Bazı yerlerde gelincikler kıpkırmızı çiçekleriyle etrafı süslerdi. Biraz sulak olan yerler sapsarı çiçeklerle bezenirdi. Altı aydır kalkmayan kar da sonunda eriyip giderdi. Ferhat bu güzellikleri dikkatle inceleyerek yürüyordu. Her yana bakmasına rağmen hala koyundan bir iz bulamamıştı. Karanlık bastırıyordu. Yine bir evde misafir olmaya karar verdi. Bulduğu ilk evin kapısını çaldı. Yaşlı bir amca açtı kapıyı. Ferhat’ı içeriye davet etti.  Ferhat artık misafirliğe alışmıştı, çekinmeden içeri girdi. Yine evdekilere olanları anlattı. Evin hanımı Beritan Ana ve evin beyi Musa Dede Ferhat’ın haline çok üzüldü. İnşaAllah tez zamanda koyunu bulup evine kavuşursun, dediler. Beritan Ana Ferhat için abdigor köfte yaptı. Yolculuk yaparken çok acıkmıştır, diye düşünmüştü. Ferhat köfteyi iştahla yedi. Yere serilen döşeğe yatıp derin bir uyku çekti.

Beritan Ana sabah erkenden Ferhat’ı peynir ve zeytinle kahvaltı hazırladı. Ferhat karnını doyurup yola çıktı. Üç gündür aramasına rağmen koyunu bulamamıştı. Ağin’in dediği gibi Ağrı Dağı’na giden yollara da bakmıştı ama koyundan hiçbir iz bulamamıştı. Son çare olarak hep hayal etti İshak Paşa Sarayı’na gitmeye karar verdi. Yıllardır hayal etmeye çalışıyorum İshak Paşa Sarayı’nı görecekti, çok heyecanlıydı. Ağrı Dağı’nı görmesine rağmen İshak Paşa Sarayı’nı hiç görmemişti, çok merak ediyordu. Uzun Ahmet’ten kurtulacaktı.

Ferhat yolda gördüğü çiçeklere baka baka yürüyordu. Yol kenarlarında rengarenk çiçekler vardı. Çocuklar yemlik denen bitkiyi toplayıp iştahla yiyordu.  Kadınlar da sipidang denilen yeşil otları topluyordu. Akşama keledoş yapacaklardı demek ki. Keledoş da ne güzel yenirdi, diye geçirdi içinden. Karnı da çok acıkmıştı.  Misafir kaldığı evden verilen tandır ekmeğini peynirle yiyip karnını doyurdu. Artık yoluna devam edebilirdi. Fakat sarayın tam olarak nerede olduğunu bilmiyordu. Yoldan geçen yaşlı adamı çevirip sarayın nerede olduğunu sordu. Yaşlı adam ona yolu tarif etti. Yürüyerek iki saatlik yolu daha vardı.

İshak Paşa Sarayı’nın yanında hiç ev yoktu. Gece orada kalamazdı. Geceyi geçirecek bir ev aramaya karar verdi. Çok geçmeden tek katlı, tuğladan yapılmış bir ev gördü. Kapıyı çaldı, kendi yaşlarında bir kız çocuğu kapıyı açtı. Utangaç bir şekilde Ferhat’a göre. Ferhat da kapıyı kendi yaşlarında biri açınca çok şaşırmıştı. İlk anda hiçbir şey söyleyemedi. Şaşkınlığını üzerinden atınca içeri girmek için kızdan izin istedi. Kız zor duyulur bir sesle ” Buyrun. ” Dedi. Baba, bir çocuk geldi, diye içeriye seslendi. Kalın bir ses ” Yanıma getir, kızım. ” Dedi. Ferhat başı önüne eğik bir şekilde içeri girdi. Kızın babası ” Hoş geldin oğlum, nereden gelip nereye gidersin? ” Dedi. Ferhat ona da olanları anlattı. Bir koyun uğruna düştüm yollara, dedi. Ev sahibi Ferhat’ın çok utandığını anlamıştı. Hanımını çağırıp yemek hazırlattı. Ferhat karnını bir güzel doyurdu. Ev sahibinin kızı ortalarda görünmüyordu. Ferhat artık yatmak için izin istedi. Çok geçmeden derin bir uykuya daldı. Çok gördüğünden midir bilinmez yine koyunun kaybolduğu gece gördüğü rüyayı gördü. Sarayın tam kapısında durdu. Orta yaşlı adam yine insanın içine işleyen o sesiyle ” Aradığını burada bulacaksınızsın. ” Dedi. Ses sarayın içinde yankılanıyor gibiydi. Ferhat adama doğru bakarken uyandı. Rüyanın mutlaka bir anlamı olmalıydı. Gün yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. İçeriden sesler geliyordu. Ev sahipleri uyanmış olmalı, diye fotoğraflarü. Kalkıp yanlarına gitti. Evin beyi ve hanımı kahvaltı ediyordu. Ferhat’ın uyandığını görünce yanlarına çağırdılar. Sofrada lor peyniri, zeytin ve tandır ekmeği vardı. Ferhat kahvaltısını yapıp yola çıkmak istedi. Ev sahipleri yolluk hazırlayıp ONU uğurladılar. Ferhat kapıdan çıkınca son bir kez dönüp kapıda gördüğü kızı yine görmek umuduyla eve ihtiyacınız. Tam umudunu kesmek üzereyken perdenin arkasında narin bir elin ona doğru sallandığını gördü. İçi sevinçle dolarak o da el salladı. Bir süre kıza doğru çalışır. Sonra fazla vakit kaybettiğini düşünerek yola çıktı.

Sonunda hep merak ediyorum İshak Paşa Sarayı’nı görecekti. Heyecandan içi içine sığmıyordu. Yavaş yavaş yolculuk yapmaya devam geldiğini hissediyordu. Dün gece yine o rüyayı gördükten sonra iyice emin olmuştu. Artık koyunu bulacaksınız köyüne yüzü ak bir şekilde dönebilecekti. Çok az bir yolu kalmıştı. Şu gördüğü yokuşu da çıkınca sarayın önünde olacaktı. Uzaktan küçük kullanarak saray her adımda büyüledi. Saray büyüdükçe adımlarını daha da hızlandırıyordu Ferhat. Bir an önce sarayın yanında olmak istiyordu.

Çok geçmeden sarayın önünde buldu kendini. Hayranlıkla sarayı izlemeye başladı. Sarayın tam ortasında bir minare vardı. Sarayda cami olduğunu duymuştu. Caminin minaresi olmalıydı. Güneş Kartları saraya vurmuştu. Sanki masallardaki peri padişahının sarayıydı. Ferhat saraydan gözlerini alamıyordu. Sanki saray tüm heybetiyle öyle kapımda durma, içimi gez, sen de masalını yaz, diyordu. Ferhat daha fazla dayanamadı, kaç gündür rüyalarını bu sarayı artık tam anlamıyla görmeliydi. Kapıdaki görevliden izin isteyip saray kapısından içeri girdi. Sarayın ortasında bir avlu vardı. Avludan sarayın pencereleri görünüyordu. Bazı kısımlar tek, bazı kısımlar iki, bazı kısımlar üç katlıydı. Ferhat gittikçe daha çok şaşırıyor, daha çok hayran oluyordu. Sarayın kuzey tarafını da gezmeye başladı. Burada kanatlı ejder, aslan ve insan figürleri vardı. Onca yıl geçmesine rağmen öylece bekliyorlardı. Ferhat hayranlıkla her yeri. Pencerelerden dışarıya doğru içindir. Son kaldığı evdeki kızı düşünüp bir süre pencerenin önünde oturdu. Acaba bu sarayın birinde de bir kız birine el sallamış mıydı? O sırada bir kuş sesiyle kendine geldi ve koyunu hatırladı. Artık onu bulması gerekiyordu. Rüyasına bakılırsa onu burada bulabilirsiniztı.

Saraydan çıkıp etrafı aramaya karar verdi. Sizin yerde koyuna benzer bir şey görünmüyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Sarayın ilerisine doğru yürümeye başladı, küçük bir cami görünüyordu. Biraz daha yürüyünce tam olarak duran türbeyi fark etti. Ferhat daha önce burada bir türbe olduğunu duymamıştı. Uzaktan türbenin üç kubbesi görünüyordu ama kimin olduğunu anlayamamıştı. Ahmedi Hani yazısını okudu Ferhat hızla türbeye doğru koşmaya başladı. Türbenin içine girip dua etmek istedi. İçeri girdi, dua etmeye başladı, içi huzurla dolmuştu. O sırada gördüğü rüya ve o ses gözünün önüne geldi. ” Ben hep buradayım, sen de aradığını burada bulabilirsinizsın. ” Sanki ses beyninin içinde değil türbenin içinde yankılanıyordu. Birden o gece duyduğu koyun sesini de duydu. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Bir hayal bu kadar gerçekçi olamazdı. Dışarı çıkıp bakmaya karar verdi. Türbenin arka tarafına geçince orada nazlı nazlı otlayan koyunu gördü. İşte o zaman rüyasının sırrını çözdü. Onu buraya çağıran kişi Ahmedi Hani olmalıydı. ben hep buradayım, demişti. Saraya çok yakın olan türbesini kast etmişti demek ki.

Ferhat sevinçten ne yapacakını şaşırmıştı. Günlerdir süren yolculukuğu sonunda bitmişti. Derin bir nefes alıp bir ” Oh! ” Çekti. Yaşadığı bütün zorlukları sanki unutmuştu. Kaç gündür neler çekmişti koyunu bulabilmek için. Neyse ki sonunda bulmuştu. Şaşkınlığını üzerinden atıp koyunu yanında getirdiği iple bağladı. Ahmedi Hani’ye bir Fatiha daha okudu ve içinden bin kez teşekkür etti. Koyunun ipinden tutup yavaş yavaş yürümeye başladı.

Batmaya hazırlanan güneşin oğlu inceleyin saraya vurmuştu. Saray sanki başka bir dünyadan yer yüzüne getirilmiş gibi durdu. Son kez hayran hayranlarını saraya. Yaşadıklarını görüntülerü. Sonra koyunla birlikte uzaklaşmaya başladı. Ağrı Dağı’nı aradı ama göremedi. Saray bir tepede koskoca Ağrı Dağı görünmüyordu. Ağrı Dağı’nın neden görünmediğini öğrenecekti. Tepeden yavaş yavaş aşağı iniyordu. evde onu bekliyordu. Bir daha koyunların bacağına ip bağlamadan uyumayacaktı. Dersini almıştı artık. Bu kadar macera yeterdi. Sevinçle evinin yolunu tuttu. Kim bilir geldiği yollardan köyüne dönerken başka neler onu bekliyordu?

Sudenaz AKDAĞ

Yunus AKPOLAT

Abdülsamet AKPOLAT

Yezda TAŞTAN

Hicran GÜZEL

İdem GÜZEL

Nurşen BAYKARA

Dilan CENGİZ

Zehra CENGİZ

Zehra TAŞDEMİR

Kasım TAŞDEMİR

Muhammed ADIYAMAN

Melisa ADIGÜZEL

Şevin TAŞTAN

AĞRI MERKEZ YAKINCA ORTAOKULU

36 GÜNDE İÇ ANADOLU

Mart ayının son günleriydi . İlkbahara yeni giriş yapmıştık . Karlı soğuk hava yerini sıcacık sabahlara bırakmıştı . Kırıkkale‘de iki sene boyunca kar görmemiştik . Ama bu sefer ki tam istediğimiz gibiydi. Kar tatilleri , kar topu oyunları … Her zamanki gibi sabah 08.00’da kalktım. O alarmın sesiyle uyanmamanız mümkün değildi zaten . İlk işim kıyafetlerimi giyinmek oldu . Giyindikten sonra elimi ve yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Kahvaltımı yapıp, saçımı taradım ve okul için hazırlık yaptım.

 

 Okulun yolunu tuttum. Sınıfıma girdim ve yerime oturdum. 2 – 3 dakika sonra zil çaldı . İlk ders maalesef ‘ MATEMATİK ‘ idi. 7. sınıf olunca artık dersler ve öğretmenler çok sıkıcı oluyordu. Kapı açıldı , içeriye giren Didem Hoca idi . Şimdi kim çekecekti matematiği  ? Sadece matematik dersinden bir kurtuluş bekliyordum .

 

Ben aklımdan bunları geçirirken bir anda kapı çaldı. İçeriye giren hoca dersi bölmesinden dolayı özür diledikten sonra öğretmenimizle bir şeyler konuştu . Sonra Didem Hoca dışarı çıktı . Kimse bir şey anlamadı . Öğretmen akıllı tahtadan bize bir video  açacağını söyledi . Daha sonra videoyu açtı. Videonun başlangıcında  ‘7 BÖLGE 7 ÖYKÜ’ başlığını gördüm ve çok heyecanlandım. Öğretmen videoyu bizlere izlettikten sonra sınıftan ayrıldı. Öğretmen çıktıktan 1-2 dakika sonra Didem Hoca içeri girdi ve konuyu anlatmaya başladı ama benim aklım ders boyunca hep videodaydı.  Beni çok etkilemişti .

 

Videonun konusu İç Anadolu bölgesinin tarihi , doğal , yöresel özellikleriydi . O kadar güzel şehirlerin bir o kadar da güzel özellik barındırması  o kadar hoşuma gitti ki … İşte o gün karar verdim . İç Anadolu’yu gezmeye … Artık yaz tatilinde boş kalmayacak İç Anadolu’yu gezecektim . O gün bitene kadar hep bunu düşündüm . Okul çıkışında eve gittim ve anne babama bunu anlattım . İlk başta izin vermeyeceklerini düşündüm . Daha sonra yanımda bir öğretmenle birlikte gitmeme izin verdiler .

Hemen Türkçe öğretmenim olan Emrah Hoca’yı aradım ve ona da anlattım . O da destekledi beni. Peki İç Anadolu’yu birlikte gezeceğim öğretmen kimdi sizce ?… Okul Müdürümüz , Neşe Hoca tabi ki .Büyük bir heyecanla uyudum . Sabah kalkıp hemen okula gittim ve Neşe Hoca’yla konuştum . O da Akabul etti . Artık yapmam gereken tek şey yaz tatilini  beklemekti.

2 ay sonra karne günü geldi . Karnem de Takdir Belgesi gelince aslında bu gezi bana ödül gibi oldu . Sabah gezimize başlayacaktık . İlk gezeceğimiz şehir Kırıkkale olacaktı. Ne kadar Kırıkkale’de yaşasak ta gezmediğimiz bir çok yer ve yemediğimiz birçok yemek vardı .  Sabah olunca Neşe Hoca’yla buluştuk.  Her hafta bir şehri gezecektik . Artık başlayalım.

KIRIKKALE

      1. Gün ;

Öğle vaktiydi . Neşe Hoca’yla önce karnımızı doyurmaya karar verdik . Bir lokantaya girdik. Kırıkkale’nin meşhur yemeklerinden olan ‘BULGUR PİLAVI VE SIZGIT’ yemeye karar verdik. Siparişlerimizi verdik ve yemeklerin gelmesini beklerken Kırıkkale hakkında araştırma yapıyorduk. Gezip görmemiz gereken , yememiz gereken o kadar çok şey vardı ki … Bizde liste yapmaya karar verdik . Az sonra yemeklerimiz geldi , yemeye başladık . Yemekler o kadar güzeldi ki masadan hiç kalkmak istemedik. Hakikaten Kırıkkale’ye gelip de bulgur pilavını ve sızgıtını yemeden gitmeyin . Yemeklerimizi yedik. Yemekteyken sadece Kırıkkale için ‘ Gezilecek Yerler ve Yenilecekler ‘ listesi yapmıştık . Bir otele gittik , odaya yerleştik ve gezeceğimiz her şehir için bir liste yaptık . Yalnız listemizi yapmak çok uzun sürdü . Camdan dışarıya baktım , güneş batmak üzereydi . Bizde yarın devam etmeye karar verdik .

2. Gün ;

 Sabah kulak patlatıcı bir alarm sesiyle uyandık . Önce kalkıp kahvaltı yaptık . Yaptığımız listeye baktık ve gideceğimiz ilk yere karar verdik . Neresi mi ? Tabi ki de ilk olarak ‘SULU MAĞARA’ya gidecektik . Çünkü listemizde gezeceğimiz ilk yer ‘Sulu Mağara’ydı .

 Yola koyulduk. Neşe Hoca’nın arabasıyla gidiyorduk . Nihayet vardık. Sulu Mağara’nın içine girdik . Bu mağara hakikaten büyüleyiciydi . Ama bizi ürpertmiyor da değildi . Bu mağara yarı yapay yarı doğal bir mağaraymış . Mağaralar karanlık oldukları için biraz tehlikeli olabiliyor . Bu yüzden eğer bir mağaraya girerseniz dikkatli olmanızda fayda var . Bu mağaranın en ilginç ve çarpıcı noktalarından biri de hem yapay hem doğal olmasıymış  . Genellikle mağaralar doğaldır . kendiliğinden oluşmuştur . Bu mağara ise ara ara yıkıldığı için eski zamanda yaşayan insanlar bu mağarayı tamir etmişler .

 SULU MAĞARA denilmesinin sebebi ise mağarada bulunan karşımıza çıkan küçük göletler bulunması. Bu göletler ışıklandırmalarla eşsiz bir güzellik sunuyordu . Neşe Hoca’yla mağaranın fotoğraflarını çektik . Mağaranın içerisinde küçük  köprüler vardı . Mağarada bir tabela gördüm .

 ‘ YASAK , BU BÖLGENİN İLERİSİNE GEÇMEYİNİZ ! ‘

 Açıkçası korkmuyor değildim . Ama merak etmiyor da değildim . Tabelanın ilerisine geçmeye niyetim yoktu . Ama tabelaya yaklaşacaktım .  Yürümeye başladım . Tabelaya yaklaştıkça etraf kararıyordu .  Tam tabelaya son bir adım atacaktım ki … Ayağım kaydı ve aşağıya doğru düştüm . Çünkü tabelanın yanında yine o küçük köprülerden biri varmış . Bağırdım’ İMDAT ! ‘diye . Sesimi duyan Neşe Hoca ve mağara görevlileri yanıma geldi . Ayağa kalktım  , bana neden tabelanın ilerisine geçtiğimi sordular . Bende tabelanın ilerisine geçmediğimi ve ayağım kaydığı için düştüğümü söyledim . Ama canım acımıyordu .

 Artık ayrılma vakti gelmişti . Hava kararmaya başlıyordu . Biz de otele gitmeye karar verdik . Arabaya bindik ve çok yorulmuştuk . Arabada uyuya kalacaktım neredeyse . Tam uykuya gelecekken midemden gelen boşluk sesini duydum . Neşe Hoca ve ben çok güldük . İkimizde acıkmıştık .

 Otele vardığımızda hemen odaya koştuk . Oturup Kırıkkale’nin yine meşhur yemeklerinden olan ‘ Un Tarhanası ‘ yemeğini sipariş ettik . Öyle 3-4 çeşit yemek yiyemezdik . Çünkü hem çok yorgunduk uzun süre sofrada kalamazdık hem de o kadar yemeğin pişmesini bekleyemezdik . Yemeğimizi yedikten sonra hemen yattık . Bir günü daha geride bırakmış olduk .

3. Gün

 Sabah erkenden kalktık .  Artık otelde kalmayacaktık . Henüz kalacağımız yeri düşünmemiştik . Gezeceğimiz yer ‘KIRIKKALE SİLAH MÜZESİ’ . Buranın ismini çok duymuştum . Fakat gitmeye fırsatım olmamıştı . Şimdi bu fırsatı yakalamıştım  . Kırıkkale’yi gezerken buraya uğramamak olmazdı tabi . Arabaya binip yola çıktık . Müzenin önüne geldik . Arabadan inip hemen içeri girdik . İçerisi büyüleyici bir güzelliğe sahipti . Farklı çeşit, eski yeni demeden binlerce çeşit silah vardı . Bu müze KIRIKKALE SİLAH FABRİKASI öncülüğünde kurulmuş . Silah fabrikasını ise Atatürk kurmuş . Bu müze 1991 yılında gerekli faaliyetlerden sonra halka açılmış .

Bu müze içerisinde 15-20. yüzyıllar arasında Osmanlı ve Avrupa Ülkelerine ait , Tophane’den , Anadolu’nun çeşitli yerlerinden alınan silahları da içerisinde bulunduruyormuş . Bu müzenin en önemli özelliklerinden biri de çok eskilerden çok farklı medeniyetlerin silah niyetinde kullandığı çeşitli farklı aletleri bulundurmasıydı  . Çok beğenmiştim bu müzeyi .    Meğer eski zamanda insanlar ne kadar farklı aletler kullanmış ! … Büyüleyici bir müzeydi ; ’ KIRIKKALE SİLAH MÜZESİ ’

Bu büyüleyici müzeden artık ayrılmak zorundaydık . Müzeden çıkıp arabaya bindik . Saatler 09.00’u gösteriyordu .

Peki biz şimdi nerde kalıp , nerde uyuyacaktık . Neyse ki hazırlıklı çıkmıştık yola . Neşe Hoca’yla yanımızda getirdiğimiz çadırları hatırladık . Arabayla bir bahçe bulmak  için geziniyorduk . Neyse ki bir bahçe bulduk . Hemen çadırları kurup içine girdik .

 Henüz uykuya dalmıştık ki çadırdan su damlacıkları sesini duymaya başladık .  Daha sonra ise çadırların su aldığını fark ettik . Hemen çadırlarımızdan dışarı çıktık . Dışarısı hem çok soğuk hem de ıslaktı . Çadırlarımızı toplayıp , arabada uyumaya karar verdik . Çadırları topladıktan sonra arabanın içerisine girdik .

Yatmak için hazırlanıyorduk ki arabanın camından gelen tıkırtı sesiyle irkildik . Cama baktık tıkırtı sesini çıkaran yaşlı bir teyzeydi . Kapıyı açtık , teyze bizi evine davet etti .  Biz de gitmemek için ısrar etmedik . Çünkü hakikaten bir eve ihtiyacımız vardı . Arabadan indik ve yürümeye başladık . Teyzenin adı Sevgi’ymiş. Sevgi Teyze’nin evi yakınmış.

Yürüdükten birkaç dakika sonra evine vardık . Sevgi Teyze evinde torunu Melisa’yla birlikte yaşıyormuş . Torunu Melisa Abla 18 yaşındaymış . Çok sevmiştim Melisa Abla’yı . Onun odasında ben ve Melisa Abla birlikte ,Sevgi Teyze odasında ,  Neşe Hoca ise misafir odasında kalacaktı . İlk gün güzel ve yorucu geçmişti. O yüzden yatağa girer girmez hemen uykuya daldık …

4. Gün ;

 Sabah olmuştu . Hepimiz uykumuzu almıştık . Kalktım ve elimi yüzümü yıkamak için banyoya yöneldim . Neşe Hoca benden önce kalkmış , elini yüzünü yıkıyordu . Bende elimi yüzümü yıkadıktan sonra beraber mutfağa yöneldik . Çok acıkmıştık . Ne bulsak yiyecektik . Ama sanırım bulamayacağımız bir şey de yoktu . Masa harika görünüyordu . Ne yoktu ki? ‘Madımak  , Pekmez , Ekşi ‘ ve daha birçok efsane lezzet . Masaya bir bakışımız vardı… Vakit kaybetmeden masaya oturduk . Her şeyden yedik . Sanırım hayatımızda ilk defa bu kadar vakit boyunca kahvaltı etmiştik .

Artık gitme vakti gelmişti . Sevgi Teyze bizi, biz de Sevgi Teyze’yi çok sevmiştik . Söz verdik ona ! Gezimiz bitip Kırıkkale ’ ye döndüğümüzde Sevgi Teyze’yi ve torunu Melisa ablayı ziyarete gelecektik . Arabaya bindik . Neşe Hoca yavaş yavaş arabayı sürmeye başlarken arkama baktım . Sevgi Teyze elindeki su dolu sürahiyi arabanın arkasından döktü …

Yaklaşık 15 dakika kadar gittikten sonra trafik ışıklarında durduk . Boş boş etrafa bakarken yanımızdaki arabada birilerini gördüm . Onlar benim ilkokul arkadaşlarım Ceylin ve Beyza’ydı . Biz üçümüz ilkokulda hep beraber gezer, oynardık . Meğer onlar aileleriyle pikniğe gidiyorlarmış . Aileler hala görüşüyormuş. Müsait bir yere gelince durduk ve arabadan indik. Ceylin  ve Beyza’yı çok özlemiştim. Onlara sıkıca sarıldım. Bu arada da Neşe Hoca Ceylin ve Beyza’nın anneleriyle sohbet ediyordu. Bizi de pikniğe davet ettiler . Yok desek de ısrar ettikleri için kabul ettik .Sonra arabalara bindik ve onları takip etmeye başladık .

 Az sonra bir markette durduk alınacaklar için . Onlar et ve ekmek alırken bizde çorbada bizimde tuzumuz bulunsun dedik ve içecekleri , tatlıyı ve kömürü biz almaya karar verdik . Kasaya geldiğimizde bizim almamızı istemediler . Adettendir , misafire bir şey aldırılmaz . Ama biz çok ısrar ettik ve aldık . Tekrar arabalara bindik, yine onları takip etmeye başladık .  Baya bir yol gittikten sonra durduk . Sanırım gelmiştik . Arabadan indim geldiğimiz piknik yerine daha önce sık sık gelmiştim . Celal Bayar Parkı . Burası çok güzel bir parktır . Piknik yapmak için ideal . Buraya gelmenizi tavsiye ederim .

 Malzemeleri arabadan indirmeye başladık . Kocaman bir piknik yeri bulduk . E anca sığardık . 3 araba , toplam 8 kişi … Neyse malzemeleri taşıdıktan sonra Ceylin, Beyza ve ben ip atlayacaktık . Grup grup oynayacaktık ama herhalde iki kişiye bir kişi oynayamazdık . Bizde Neşe Hoca’yı çağırdık . Aslında Neşe Hoca onlara yardım etmek istiyordu . Ama Türklerin adetinde var : misafire iş yaptırmayıp , onu en iyi şekilde ağırlamak .

 Biz de acaba kimi çağırsak diye düşünüyorduk ki Neşe Hoca geldi aklımıza ve onu çağırdık . Şimdi işte adaletli bir oyun olacaktı . Daha sonra oyunumuzu oynamaya başladık . İlk oynayacak grup bizdik  . Bu grupta ben ve Neşe Hoca , diğer grupta ise Ceylin ve Beyza vardı . Oyunun sonunda kazanan grup biz olduk . Ama önemli olan kazanmak değil eğlenmekti , hepimiz çok eğlendik .

 Oynamak insanı acıktırıyor . Açıkçası biz de çok acıkmıştık . Hemen gidip masaya oturduk . Masadaki etlerin kokusu metrelerce uzaktan bile  geliyordu . Etlerin yanında birde bulama vardı . Ama hakikaten hem etler hem de ’ bulama ‘ çok güzel olmuştu . Yemeğimizi yedikten sonra sohbet ettik . Artık ayrılma vakti gelmişti . Çünkü hava kararmış , saat geç olmuştu . Tabi ben , Ceylin ve Beyza buradan ayrılmak istemiyorduk . Ailelerden izin istedik , parkı biraz gezmek için . Onlarda artık  ‘ klasikleşmiş ‘ laflarını söyleyip izin verdiler . ‘ Fazla uzaklaşmayın ! ‘ . Aslında bizim de uzaklaşmaya niyetimiz yoktu . İlerde görünen bakkala gitmek istedik . Yürüyüp bakkala vardıktan sonra dondurmaların bulunduğu dolaba yöneldik. İçinden üç tane dondurma alıp , parasını bakkalın sahibi amcaya verdikten sonra bakkaldan çıktık .

Şöyle bir etrafa göz gezdirdikten sonra , piknik yerimizin nerede olduğunu göremedik . Piknik yerinden bakkal görünüyor ,  ama bakkalın bulunduğu yerden piknik yeri görünmüyordu . Biz de yolda bulunan iki farklı yoldan sağ tarafta olanı seçip yolumuza devam ettik .

Maalesef gittiğimiz yol pek de aydınlık değildi . Yolun kenarında bulunan sokak lambaları buğulu hafif saydam ışıklar yayıyorlardı . Az sonra karşımıza çıkan iki abla gördük . Ablaların birinden telefonunu isteyip , Ceylin’in annesini aradık .Ceylin bizim kaybolduğumuzu söyledi . Tam bir yer tarif edemediğimiz için bakkalın olduğu yerde bulunduğumuzu söyledi . Telefonu kapatıp ablaya verdik ve teşekkür ettikten sonra yürüdüğümüz yolun tam tersine doğru yürüyüp bakkala ulaştık .

 Az sonra da Ceylin’in annesi bizi almaya geldi . Sonra da bizi piknik alanına götürdü . Her şey toparlanmıştı . Bizde birazdan elimizdeki dondurmalar erimeden bitirdik . Biraz telaşlanmıştı bizimkiler , artık buradan ayrılma vaktiydi .

  Tabi nereye gidip  , nerede kalacağımız belli değildi . Onlarda gezide olduğumuzu bildikleri için bizi davet ettiler. Ne kadar yok desek de çok ısrar ettiler . Bizde bir gün Ceylin ve ailesinin evinde , bir günde Beyza ve ailesinin evinde kalacaktık . Çünkü iki tarafta bizi davet etti . Birine gidip de birine gitmemek olmazdı . Eşyaları toplayıp arabalara yerleştirdik . Bugün Ceylin ve ailesinin evinde kalacaktık.

Arabalara bindik ve onları takip etmeye başladık . Evleri çok uzak değildi . Yaklaşık 15 dakika sonra vardık evlerine . Arabalardan inip bagajdaki eşyaları birer ikişer eve çıkarmaya başladık . Eve girip soluklandık .

Ceylin’in babasının işi çıktığı için acil bir telefonla İstanbul’a gitti . Babası İstanbul’da  düğün organizasyonu yaptığı için ne zaman işi çıkacağı belli olmuyor . Yarın akşama da düğün varmış , bu yüzden gitmek zorunda kaldı . Bizde yorulmuştuk , daha fazla dayanamayıp yattık . Böylece Kırıkkale’de 4. günü geride bıraktık .

 5. Gün

Sabah güneşli bir güne  uyandım . Haziran ayının ortasındaydık artık , havalar epeyce ısınmıştı . Elimi yüzümü yıkadıktan sonra kahvaltı yapmak için mutfağa gittim . Neşe Hoca ,  Ceylin ,Ceylin’in annesi hepsi mutfaktaydı . Sanırım biraz daha kahvaltı yapmadan bekleseydim düşüp bayılacaktım . Ben bunları düşünürken Ceylin’in dürtmesiyle aklımdaki bütün düşünceler kuş gibi uçtu gitti . Hadi masaya oturup kahvaltı yapalım deyince avını yakalamış aslan gibi mutluydum . Hemen masaya oturduk . Kahvaltımızı yaptıktan sonra gezimize devam etmek için müsaade  isteyip , teşekkür edip evden çıktık .

Merdivenlerden aşağıya doğru ilerlerken listeye bakmak için elimi cebime attım . Ki oda ne? Liste yok , akşam yatmadan önce liste cebimde yırtılmasın diye yastığın altına koymuştum . Orda kalmış olmalıydı . Hemen üçer beşer indiğim merdivenleri , yine üçer beşer çıktım ve listeyi alıp aşağıya indim .

Hemen arabaya bindik Neşe Hoca’yla . Listeye bir göz attım , rota belli oldu . Kendimi gemi kaptanı gibi hissettim . Neşe Hoca nereye gideceğimizi sordu . Bende büyük bir heyecan ile ‘ Karaahmetli Tabiat Parkı ‘ dedim . Çok heyecanlıydım , çünkü daha önce oraya hiç gitmemiştim . Nasıl bir yer acaba diye düşündüm . Gitmediğimiz bir yer olunca e haliyle nasıl , nerden , hangi yollardan gideceğimizi bilmiyorduk . Hemen elime telefonumu aldım . Nerdedir bu ‘ Karaahmetli Tabiat Parkı ‘ ! sonra bayan navigasyon yine o can sıkıcı sesiyle bize yolu tarif etmeye başladı . O kadının sesi bir an önce kesilsin de  , gideceğimiz yere varalım diye dua ettim . Sanırım duam kabul oldu . Çünkü dua ettikten 5 dakika sonra sonunda vardık .

Sonra da o gıcık sesli bayana nispet olsun diye sonunda vardık diye ufak bir şekilde bağırdım .

Arabadan indim , iner inmez müthiş derecede güzel görünen o görkemli parka baktım . Bakmakla kalmayıp içeriye girdim Neşe Hoca ile beraber . Sanki yeşil bir cennetteydim adeta ! Yemyeşil olan , ağaçlar , çimen ve bu yeşilliğe ufak dokunuşlar yapan rengarenk çiçekler o kadar uyumluydu ki ! Bir bakan bir daha gözünü alamıyordu , bu efsane güzellikten. Sonra bu cenneti gezmeye başladık .

Buraya geleceğimizi bildiğim için sandaletlerimi giymiştim . Sandaletlerimi çıkarıp o yemyeşil huzur veren çimlere basarak yoluma devam ettim . Neşe Hoca da aynı şekilde . Çünkü böyle bir yere gelip de o yeşilliğin pozitif enerjisini almamak olmazdı . Yaklaşık 2 saat oyalandık bu parkta .

 Sonra üzülerek ayrıldık . Arabaya bindik .

Öğlen olmuştu , karnımız acıktı . Bugünün son gezeceğimiz yerine gitmeden önce yemek yemeliydik . Bu yüzden bir lokantaya gittik .

 Kırıkkale’nin meşhur yemeklerinden ‘ Yoğurtlu Tarhana , Yarma ’ ve tatlı olarak  da ‘ Pelte Sarığı ‘ yedik . Şimdi düşününce peltenin sarığını nasıl yiyecektik ama Atalarımız bu yöresel yemeklere genellikle yaşanmış olaylara göre ad verirmiş . Bu bilgiyi de lokantanın girişinde bulunan yazıda okumuştum .

 Yemeklerimizi ve tatlımızı yedikten sonra arabaya binip günün son gezilecek yerine doğru yol aldık . Neresi mi  ?   ‘  Çeşnigir Köprüsü  ‘  Bu köprüye gidip altından geçen nehre bakacaktık .

Uzun süren yolculuğun ardından sonunda vardık ve arabadan indik . Köprüye doğru ilerledik sonra . Altından akan nehir çok berraktı . Köprü de çok eskiydi ama eski olmasına rağmen eşsiz güzellik sunuyordu adeta . Burada gezecek yer olmadığı için kısa süre sonra bu eşsiz güzellikten ayrılıp arabaya bindik ve yola koyulduk . Beyza’ya mesaj attım , bana konum atması için . Bugün orada kalacaktık çünkü . Kısa süre sonra bana evlerinin konumunu attı . Artık hava kararmaya başlıyordu . Uzun bir sürenin ardından sonunda eve varmıştık . Eve vardığımızda hava çoktan kararmıştı . Eve gittiğimiz gibi yorgunluktan hemen uyuduk. Beyza’nın annesi de zaten yorgun olduğumuzu anlayıp evlerinin üst katındaki odayı hazırlamışlardı . Kim bilir ne zaman uyanırdık .

6. Gün ;

Uzun süren bir uykunun ardından Neşe Hoca’nın sesiyle uyandım . Saatime baktım ne kadar da yorulmuşuz . Saat 2’ye geliyordu . Beyza’nın annesi bizi uyandırmak istememiş . Kalktık ve elimizi yüzümüzü yıkadık . Kahvaltıya için değil , öğle yemeği için oturduk . Masaya oturduk demedim . Çünkü bizim için yer sofrası kurmuşlardı . Yemeklerimizi yedik , ardından annesi bize Kırıkkale’nin meşhur tatlılarından birini yapmış .‘  burma tatlısı ‘ . Tatlı hakikaten çok güzel olmuştu . Açıkçası zaten ben şerbetli tatlılara bayılırım . O yüzden bayıla bayıla yedim tatlımı . Daha sonra ayrılmak için izin istedik . Zaten yeterince geç kalmıştık gezimize .  Bu saatten sonra fazla bir yer gezemezdik de .

 Bugün sadece tek bir yere gidecektik . Çünkü hem vaktimiz gecikmişti. Hem de ‘ Kırıkkale Gezilecek Yerler ‘ listemizde tek bir yer kalmıştı .  ‘Konaklar’ eskilerden gelen antika evler benim dilimde . Arabaya binip hemen yola koyulduk . 15 dakika sonra vardık konaklara . Sıra sıra harika bir sürü ev !  2 saat boyunca bu evleri gezdik . Sonra buradan ayrılıp otele gittik . Yarın Kırıkkale gezimiz bitiyordu . Çok heyecanlıydım . Yemeğimizi yedikten sonra derin bir uykuya daldık . Çünkü yarın yola çıkacaktık, dinlenmemiz gerekiyordu . Farkındayım bugünkü gezimiz kısa sürdü , geç kalkarsak olacağı buydu zaten .

 7. Gün ;

Hem çok güzel hem de benim için çok heyecanlı bir güne uyandım . Mutluydum Kırıkkale’den ayrılacağım için , yeni şehirler görmek bana iyi gelecekti . Siparişimizi verdik ve gelince de kahvaltı ettik . Kahvaltımızı bitirdikten sonra listemize göz attık . Sıradaki gezeceğimiz şehir neresi mi? Söylemeyeceğim , sürpriz olsun . Bugün hava kararana kadar bol bol dinlenecek vaktimiz oldu . Hava kararmaya başlayınca Kırıkkale gezimizde yiyeceğimiz son şey tatlı . Bu meşhur tatlının adı da ‘Sütlü ‘  adından da çok rahat bir şekilde anlayacağınız üzere sütlü bir tatlı . Bu efsane tattaki tatlılarımızı yedikten sonra otelden ayrılıp arabaya bindik . Artık bir sonraki gezimiz için yola başlayabilirdik.

                                     ANKARA

     Arabada giderken pencereden yola baktım.Ayrılıyordum artık bu şehirden … Ankara Kırıkkale’ye çok uzak olmadığından 1 saat içerisinde vardık . Saat epey geç olmuştu . Ankara’ya varır varmaz hemen bir otele yerleştik . Odamıza gider gitmez de uyuduk . Yeni bir gün ve yeni bir şehir için enerji toplamalıydık .

  .8. Gün ;

Sabah Ankara’nın sıcacık sabahına uyandık . Elimizi yüzümüzü yıkayıp , giyindik ve artık gezimize başlayabilirdik . Bu sabah otelde kahvaltı yapmak istemedik . Bu sıcacık havayı değerlendirmeyi düşündük . Bu yüzden dışarıya çıkmaya karar verdik . Otelden ayrılıp Ankara sokaklarından gezmeye başladık . Bir simitçi bulduk . Birer tane meşhur ‘ Ankara simitlerinden ‘ aldık . Elimizde simit , gözümüzde gözlük , ayağımızda sandalet , başımızda şapka baya havalıydık yani . Bir ara bir rehber bizi turist kafileden sanıp Ankara’yı tanıtmaya başladı . Ama biz buraya başkalarından duymaya gelmedik , bizzat görüp başkalarına anlatmaya geldik . Neyse bu arada gezeceğimiz ilk yere karar vermiştik bile ! Tabi ki de ‘ Harikalar Diyarı ‘ . İlk buraya gidecektik . Buraya daha önce çok gittim . Biz 8 sene Ankara’da oturduk , az çok bilirim yani . Hemen arabaya atlayıp yolda gitmeye başladık . Baya uzaktı gideceğimiz yer . E zaten hazırlıklı gelmiştik . Buraya hem eğlenmeye hem de piknik yapmaya geldik . O güzel manzarayı tatmadan olmazdı.

Yaklaşık bir saatlik bir zaman sonunda nihayet vardık parka. Parkın garaj yerine arabayı park ettikten sonra, malzemeleri arabadan indirdik.  Parkın giriş yerine baktım, kocaman bir yazı vardı. ‘ Harikalar Diyarı ‘ sadece bu yazı bile beni çok Kendimize bir yer bulduk , önce  yemeğimizi yiyecek , ardından da eğlenecektik . Önce yanımızda getirdiğimiz kömürleri yakarak başladık işe. Daha sonra yanımızda getirdiğimiz sucuk , kanat , bonfileleri ızgaraya atıp pişirdik . Yemeğimizi hızlı hızlı yedikten sonra malzemeleri toplayıp arabanın bagajına koyduk . Sonra eğlenmek için geri geldik   .

Gözüme ilk takılan şey kocaman yeşil bir dinozor kaydıraktı . Evet şaşırdığınızın farkındayım , ben şaşırmadım . Neden mi? Buraya daha önce geldiğimden dolayı birçok defa görmüştüm . Ama bu dinozora kaydırak demek , biraz ayıp olurdu . Ha bir dinozor kadar büyüktü , belki de ondan daha büyük . Size şöyle tarif edeyim : Yedi katlı bir bina düşünün işte o kadar büyüktü. Dinozorun kırmızı olan kısmı (ağzı ve çevresi ) kaydırak kısmıydı . İşte buradan kayıyorduk . Çok eğlenceliydi . Anlayacağınız bizde herkes gibi böyle bir parka gelip de eğlenmemek olmaz dedik ve çok güzel eğlendik .

Ama artık ayrılma vakti gelmişti . Bugün evet yemek yedik ama ardından tatlımızı yemedik . Bu tatlılara haksızlık olurdu .

 Rotamız belliydi . ‘ Tatlıcı Yusuf  Amca’. Şimdi içinizden söylüyorsunuzdur . E bu kız Ankara’da senelerce oturmuş , tabi ki de bilecek . Valla ben buranın adını ilk defa duydum . Bu sefer bilmiyorum , Neşe Hoca’nın annesi önceden Ankara’da oturuyormuş . Bizim gezi yapacağımızı da öğrenince hemen arayıp Ankara’ya gidince bu tatlıcıya da gidin demiş . Canıma minnet , tatlıcıya vardıktan sonra mekanın üst açık olan yerine çıktık . Ankara’nın meşhur tatlılarından biri olan bir tatlıyı sipariş ettik. ‘ Şibit Tatlısı ‘ hem adını ilk defa duydum , hem de tadını ilk defa tadacaktım . Sabırsızlıkla tatlıyı beklerken masada çok güzel bir tatlı gördüm . Hakikaten çok güzel görünüyordu . Hemen tatlımızı yiyip , kalktık masadan . Tatlının tadı o kadar güzeldi ki birer tabak daha yemek istedik . Ama böyle bir şansımız yoktu . Buradan ayrılmak zorundaydık . Bizde paket yaptırıp tatlıları yanımıza aldık .

Arabaya bindik , listeye ufak bir göz attım . Sıradaki gideceğimiz yer ;  ‘  Oyuncak Müzesi ‘ . Ya bir çocuk daha ne isteyebilir ki ! Oyuncak müzesine gidiyorum . Çok fazla zaman geçmeden vardık , gideceğimiz yere . Daha müzenin kapısındayken bile çok heyecanlıydım . İçim içime sığmıyordu sanki . Ankara’da gittiğiniz ( müze , tiyatro salonları vb. ) yerlerin genellikle taştan yapılmış olduğunu göreceksiniz . Zaten bu taş  desenleri de bu güzelliklere güzellik katıyor. Daha fazla kapının önünde bekleyip , bayılmadan önce hemen içeriye girdik . Bu müze 3 katlı idi ; Alt kat , giriş katı ve üst kat . Alt katında kafe tarzı bir yer vardı . Gelen ziyaretçiler hem burada dinlenebiliyor hem de bir şeyler atıştırma şansı buluyorlardı . Giriş ve üst katlarda ise oyuncak ve heykeller bulunmaktaydı . Müzenin duvarlarındaki taş desenleri ve tablolar müzeye adeta bir ahenk katmıştı … Bu müze sadece gelen ziyaretçilerin gözüne hitap etmekle kalmıyor , bilgi de veriyordu . Örnek ; duvarlarda bulunan bilgilendirici yazılar ve eserlerin altında bulunan yazılar . Bu göze hitap edip , ziyaretçileri bilgilendiren harika müzeden ayrıldık .

Sıra günün en son gezilecek yerine geldi . Neresi olduğunu az çok tahmin ettiğinizi düşünüyorum . Ankara’yı gezerken ilk gün ‘ Anıtkabir ‘e gitmemek hiçbir kimseye yakışmazdı . Biz de Anıtkabir’e gitmek üzere yola düştük . Aslında çok da uzak değildi , Anıtkabir müzeye . Fazla zaman geçmeden vardık Anıtkabir’e . Kapının başında bizi ‘ Aslanlı Yol ‘ karşıladı . Uzun bir yol . Bu yola aslanlı yol denilmesinin sebebi sizin de anlayacağınız üzere yolun kenarlarında bulunan aslan heykelleri . Aslanlı yoldan sonra nihayet asıl Anıtkabir’e vardık . Anıtkabir’in kenarlarında küçük uzun müzeler vardı . Birazdan size bu müzenin içerisini de anlatacağım .  Anıtkabir’in merdivenlerini çıkıp içeriye girdik . Kocamandı burası . Atatürk anıtına yanımızda getirdiğimiz çiçekleri bıraktık . Sonra oradan ayrılıp iki yanında bulunan müzelere girdik . İlk müzede neler yoktu ki ! Atatürk’ün diş fırçası , çizgili pijama takımı, takım elbisesi , kundurası , tarağı , kitabı , kalemi ve daha birçok şey . Anıtkabir’in ve yanında bulunan müzelerin içerisinde tablolar ve taş desenleri vardı aynı Oyuncak Müzesindeki gibi . Bu müzede yetkili kişilerin konuşması için bir bölüm vardı . Bu müzeyi dolaştıktan sonra karşısında bulunan diğer müzeye geçtik . Bu müzede ise ; Atatürk’ün arabaları ve küçük teknesi vardı . Müze dışarıdan küçük duruyordu ama içerisi baya genişmiş ki o arabalar o tekne müzeye sığmış . Bu müzeyi de çok sevmiştim . Bu müzeden ayrılırken dışarıda hareketsiz duran askerleri gördüm . Önce balmumu heykelleri sandım . Daha sonra dokununca anladım , bunlar gerçek asker . Neşe Hoca’ya sordum . Neden hareketsiz durduklarını . O da anlattı bana ; bu askerlerin Atatürk’e duydukları saygıyı ifade ediyormuş . Askerler böyle normal askerler değil , bu askerler özel eğitimden geçip , seçiliyorlarmış burada durmak için .

Artık buradan ayrılıyoruz . Hava kararmaya başlıyor . Otele dönmek için arabaya binip yola koyulduk . Otelimiz buraya pek de uzak değilmiş .

 Otele vardık ve akşam yemeğimizi yemek için otelin lokanta bölümüne geçip , masamızda oturmaya başladık . Yiyeceğimiz şeyler Ankara’nın meşhur yemeklerinden . Siparişlerimizi verdik , az sonra yemeklerimiz geldi . Menüde Ankara’nın meşhur yemeklerinden olan  ‘ Kuru Köfte ‘ ve ‘ Yemlik Cacığı ‘ vardı . Ve hakikaten hem köfte hem de cacık harika , şahane tattaydılar . Bayıla bayıla yemeklerimizi yemekten sonra odamıza çıkıp dinlenmek için uyuduk , çok yorgunduk . Sabah kalktığımızda yepyeni yerler gezmek için hem heyecan hem de güç toplamalıydık …

9. Gün ;

 Günlerden cumartesi , hava güneşli , saat 9.30 civarı . Yavaş yavaş kalktık yataklarımızdan . Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra kıyafetlerimizi değiştirdik. Sonra otelin kantin bölümüne geçip , sipariş verdik kahvaltı yapmak için . Menüde ‘ Entekke Böreği ‘ vardı . Ankara’nın meşhur efsane lezzetlerinden biri . Börekler gelir gelmez yedikten sonra kalktık masadan . Bugünün listesini tamamlamalıydık .

Arabaya bindik listede bugün gideceğimiz ilk yer : ‘  Malıköy Tren İstasyonu Müzesi ‘ . Yolda giderken aklımda tek bir soru vardı . ‘ Tren İstasyonu  Müzesinde neler sergilenebilirdi ki ? ‘ . Çok geçmeden bu sorumun cevabını alacaktım nasılsa . Yaklaşık 25 dakikalık bir yolun sonunda vardık müzeye . Bu müze bildiğimiz müzeler gibi kocaman değildi . Küçük iki ev düşünün . İşte bu kadardı müze . Çünkü asıl müze dışarıda .

 Müzenin kapısından içeriye girdik . Müzenin duvarı hardal sarısı rengindeydi . Dışarısı asıl müzeydi . Yerler çimendi . Gözüme karşıda bulunan tren çarptı . Bu tren siyahtı . Buharlı bir trendi bu . Peki neden mi siyahtı ? Çünkü çıkan buhar trenin yüzeyini karartıyor . Bu yüzden bu trenlere ‘ Kara Tren ‘ deniyor . Hemen yanında da bir top gördüm . Bildiğimiz top değil savaş zamanında kullanılan savaş topu . Sadece bu kadar değil orada bulunanlar . 5 bin 713 şehit adına dikilen şehitlik anıtı , Mustafa Kemal Atatürk’ün sivil giysili anıtı , 1909 yılına uygun olarak yapılan 2 uçak ile istasyon binası ….Sakarya Meydan Savaşı’nın tüm ihtiyaçları buradan karşılanmış . Bu müzede gezerken o zamandan alınan uçak ve tren sesleri sizlere eşlik ediyor . Bunların yanında Kurtuluş Savaşı’nın heykeller ve görsel materyalle temsil edildiği müzede , o dönemde kullanılan demiryolu malzemeleri de bu müzede sergileniyordu . Tüm bu bilgileri gelmeden önce  araştırma yapmış olduğum WEB sitesinden öğrendim . Hakikaten müze çok güzeldi . Bu yüzden Ankara’ya gelen insanlar böyle güzelliklere , müzelere bakarak Ankara’nın önemini bir kez daha anlıyor .

Artık buradan ayrılıyoruz .Buradan ayrılırken ikinci ve son gideceğimiz yer olan ‘Haymana Kaplıcaları’na doğru rotamızı çevirdik . Buranın adını çok duydum . Çok şifalı bir su aktığı söyleniyor . Nasılsa gittiğimizde öğreniriz . Vardığımız yer otel tarzı bir yerdi . İçeriye girip kimlik tespiti yapılmasından sonra havuz bölümüne gittik . Havuzun kenarlarında bulunan aslan figürlerinin ağzından akan su havuzu dolduruyordu . Orada bulunan bir odada kıyafetlerimizi değiştirdikten sonra havuza girdik . Ben yüzme bilmediğim için havuzun kenarından tutundum . Sonrada telefonumdan bu kaplıca hakkında bilgi edinmek için araştırma yapmaya başladım . Bu sitede şunlar yazıyordu;

 ‘ 30 ülkeyi kapsayan ve Uluslar arası Sifalı Su Kaynakları Araştırma Merkezi’nce yapılan araştırmada Haymana Kaplıcası, Fransa’da bulunan Vişi Kaplıcaları’nın ardından dünyanın en şifalı kaplıcası olduğunu ortaya koymuş , dolayısıyla Haymana Kaplıcaları yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada tanınan şifa merkezlerinden biri durumunda . ‘

 Bu bilgiyi de okuyunca bu suyun ne kadar şifalı bir su olduğunu anladım .

Artık buradan ayrılıyoruz hava kararıyor. Hem çok yorulmuş hem de çok acıkmıştık . Vakit kaybetmeden otele gittik . Yemeklerimizi yemek için alt kata indik . Listeye göre bugün meşhur yemeklerde ; Bazlama Kebabı , Çubuk Turşusu ve tatlı olarak da dün tadını çok beğenip otele getirdiğimiz Şibit Tatlısı vardı . Hakikaten hem yemekler çok güzeldi hem de tatlımız müthişti . Yemeklerin tadına doyum olmuyordu . Bizim de yedikçe iştahımız açılıyor ve daha çok yemek istiyorduk . Ama kilomuza dikkat etmek zorundaydık . Evet gezip eğlenmek ,  yiyip içmek ,  güzel ama yaza fit girip , kilolu çıkmak da istemiyorduk . Bu yüzden bol çeşitli ama her şeyden azar azar yiyorduk . Yemeklerimizi bitirip odaya çıkmak için asansöre bindik . Üçüncü kata geldiğimizde asansörden inip , kapıya yöneldik . Kapı kartını okuttuktan sonra içeriye girdik . İlk yapacağım şey duş almak oldu . Duş alıp , saçımı kuruttuktan sonra banyodan çıkıp yatağa yöneldim . Benden sonra Neşe Hoca duşa girdi . Yatağıma yatıp ince çarşafı üzerime çektim ve ellerimi çarşafın üzerine çıkardım . Yavaş yavaş yumdum gözlerimi …

 10. Gün ;

Güzel bir güne , kuşlara , çiçeklere Günaydın ! Bu sabah içimde adını koyamadığım bir huzur var . Yatağımdan kalkıp pijama takımımı değiştirmek için soyunma odasına gittim . Siyah bir tişört , siyah tayt ve beyaz spor ayakkabılarımı giydim ve banyoya gidip saçımı düzleştirdim , sonra da at kuyruğu şeklinde bağladım . Neşe Hoca’nın yatağına yönelip uyanması için uyardım. O da kalkıp hazırlanınca odadan çıktık ..  Asansöre binip, otelin giriş katına ulaştık . Bugün kahvaltımızı dışarıda yapacağız . Öncelikle bugün gideceğimiz ilk yer olan ; Hıdırlık Tepesi’ne doğru yola çıktık . Arabada kablo aracılığıyla telefonumu bağladıktan sonra en sevdiğimiz şarkıyı açtık . Havaya uyum sağlamak istedik . Az önce başlayan yağmur damlaları arabanın penceresinden akıp giderken şarkı çalıyordu .

*Yağmur yağma

bizi temizlemez senin suyun

sakla gülüşünü

      kurudu karanfil bitti oyun …*

   Bu şarkıyı hep çok sevmişimdir . Neşe Hoca’nın da en sevdiği şarkı olunca dinlemek ayrı bir keyifli . Şimdi şarkıya kaptırdık kendimizi . Şimdi ne kadar da mutluyuz . Ailemizi elbette çok özledik ama daha bugün onuncu günümüz .

Çok geçmeden vardık tepeye . Arabadan indim , buranın o kadar güzel bir manzarası var ki ! Sanki bütün Ankara ayaklarınızın altında .

                    *…*Tuğçe Kandemir : Yağmur

Buradan bu manzarayı izlemek çok keyifli . Çok geçmeden bulutlar yağmurlarını üstümüzden çekince kenarda bulunan banka oturup kahvaltı yapmak için yanımızda getirdiğimiz yiyecekleri çıkardık. Kahvaltımızı yaparken termos bardaklarımızdaki kahveyi de yudumluyorduk .  Güneş saçlarımızı ısıtmaya başlayınca arabadan getirdiğim şapkalarımızı taktık . Kahvaltımızı da yaptıktan sonra çöpleri toparlayıp , çöp kutusuna attık . Şimdi yapmamız gereken buradan ayrılmadan önce selfie (öz çekim) yapıp anı ölümsüzleştirmek . Niyetimiz bir fotoğraf çekip , buradan ayrılmaktı . Ama manzaraya doyamayıp , birden fazla fotoğraf çektik .  Arabaya binip , buradan uzaklaşmak bizim için pek de kolay değildi. Ama boşuna dememişler ; HER MUTLULUĞUN BİR SONU VARDIR ! diye . Şimdi aslında gitmeyi çok istediğim ,ama içine girmeye korktuğum bir yere gidiyoruz. Neresi mi ? ‘ Tabiat Doğa Müzesi’ . Çünkü burada bir çok fosil ve dinozor kemikleri var . Neşe Hoca daha önce gelmiş , görecekleri pek de onu şaşırtmasa gerek .  Müzeye vardığımızda arabadan inip , kapıya doğru yöneldik . Ben bakmaya korktuğum için hep yere bakarak yürüdüm . Kaç kere düşme tehlikesi geçirdim bir bilseniz . Birazdan başıma geleceklerden habersiz yoluma devam ettim . Ben önde Neşe Hoca arkada yürüyordu . Annesiyle telefon konuşması yapıyordu Neşe Hoca . Müzenin içerisi ne çok aydınlık ne de çok karanlıktı . Bu zamana kadar gittiğim bütün müzeler çok ışıl ışılken bu müzeye diğerlerine göre karanlıktı . Yürümeye devam ederken bir adım geriye gittim . Sanırım bir cama çarptım . Korku içerisinde yavaş yavaş arkamı dönerken kafam yukarıya doğru kalktı . Sonra bütün müzeyi inletecek bir çığlık attım . Gördüğüm dinozor iskeleti beni öldüresiye korkutmuştu . Sonrası mı ? Gözümü açtığımda hastanedeydim . Meğer korkudan bayılmışım . Bu müzeye gelmek isteyenlerin cesur olması gerek . Serum bittikten sonra hastaneden ayrıldık . Neşe Hoca otele gidip dinlenmemi istedi . Ama ben geziye devam etmemiz gerektiğini söyledim . Sıradaki yer için arabaya bindik. Gidilecek olan yer ; ‘ Atakule ‘ . Buraya vardığımızda kafamı havaya kaldırdım .Eyfel Kulesi kadar olmasa da Atakule’nin de dikkat çekici bir uzunluğu vardı . İçeriye girip bize bura hakkında bilgi vermesini istedik . Ben aslında genellikle araştırıp anlatırdım , ama bayılınca araştırma yapamadım . Görevli bir bayan burası hakkında bilgi vermeye başladı ;

‘Varlığı ile Ankara’nın görünümüne önemli bir katkı sağlayan Atakule , 13.10.1989 tarihinde açılmıştır . Yüksekliği 125 metre olan kulenin tepe rakımı 118,2 metredir . 115,6 metrede yer alan görsel ve işitsel cihazların kullanılabildiği , nikah töreni , seminer , konferans vb. etkinlikler için kullanabilen çok amaçlı kokteyl salonu 600 metrekarelik bir alana sahiptir . ‘

 Bu kule baya etkileyiciydi . Tıpkı Hıdırlık Tepesi’nde olduğu gibi bütün Ankara görünüyordu buradan . Manzaraya doyum olmuyordu . Kafe bölümüne geçip çayımızı yudumlarken manzarayı seyretmenin verdiği huzur bizimleydi . Karanlık bulutlar yağmurlarını , tekrar üzerimize atarken artık otele dönme vakti. Bugün bol korkulu ve bol yağmurlu geçmişti .  Otele gittikten sonra teras bölümünde yemeye karar verdik yemeklerimizi . Menümüzde ; Efelek Sarması ve İnceğiz Çorbası vardı . Çok net bir şekilde söyleyebilirim ki bu geziden sonra tanınmayacak şekilde kilo alabiliriz . Bence suç bizde değil . Bu kadar güzel , iştah açıcı yemekler yapmasalar bizde yiyip kilo almayız . Bu ziyafetlerden bir yanımız buruk ayrılırken yorgunluk tüm bedenimizi etkisi altına almıştı . Vakit kaybetmeden odamıza çıkıp , yataklara girdik . İşte bir gün daha geride kaldı …

11. Gün ;

 Gözlerimizi on birinci güne araladık . Dünkü yağan yağmura rağmen otelde piştiğimi hissettim . Odanın balkonuna çıktım . Aklıma Sevgi Teyze geldi . Ona verdiğimiz sözü tutacağız , ve gezimiz bittiğinde Kırıkkale’ye döndüğümüzde ilk onu ziyaret edeceğiz .  Neşe Hoca’nın sesiyle irkildim . Çoktan hazırlanmış , benim de hazırlanmamı bekliyordu .  Hemen dolaptan bakmadan aldığım giysileri giydikten sonra çıktık odadan . Aşağıda kahvaltı yaptıktan sonra ayrıldık otelden . Bugün geziye ; ‘ Ulus Gençlik Parkı ‘ ile başlayacağız . Buraya daha önce çok geldim . Büyüleyici bir yer burası . Otelimiz buraya uzak olduğundan geç  vardık . Tepemizdeki sıcak artmaya başlayınca ben de arabanın camını açtım .  Şimdi serin serin devam edebiliriz yolumuza . Arabayı müsait bir yere bıraktıktan sonra giriş kapısına doğru yürüdük .

 İçeriye girdiğimizde bizi sağ tarafımızda küçük fıskiyeli şelaleler , sol tarafımızda ise şekilli ağaçlar vardı .  Taş yoldan yürümeye devam ederken  kenarda bulunan büfeden birer dondurma aldık ve geziye devam ettik . Her yer çiçek bahçesiydi adeta ! Gelenin gözü gönlü açılıyordu . En son dayanamadım , bu taş yolları çıplak ayakla yürümeye karar verdim . Sandaletimi çıkarıp parmaklarımın arasına aldım . Sonra yürümeye devam ettim . Engebeli değildi yol , tam aksine taşların hepsi aynı boyda aynı genişlikteydi. Bu yüzden rahat rahat yürüdüm . Hem suyun berraklığı , hem gökyüzünün maviliği , hem çiçeklerin uyumu , hem de ağaç ve çimenlerin yeşilliği … Çok güzel bir uyum vardı . Hemen yanımda getirdiğim fotoğraf makinesiyle etrafı çekmeye başladım . Her anı her karesi çok güzel olan bu yeri fotoğraflamadan gitmek istemedim . Buradan ayrılırken sandaletlerimi tekrar ayağıma geçirip , arabanın olduğu yere gittim .

Telefonuma göz attım . Sonra ayrılmadan önce telefon numarasını aldığım Sevgi Teyze’yi görüntülü aradım . Bizi gördüğüne çok mutlu oldu . Tabi ki bizde . Telefonu kapattıktan sonra arabaya bindik .

Sırdaki yer ; ‘ Yaşayan Müze ‘ .  Yaptığım araştırmaya göre adının Yaşayan Müze olmasının sebebi her şeyin gerçekçi olmasıymış . Daha fazla araştırma yapıp heyecanı kaybolmadan kapadım telefonu . Nihayet vardık .

Dıştan bakınca aklıma yine gelen şey eski evler . Bu evlerin eski ama çok dikkat çekici olduğunu göreceksiniz . Müzeyi gezdikçe ağzım açık kalıyordu . Balmumu insanlar çok gerçekçiydi . Halı dokuyan kadınlar , bastonuyla oturanlar ve daha fazlası ! Çok çok gerçekçiydi . Eski bir tabloyu yeniden çizemezsiniz . Eski bir çömleği veya eski gelenekleri tekrar getiremezsiniz . Bu yüzden bunları koruma altına almalıyız . Çünkü bunlar ülkenin ne kadar değerli olduğunu gösterir . Biz çok değerli bir ülkeyiz . Eski gelenekleri , görenekleri , adetleri hem günlük yaşamımızda hem de böyle müzelerde yaşatabiliyoruz . Bu değerli müzeden artık ayrılıyoruz .

 Bugün gideceğimiz son yer ; ‘Kocatepe Camii ‘ . Biraz sonra beni Ankara’da yaşayan arkadaşım İlarya  Naz aradı . Tatilde olduğunu söyledi . Bende şuan gideceğimiz camiyi söyledim . Buranın Ankara’nın en gözde camisi olduğunu söyledi . Camiye varır varmaz , internetten araştırmamı yaptım .

 İçeriye girdim , ne kadar da güzel bir camiydi öyle !  Çok görkemliydi ama asıl görkemli olan içerisindeki insanların ibadet yapmasıydı .  Çok büyüktü hem içerisi hem de dışarısı .  Etrafındaki uzun ağaçlarla tam bir uyum içerisindeydi cami .  Önce dua ettik , sonra önce alt kata indik . Alt katta kütüphane , ticarethane , konferans salonu , idari bilimler ve otopark vardı . Caminin içerisine girdiğinizde  tarihi Osmanlı Mimarisi ve modern mimarinin muhteşem karışımına şahitlik ediyorsunuz .  Ahizelerden kapılara , mermerlerden çinilere hepsinde el emeğini fazlasıyla hissettik , eminim sizde hissedeceksiniz . Bu caminin minaresine de isterseniz asansör aracılığıyla çıkmak mümkün .  Artık ayrılma zamanımız geldi .

 Otoparka inip arabaya bindikten sonra dışarıda kafe tarzı bir lokantaya gittik . Daha önceden rezervasyon yaptırdığımız için yemekler hemen geldi .  Ankara Tava ve İnceğiz Çorbası … Hani bazen bir şey olur ya anlatmaya çalışırsınız ama anlatamazsınız . İlla görmesi , tatması lazımdır . Aynen böyleydi işte tatları . Bayıla bayıla yediğimiz yemeklerden sonra otele döndük .

 Sonra en sevdiğim kitabı okudum odada . Balkonda gökyüzünün altında . Şimdi yatacağım . Enerjimi toplayıp , yarın geziye devam edebilmek için …

12. Gün ;

Yorgunlukla kalktım yatağımdan alarm sesimle . Ama alarmın sesi bütün yorgunluğumu aldı .

* Bugünüme dair hep seni okudum

 yarınıma naziren hep yine olurum

 bugün yine başımı belaya soktum

 olsun varsın belalın olurum …*

Büyük bir enerjiyle kalktığım yatağımı toparlayıp ,  pijama takımlarımı değiştirdim. Sonra da bağlı olan saçımı savurarak açtım ve taradım . Neşe Hoca da benden hemen sonra kalktığı için hazırlanmıştı . Balkonda kahvaltımızı yaptıktan sonra çıktık odadan . İlk yer ;  ‘Duatepe Anıtı’ . Arabadan indikten sonra içeriye girip Fatiha okuduk , tüm şehitlerimiz adına . Gelelim bilgilendirmeye;

 ‘Duatepe’de Ekim 1999 tarihinde çalışmalar başlamış ve 20.000 ağaç dikilmiştir. Anıt tamamlanarak 12

    Eylül 2000 tarihinde açılmıştır. Beş kısımdan oluşmuştur. Anıt duvarlarında

             *…* Bilal Sonses : İnat Keçi

Duatepe’deki seksen bir şehidin pirinç harflerle yazılmış bilgileri yer alır . ‘

 Bu anıttan ayrılırken aslında hepimizin aziz şehitlerimize söyleyecek bir lafı olmalı! Size söz olsun ki , bu ülke boynunu yere eğmeyecek . Çiğnetmedi bayrağını çiğnetmeyecek !…

    Arabaya binerken gideceğimiz yer kesinleşti . ‘ Göksu Parkı ‘ . Buraya piknik yapmaya gidiyoruz . Tabi aynı zamanda temiz havasını içimize çekmeye de . Yarım saatin içerisinde vardık parka . Parkın hemen yanında bir fırın vardı . Fırına ekmek almak için gittiğimizde camda ‘ Askıda Ekmek ‘ yazısını gördük . Bu uygulamayı biliyorum . Size de kısaca anlatmak isterim; Eski zamanlarda esnaf , insanlara iyilik olsun diye , bu uygulamayı başlatmış.  Örneğin : Gelen gönüllü müşteri bir ekmek alacaksa iki ekmek parası bırakıp giderdi . Gerçekten yoksul bir insan gelip buradan o ekmeği ücret ödemeden alır ve giderdi . Bu uygulamaya da Askıda Ekmek uygulaması denirdi . Bu uygulama sadece ekmek için değil  simit , poğaça , börek vb. yiyecekler için de yapılırdı . İşte Türk insanının özelliği.  ‘ Türk ‘ demek hiç düşünmeden herkesin yardımına koşmak demek ! Biz de böyle yapıp iki ekmek alıp beş ekmek parası ödedik . İnşallah aç bir insanın tok yatmasına sebep oluruz . Fırından çıkıp parka gittik . Devasa büyük olan bu parkta huzurla piknik yapabiliriz . Etleri pişirdikten sonra masaya oturup , yemeklerimizi yedik. Ek olarak da gelirken yanımızda aldığımız ‘ Öllüğün Körü ‘ yemeğini yedik . Adı farklı tadı harikaydı . Ankara’ya gelip de meşhur yemeklerini yemeden gitmek olmazdı . Otele döndüğümüzde Neşe Hoca duşa girdi . Ben de bu arada pijama takımlarımı dolaptan çıkardım . Sonra ben de duşa girdim . Duştan çıkınca uzun saatler boyunca balkonda oturdum . Müthiş kokuyu içime çektim . Buram buram Ankara kokuyordu . Toprak kokuyordu , kan kokuyordu …

13. Gün ;

 Yine güneş doğdu . Her gün olduğu gibi . Bugün bordo ayakkabılarımı giydim . Her gün giydiğimden farklı olarak  . Bir de saçımı ördüm . Altın çerçeveli toz pembe gözlüğümü de takınca hazırdım . Bugünkü gezilecek ilk yer ; Akköprü . Buraya gittiğimizde köprünün çok eski olduğu görülüyordu . Yedi adet sivri kemeri olan bu köprü 1927-37 yılları arasında kullanılan beş liralık banknotun arka yüzünde de resmi bulunur . Kemerlerin dördü büyük,diğer üçü ise küçük kemerlerdir . Bu köprü buram buram tarih kokuyordu . O koku böyle diğer kokulara benzemiyor , adeta memleket kokuyor .

Fotoğraflarımızı çektikten sonra buradan ayrılma vakti . Şimdi gideceğimiz yerden önce biraz geç kalktığımız için öğle yemeği yiyeceğiz . Gittiğimiz lokantada bugün ‘ Tatmak Tiridi’ ve ‘ Beypazarı Kurusu ‘ yedik . Bu hem tatları hem de adları meşhur yemekleri afiyetle yedikten sonra ayrıldık .

‘ Kurtuluş Savaşı Müzesi ‘ sıradaki gideceğimiz yer . Diğer adıyla 1.TBMM . Buraya daha önce yapılan okul gezisinde gelmiştim . Bu müze 23 Nisan 1920 yılında hizmete açılmış . İçeriye girdiğimde müzenin sağında meclis üyeleri tarafından kullanılan seccade ve Kuran rahrelerinin sergilendiği Mescit vardı . Bu mescidin hemen yanında ise Mustafa Kemal Atatürk’ün çalışmalarını yürüttüğü odayı sizde görebilirsiniz . Sol taraftaki odalarda ise askeri araç-gereçleri , yağlı boya tablolarını , hatıra eşyalarını ve ilk iki dönemde görev yapan milletvekillerinin kronolojik sıralanmış fotoğrafların gördük . Koridorun karşısındaki büyük salon da geçmişte hararetli meclis toplantılarına ev sahipliği yapmış . Bu harika müzeden de ayrıldıktan sonra bugünkü gezimizi tamamlamış olduk aslında .  Ama yarın buradan ayrılacağımız için caddelerde , sokaklarda geç saatlere kadar gezip , kağıt helva yedik . Otele döndüğümüzde yorgun bedenimizi zorlukla yatağa attık …

14. Gün ;

Sabah geç saatlere kadar dinlenmiş vücudumuzu kaldırdık yataktan . Ankara’da gezeceğimiz son yer olan Rahmi Koç Müzesi’ne doğru yola çıktık . Bir daha otele dönmeyeceğimiz için bavulumuzu da aldık çıkarken . Müzeye geldiğimizde gezmeye başlarken sizlere birkaç bilgi vermek istiyorum . Bu müze 2010 yılından beri Hafta Sonu Eğitim Atölyesi programı kapsamında genç bireylere eğitim veriliyor. Sergi , organizasyon ve eğitim alanlarının dışında bir kafe ve iki adet restoranla birlikte on dokuz odalı butik otel faaliyet gösteriyor . Bunun yanı sıra bazı oyuncaklara da göz atabilirsiniz . Gerçeğiyle bire bir benzeyen balmumundan yapılan insan heykellerini de görmek mümkün. Bu müzeden ayrıldıktan sonra ‘ Tamtak Tiridi ‘ yemek için bir restorana gittik . Çok güzel bir tadı vardı ve gayet de doyurucuydu .  Artık ayrılıyoruz hem restorandan hem de başkentten . Arabaya bindikten sonra el salladım bu şehre başkente . Şimdi size burada çektiğim bir fotoğrafı bırakıyorum .

                                               ESKİŞEHİR

Bir şehir daha geride kaldı şimdi . Herkes her şey geride kaldı .

Yaklaşık üç saatlik bir yolun ardından vardık Eskişehir’e. Vardığımızda saatler beşi gösteriyordu. İlk olarak otele gittik. Odamıza yerleştikten sonra otelin restoran bölümüne inip Eskişehir’in meşhur yemeklerinden olan ‘ Balaban Köfte ‘ yedik. Üzerindeki sos , altındaki pide ve köfte tam bir uyum içerisindeydi . Afiyetle yemeğimizi yedikten sonra bugün gezeceğimiz yer olan ‘ Lületaşı Müzesi’ne doğru yola çıktık .

 Müzeye vardığımızda arabadan indik . Müzenin dışarısı bile içinizi ısıtmaya yetiyor . Müzeye girdik , sol taraf kapalı , sağ taraf ise uzun bir koridora açılıyor . Bu müze dünyanın ilk ve tek lületaşı konseptine sahip müzesi. 2008 yılında açılan müze tarihi ve turistik büyük bir öneme sahip . Müze küçük olsa da sergilenen eserler sizleri etkilemeye fazlasıyla yetiyor .  Altmış sanatçıya ait yaklaşık 400 civarında eser bulunduruyor bu müze . Bu eserler ince bir emek ve ustalık gerektiriyor.

 Hava kararmaya başladığı için otele döndük . Zaten geç varmıştık Eskişehir’e . Dinlenmeliydik artık. Odamıza gelince kıyafetlerimizi dolaba yerleştirip , sırasıyla duş aldık . Kuş tüyü kadar rahat yataklarımızda uyuma vakti şimdi …

15. Gün ;

 Sabah olduğunda bütün yorgunluğumuzu atmıştık üzerimizden . Kıyafetlerimizi değiştirdikten sonra aşağıya indik . Kahvaltıda ‘ Kavurma Börek ‘ vardı. O kadar güzeldi ki tadı . İnsanın yedikçe yiyesi geliyordu . E biz de bir iki demeden götürdük börekleri mideye . Hesabı ödedikten sonra ayrıldık otelden . Bugün gideceğimiz ilk yer ‘ Şelale Park ‘ .  Şelaleleri çok severim , ilk defa şelale göreceğimin heyecanıyla bindim arabaya . Parka varır varmaz gördüm devasa şelaleyi. Çok güzeldi , tertemiz berrak bir su akıyordu . Adeta gözümüz bayram ediyordu . Mutluydum , şelaleyi gördüğüm için ama birazdan kabusum olacağını bilemezdim . Şelalenin yanına yaklaşıp fotoğraf çekindik . Arkamdan gelen garsonun bana çarpmasıyla suya düştüm . Yüzme bilmediğim için bağırmaya başladım . Çok korkuyordum ki yavaş yavaş gözlerimin kapandığını hissettim . O arada bir el beni belimden tutup sudan çıkardı . Artık gözlerim kapalı , sadece kulaklarım duyuyor , bağırışları . İlk defa şelale gördüğüme sevinmeli miydim sizce? Bu da benim şansızlığım , yavaş yavaş gözlerimi aralarken vücudumda adını koyamadığım bir yorgunluk gezindi . Sonra tamamen açtığım gözlerimle çevremde bulunan insanlara baktım . Beni hastaneye götüreceklerdi ama istemedim . Bunun üzerine otele gittik . Neşe Hoca çok iyi ilgileniyordu benimle . Yastığımı sürekli düzeltip , iyi olup olmadığımı soruyordum . İyiydim , gerçekten iyiydim . Az sonra kapı çaldı . Neşe Hoca kapıyı açtı ve elindeki tepsiyle bana yaklaştı . Şu anda gerçekten canım sadece yemek yemek istiyordu . Gelen Eskişehir’in meşhur yemeklerinden Yufkalı Büryandı . Yemeğimi de bitirince hiçbir şeyim kalmadı . Gayet iyiydim . Biraz uyusam daha da iyi olup , yarın bomba gibi kalkacaktım …

16. Gün ;

Dediğim gibi de oldu , sabaha bomba gibiydim . Kahvaltımı yapıp , hazırlandım . Hemen otelden ayrıldık . İlk gideceğimiz yer ; Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi’ . Bu özel bir müze . Yılmaz Büyükerşen yıllardır yaptığı balmumu heykellerini burada sergiliyor . Müzeye gittiğimde bir ara gerçek sandım , heykellere dokunmadan gerçek olmadığını anlamanız mümkün değil . Aşık Veysel , Barış Manço , Mustafa Kemal Atatürk , Kemal Sunal ve daha birçok ismin balmumu heykelleri . Çok gerçekçiydi ve büyüleyiciydi . Belki de insan sevdiği mesleği yaptığı için bu kadar güzel sonuçlar elde ediyor . Bu müzeden ayrılırken sıradaki gezeceğimiz yer olan ;Eskişehir Akvaryum Dünyası’na doğru yola çıktık .

Akvaryum pek de büyük sayılmazdı evet ama hakikaten gitmeye görmeye değerdi . Koridorda yürürken yalnız değilsiniz asla ! Sağınızda ve solunuzda bulunan camların ardında koca bir su dünyası saklı . Burada her şey gerçek , balıklar canlılar hepsi gerçek . Çok güzel canlılar bunlar . Onlara zarar vermek kadar kötü bir şey olamaz bence . Bir insana zarar vermekle bir hayvana zarar vermek arasında hiçbir fark yok . Buradan ayrılıp otele gidiyoruz . Akşam yemeğinde meşhur lezzetlerden Göceli Tarhana var . Bu çorbanın tadına doyum olmadığı için bir kase daha içtim . Sonra da odamıza çıktık ve otelin manzarasından Eskişehir’i izledim. Artık uyumalıyım yoksa yarın nasıl gezerim ?

 17. Gün ;

 Gözlerimi , camdan içeriye giren güneş ışınlarından dolayı araladım . Önce yatağımı toparladım sonra da Neşe Hoca’yı uyandırdım . Hazırlandıktan sonra odadan çıktık . Normalde asansörle inebilirdik ama sanırım biraz kilo vermeye ihtiyacımız vardı. Bu yüzden aşağıya inmek için merdivenleri tercih ettik . İndikten sonra otelden ayrılıp , arabaya bindik . Bugün kahvaltıyı dışarıda yapacağız . Telefonumdan açtığım şarkının sesini arttırdım ve sonra şarkıyı söylemeye başladık .

*Yaradana yalvartma ,

 yüreğime taş basma

 yaralıyım anla beni sorma düzelirim İnşallah

Yaradana yalvartma ,

yüreğime taş basma

kendimi saldım beni sorma unuturum İnşallah *

 Ne kadar da neşeliyiz bugün ne kadar da güzel bir gün bugün . Eskişehir’i izlemek ne kadar da güzel .

Nihayet vardık . Nereye mi ? Sazova Uzay Evi’ne . Bugün ilk buradan gezmeye başlayacağız . İlla deney yapmak için astronot olup , uzaya gitmeye gerek yok . Buraya gelerek de uzaya gittiğinizi

*…*Oğuzhan Koç: Yaradana Yalvartma

hissedebilirsiniz .  Hatta hissetmekle kalmayıp o anı bizzat yaşayabilirsiniz . Bu yüzden burası sizin için büyük bir avantaj . Sinema salonu gibi bir yer vardı burada.Koltuk alışkan olduğumuzdan farklı biraz daha yaygın . Karşıya değil yukarıya bakarak izliyorsunuz gökyüzünü .

Artık buradan ayrılıyoruz . Sıradaki gideceğimiz yer ; Kentpark . Burada yapay plaj var . Bu yüzden hazırlıklı geldik . Belki gerçek bir plaj yok ama gerçekten deniz görmemesine rağmen mutlu insanlar var . Bence yapay plajlar deniz olmayan her şehre yapılmalı . Bu deneyimi yaşamayan kimse kalmamalı . Hava sıcacık , su buz gibiydi . Ama zamanla alışıyordu insan suya . Bol bol güneşlendik burada . Bugün zamanımızın yarısını burada geçirdik . Halimizden memnun bir şekilde otele döndükten sonra duş aldık . Akşam yemeğini yedikten sonra da uykuya daldık . 18. Gün ;

 Hemen kalkıp , hazırlandık . Kahvaltı olarak da Çibörek yedik  . Tadı harikaydı .

Otelden ayrılıyoruz .   Şimdi gezebiliriz. İlk yer ; Çağdaş Cam Sanatları Müzesi  .

 2007 yılında yapılan bu müzede elli sekiz yerli , on yabancı sanatçının eseri var . Şimdi belki de soruyorsunuzdur . Cam amaçlı müze mi olur ? diye . Burada renkli , desenli , farklı cam eserler var . Burada renkli camlardan yapılmış tablolar , küçük cam insanlar görebilirsiniz . Eski camlardan , yeni camlara doğru bir serüven burası . Eskişehir’e gelip de bu müzeye gitmeden gezdim demeyin . Gezmiş olmazsınız .

     Buradan ayrılırken sıradaki yer kesinleşti kafamızda . ‘Porsuk Çayı’ .  “Eskişehir’de en çok nereyi sevdin ?” derseniz, kesinlikle Adalar derim. Şehri 12 kilometre boyunca baştanbaşa bölen Porsuk Çayı’nın en aktif kısmı, Adalar.

Renk renk köprülerinin altından geçen gondollarıyla Venedik, Amsterdam tipi botlarıyla da Amsterdam havası dört bir yanı sarıyor adeta. Porsuk Çayında gençler için sürekli etkinlikler düzenleniyor . Buraya gelenler buradan gayet memnun ayrılıyor .

    Sıradaki ve son yer ; Eskişehir Havacılık Müzesi . Son olarak Anadolu Üniversitesi’nin hemen karşısında bulunan Havacılık Parkı’na gidiyoruz .

    Müzenin içerisinde farklı tipte hem sivil hem de savaş uçakları gördük burada . Ayrıca yine parkın içinde bulunan kapalı müzede maket uçaklarını, çeşit çeşit uçak motorlarını, pilot giysilerini ve rozetleri de inceledik . Otele dönmeden önce yemek yemek için restorana gidip , yemeklerimizi yedik . Otele döndüğümüzde ilk ve tek yapacak işimiz yatmak oldu …

19. Gün ;

      Sabah olduğunda meşhur yiyeceklerden olan Haşhaşlı Gözleme’yi yedikten sonra ayrıldık . Bugünkü gezeceğimiz yer tek bir yer . Orası da ; Odunpazarı . Son yıllarda günden güne güzelleşen çehresi ile şehrin en çok ziyaretçi alan yerlerinden olan Odunpazarı bambaşka atmosferiyle daha adımınızı atar atmaz sizi çepeçevre kuşatıyor. Odunpazarı’nın sembolü ise şüphesiz evleri. Selçuklu-Osmanlı mimarisinin en şirin örneklerinden olan evler kendinizi geçmiş yüzyıllarda hissetmenizi sağlıyor. Geçmiş dönemlerde kullanılamayacak duruma gelmiş evlerin birçoğu restore edilerek restoran, butik otel gibi tesislere dönüştürülmüş. Bugün hava kararıp , güneş batana kadar buradayız . Önce restore edilip işyeri haline getirilmiş bir kitapçıdan çok sevdiğim bir kitabı aldım . Sonra kafeterya tarzı bir yerde limonata yudumladıktan sonra deli gibi alışveriş yaptık . E bizlerin huyu değil mi ? ,  zaten bıkana kadar alışveriş yapmak . Gerçi pek de bıktığımız söylenemez ama neyse . Buradan ayrılırken ellerimiz tıka basa dolu . Arabanın bagajına poşetleri yerleştirdikten sonra otele gittik . Poşetleri odaya çıkarıp , bavula yerleştirdik . Çünkü zaten iki gün sonra bu şehirden ayrılıyoruz . Şimdi yatma vakti …

20. Gün ;

    Bugün farklı olarak bir yer gezmeyeceğiz. Çarşıda gezip , dışarıda yemek yiyeceğiz . Farklı olarak sadece sinemaya gideceğiz . Sabah kalktığımda kıyafetlerimi giyip hazırlandım . Sonra da Neşe Hoca’yla beraber otelden ayrıldık . Bugün diğer günlere göre çok daha geç çıktık otelden . Normalde hep saat 10.00 civarı çıktığımız otelden bugün 14.06 civarı çıktık . Sonra da önce sinemaya , ardından meydana gelen panayıra gittik . Gondola , çarpışan arabalara bindik ve çok eğlendik . Otele döndüğümüzde saat 21.09’du . Yarın yola çıkmak için son hazırlıkları yaptıktan sonra uyduk .

21. Gün ;

Bugün son gün artık ayrılacağız .  Kalkıp yatağımı düzelttikten sonra duşa girdim . Sonra yolculuğa çıkacağımız için rahat bir şeyler seçip giyindim . Neşe Hoca da benim ardımdan duşa girdi . Sonra bavulları alıp resepsiyonda çıkış işlemlerini hallettik . Bavulları bagaja koyup , kahvaltı yapmak için bir kahvaltı salonuna gittik . Burada meşhur lezzetlerden biri olan Met Helvası yedik . Burada yaptığımız son kahvaltı . Kahvaltımızı yaptıktan sonra hesabı ödeyip çıktık buradan . Şimdi gidiyoruz Eskişehir’den son bir fotoğraf bırakıp …

                 ÇANKIRI

Her yeni şehir , yeni bir başlangıç demek .  Bizim için de böyle . Şuana kadar bir çok olay olsa da ( suda boğulsam, mağarada düşsem , korkudan bayılsam da) bu geziden şikayetçi değilim . Çünkü bunları yaşamamın sebebinin gezi yapmamızla alakası yok . Şansızlık ! Uzun süren yolculuğun ardından Çankırı’ya vardığımızda ilk olarak otele yerleşip yarım saat bir dinlenme uykusuna yattık . Kalktığımızda aşağıya inip meşhur lezzetlerden Canfes Böreği vardı . Tadı harikaydı . Bu yüzden bayıla bayıla yedik . Bir böreğin yanına da en iyi çay gittiği için çayla yudumladık böreği . Otelden ayrılıyoruz bugün ilk gideceğimiz yer ; Çankırı Müzesi . Bu müze 1972 yılında ziyarete açılmış . Bu müzede Anadolu’da yaşamış olan medeniyetlere ait eserlerin olduğunu görebilirsiniz . Zaten Çankırı’ya geç varmıştık . Bu müzeye de gelince hava iyice karanlığını bastırdı . Otele döndüğümüzde akşam yemeği olarak Yaren Kebabı yedik . Valla kebabın tadına doyum olmuyordu . Masadan kalkıp odamıza gittik ve derin bir uykuya daldık …

 21. Gün ;

Sabah büyük bir hışımla kalktım yatağımdan . Kahvaltıda meşhur Çekme Helva’sını yedikten sonra ayrıldık otelden . Bugün Çankırı Kalesi ile başlayacağız . Bu kale şehre hakim bir tepede yer alıyordu . Çok güzel bir kaleydi Çankırı Kalesi . Bu kaleden baktığınızda bütün Çankırı ayaklarınızın altında . Bir sürü fotoğraf çektik .

  Bu kaleden ayrılıp Buğday Pazarı Medresesi’ne gittik . Arabada giderken radyoda çok güzel bir şarkı çaldı .

*Çemberimde gül oya

 gülmedim doya doya

çemberimde gül oya

 gülmedim doya doya

dertlere karıyorum gülleri saya saya

      al beni kıyamam seni …*

*…*Haluk Levent: Çemberimde gül oya

Çok geçmeden vardık . Dışı da içi de çok görkemliydi . Burada el sanatları eserleri bolca mevcuttu . Aynı zamanda hediyelik eşya da satılıyordu . Ben de bizimkilere hediye aldım buradan . Artık otele dönme vakti . Güneş batmak üzere . Otele gidince yapmam gereken tek şey bolca uyuyup , dinlenmek …

22. Gün ;

Çok özledim , arkadaşlarımı , ailemi, öğretmenlerimi … Hepsini çok özledim . Sıkıcı matematiği bile özledim . Önce aşağıya inip , kahvaltı yaptık . Hesabı ödeyip , otelden ayrıldık . Arabaya binip uzaklaştık otelden . Bugün Tuz Mağarası’na gideceğiz . Bu mağara beş bin yıllık bir geçmişe dayanıyor . Türkiye’nin en büyük kaya tuzu rezervini bünyesinde barındırmaktadır . Bu mağarayı gezmeden önce izin almak zorundasınız . İzin almadan gezi yapmanız imkansız . Neşe Hoca bunu bildiği için daha önceden iznimizi almıştı . Şimdi gezimizi yapabiliriz . Bu mağaranın çok da şaşırmasak gerek her yerinde tuz vardı . Bu karanlık ve tuzlu mağaradan çok oyalanmadan ayrıldık . Sıradaki yer ; Çankırı Evleri . Bu evlerin geçmişi çok eskilere dayanıyor . Her biri en az yüz yıllık olan bu evler koruma altındadır ve il genelinde tam yüz sekiz adettir . Şimdi otele dönme vakti . Menüde Mantarlı Keşkek vardı . Yemeğimizi yer yemez uyuduk .

23. Gün ;

 Sabah kalktığımda saat 12 civarıydı. Nasıl olur da unuturum alarm kurmayı ! Hemen hazırlanıp ayrıldık otelden . Bozan Yaylası’na gittik .  Çok güzel bir yaylaydı burası . Her yer yemyeşildi . Renk renk çiçekler uyum sağlıyordu . Biz de kahvaltılık bir şeyler almıştık ve kahvaltımızı burada yaptık . Geç saatlere kadar burada oturduk sonra da bir kafeye gidip Yumurta Tatlısı yedik . Bu Çankırı’nın meşhur tatlısı müthiş bir tat bıraktı damaklarımızda . Sonra da otele gidip odamıza çıktık . Ben hemen üzerimdeki pantolon ve tişörtten kurtulup pijama takımımı giydim . Sonra da çarşafı üzerime çektim . Şimdi yarın yapacaklarımızı düşünüyorum . Hemen sabah olup geziye devam etmeyi bekliyorum .Tabi uykusuzluğumu yenip, uyuyabilirsem .

24. Gün ;

 Sabah yavaşça kalktım yatağımdan. Üzerimde hiçbir yorgunluk yok , tersine büyük bir enerji vardı . Balkona çıkıp Çankırı’ya günaydın dedim . Önce duş aldım . Ardından en sevdiğim günlük elbisemi giydim . Tabi bir de elbisemdeki çiçeklerin rengine uygun olarak toz pembe gözlüğümü de taktım . Saçımı da hafif su dalgası yaptıktan sonra hazırdım . Otelden ayrıldık .  Sonra da Ilgaz Dağı Milli Parkı’na doğru yola çıktık . Parkın önüne vardığımızda daha içeri girmeden göz kamaştırıyordu güzelliği . Adeta bir yeşil cennetti burası . Attığım her adım huzur veriyordu bana . Eminim ki herkese de aynı huzuru veriyordur . Neden hep sinirlendiğimizde veya üzüldüğümüzde kendimizi dışarıya atarız ? Çünkü doğa bütün kızgınlığımızı kırgınlığımızı alır . Çimlere oturdum . Ayaklarımı uzatıp , kitap okudum . Neşe Hoca da kitap okumayı çok sever . Bu yüzden o da benimle kitap okudu . Buradan ayrılıp bir lokantaya gittik ve Çankırı’nın meşhur yemeklerinden biri olan ‘ Pıhtı ‘ yemeğini yedik . Tadı anlatılamayacak kadar güzeldi . Eminim sizde yerseniz ne demek istediğimi anlayacaksınızdır . Bugün gideceğimiz son yer Kurşunlu Hamamı . Bu hamamın tarihi çok eski yıllara dayanıyor . Sadece bu hamamı gezeceğiz . Hamama geldiğimizde dışı göz dolduruyordu . Daha şimdiden gelmişti burnuma tarihin kokusu . Buradaki gezimiz bitince otele döndük . Artık yarın için güç toplama vakti …

 25. Gün ;

Sabahın sıcak ışıkları eşliğinde kalktım yatağımdan . Sıcak bizi çok yoruyordu . Artık dışarıya mutlaka gözlük ve şapkayla çıkıyorduk . Bugün bir yeri gezmeyeceğiz . Çünkü Çankırı gezimizi tamamladık . Hazırlanıp bavulları aşağıya indirdik ve bagaja koyduk . Sonra da otelin restoran bölümünde meşhur lezzetlerden Mıhlama yedik . Bir yorgunluk kahvesi de içince artık yolculuğa çıkabilirdik . Otelden ayrılıp arabaya bindim , araba yavaş yavaş hareket ederken şarkının sözleri keyif veriyordu.

*Rüzgar aldım sallanıyorum

 Ah yine efkarlanıyorum

 Sen ne söylersen söyle canım

 Ben masaldan anlamıyorum . *

    Tabi artık alıştım ne zaman mutlu olsak başımıza bir iş geliyordu . Niye ne olacak diye beklerken üzerimdeki şansızlık sesimi mi duydu , ne ? Anlamadım . Neşe Hoca arabayı durdurmak zorunda kaldı . Acaba neden ? Arabanın tekeri patladı . Issız yolda yapayalnız kaldık . Neşe Hoca hemen internetten bir numara bulup aradı . En yakın tamirci yarım saatte gelirmiş . Of , ben artık gerçekten sıkıldım , sürekli bir olay yaşamaktan . Yarım saatlik bir beklemenin ardından tamirci gelip , lastiği değiştirdi . Neşe Hoca parayı ödedikten sonra tekrar arabaya bindik ve yola devam ettik .

*…*Sefa Topsakal: Rüzgar Aldım

                 KIRŞEHİR

 Çankırı’yı geride bırakıp , Kırşehir’e vardığımızda üstümüzde büyük bir açlık ve yorgunluk vardı . Otele gittiğimizde bavulları görevliye teslim edip , otelin restoran bölümüne geçtik . Burada meşhur lezzetlerden ‘ Düğür Çorbası ‘ ve  ‘Topalak ‘ yemeklerimizi yedik . Tatları hala damağımda . Yemeklerimizi bitirip odaya çıktık . Bavullara hiç dokunmadan yataklara geçip , uyuduk .

26. Gün ;

 Derin ve hoş bir uykunun ardından sabah saat altıda uyandık . Altı çok erkendi, bizde bavullardaki kıyafetleri dolaba yerleştirdik ve önce Neşe Hoca ardından ben duş aldım . Üstümdeki yorgunluktan eser kalmamıştı . Kahvaltıyı odaya çağırdık ve balkonda kahvaltı yaptık. Sonra yavaş yavaş  hazırlanıp ağır adımlarla çıktık odadan . Ne kadar geç o kadar iyi çünkü daha erken geziye başlamak için . Otelde yarım saat oyalandıktan sonra gezeceğimiz ilk yer için arabaya bindik .  Önce ‘ Kent Park’a gideceğiz .  Enerjimizden hiçbir şey kaybetmeden yolumuza devam ettik . Kent Park adı üstünde bütün şehir halkı bu göz alıcı parkta toplanıyor ve gönüllerince eğleniyorlar . Bu park çok güzeldi. İçerisinin maviliği , yeşilliği hep bir uyum içerisindeydi . Buradan ayrıldıktan sonra ‘Karahöyük Arkeoloji Müzesi’ne gittik . Bu müze çok güzel ve şaşırtıcıydı . Yer altından çıkarılan fosiller ve kalıntılar bu müzede sergileniyordu .  Resmen bir yeraltı şehri burası . Burada toprağın altında aradığınız her şeyi bulup inceleme fırsatı bulabiliyorsunuz . Bu müzede diğer müzelerde durmamıza karşıt daha fazla durup , daha fazla inceleyip , daha ayrıntılı baktık . Artık otele dönme vakti . Otele döner dönmez ‘ Borani ‘ ve ‘ Keşkek ‘ yemeklerini yedik . Tatları hala damağımda.  Şimdi yatacağım ve bir günü daha geride bırakmış olacağız . Sabah kalktığımızda ise bir güne daha merhaba demiş olacağız …

 27. Gün ;

Mutlulukla kalktım . Bugün gezeceğimiz ilk yer ‘ Aşıkpaşa Tabiat Parkı’ . Park, adından da anlayacağınız üzere bitkilerle dolu . Parka geldiğimizde boy boy , renk renk , çeşit çeşit bitkiler gördüm . Ama benim için bir farkı yoktu . Çünkü hepsi de birer canlıydı . Düşünün ki vücudunuz çok hassas . Biri gelip bir kolunuzu koparıyor . Canınız yanmaz mı ? Yanar elbette . Peki koparanın eline ne geçer . Bu onun yararına olur mu ? İşte bitkileri de böyle düşünün onları köklerinden ayırmayın . Bu parktan ayrılırken sırada ‘Tapan Bahçesi ‘ var . Bugün hep tabiattan ilerlediğimizin farkındayım ama  emin olun bir insan her şeyden sıkılır ama tabiattan , bahçen asla ! Bu bahçe çok tatlıydı . Bahçe dediysem bir evin küçük bahçesi olarak değil , kocaman bir bahçe gibi düşünün . Düşünsenize bu bahçede bir çiçeksiniz , çiçek gibi sevilmeyi bir düşünün . Hayali bile çok güzel değil mi ? Bence çok güzel . Artık buradan ayrılıyoruz . Bugün bu bahçeden yarın bu şehirden …

28. Gün ;

 Sabah meşhur lezzetlerden Madımak ve Soğanlama yedikten sonra bavulları toparlayıp bagaja koyduk . Şimdi bu şehirden ayrılmadan önce son bir işimiz var . Bulunduğumuz mahallenin muhtarına gittik . Yoksul insanların ev adreslerini aldık ve onlar için alışveriş yaptık . Sonra aldığımız ürünlerden iki üç demeden kapının önüne bıraktık . Bu bir insanlık göreviydi bizce .

                     KONYA

Otele varır varmaz meşhur yemeklerden ‘ Bamya Çorbası ‘ ve ‘ Etli Ekmek ’ yedik , çok çok güzeldi tatları . Hatta dayanamayıp  etli ekmekten bir tabak daha yemiş olabilirim . Yorgunluğumuzu atmak için dinlenmeliydik bu yüzden hemen uyuduk .

29.Gün ;

  Sabah  kalktığıma Neşe Hoca hazırlanıyordu bile . Bende hemen hazırlandım . İlk yer ; Mevlana Müzesi . Bu müzede az çok neler olduğunu tahmin edebiliyorsunuzdur . Eğer benim gibi aynı şeyleri tahmin ediyorsanız doğru bildik  . Bu müzede Hz. Mevlana’ya ait eşyalar vardı . Müze sade bir yapıdaydı ne iç ne de dış yapımında abartıya kaçılmamıştı . Bu müzeden ayrıldıktan sonra ’Yerköprü Şelalesi’ne gittik . Bu sefer şelaleye fazla yaklaşmadım , etrafta sakar garsonlar da yoktu . Dolayısıyla sorun da yoktu . Bu şelale çok güzeldi . Beğendiğim şeylerin fotoğrafını çekmeyi severim , bu güzelliği de kaçırmak istemedim . Artık otele dönüyoruz . Restoranda meşhur yemeklerden ‘ Sacarası ‘ yedik ve arkasından tabi ki de tatlı olarak     ‘Höşmerim ‘ .Şimdi artık uykuya dalmamamız için bir sebep yoktu . İyi geceler Konya !

30.Gün ;

Büyük bir hışımla kalktığım yatağımı toparlayıp , banyoya gittim ve elimi yüzümü yıkadım . Neşe Hoca da elini yüzünü yıkadı ve hazırlanıp çıktık . Bugün sandaletlerimi giydim . ‘ Kilistra Antik Kenti’ ilk gideceğimiz yer . Daha adımımı atar atmaz sandaletlerimin içi kum ve taşla doldu . Ya böyle olacağını bilseydim hiç giyer miydim , bu sandaletleri ? Neyse ama bu manzara için değerdi . Toprak kokusuyla tarih kokusunun karışımı kokuyordu bu duvarlar . Zaten açık bir yer olduğu için aslında pek de gezilecek bir yer eğildi, görülüp bakılacak bir yerdi . Şimdiki gideceğimiz yer ise ‘ Tropikal Kelebek Bahçesi ‘ . Adından da anlayacağınız üzere kelebeklerle dolu bu bahçe . Oraya gittiğimizde kelebekleri izlemeye doyamadım . Hayatımda ilk defa bu kadar çok kelebeği bir arada görüyorum . Bu yüzden mutluyum . Artık otele gidiyoruz . Arabada çalan şarkıyı bağıra bağıra söylerken ne kadar deli dolu olduğumuz belli oluyordu .

* Bendeki mevsimler sana hep bahar

Üstüne titrerim sonsuza kadar

Gelmesin isterim teline zarar

Yüreğimde açmış gülü soldurmam*

Otele vardığımızda ‘ Fırın Kebabı’ yedik . Tabi ki yanında olmazsa olmazımız ayran da vardı . birlikte Bu iki arkadaş birlikte çok güzel gitti . Odaya çıktıktan sonra kendimi zorlukla yatağa attım .

31.Gün ;

 İlk gideceğimiz yer ; İnce Minareli Medrese. Bu medrese taktire şahyan bir mimarilikle yapılmıştı . Çok güzeldi bu medrese . E tabi ki ince minaresi de vardı . İncecikti , yarım saat bu medreseyi gezdikten sonra gideceğimiz yer ; ‘ Selimiye Cami ‘ . Anlayacağınız üzere adını Sultan Selim’den alıyor .  Bu camiyi uzun süre gezdik   ve havanın kararmasını bekledik .  Çok güzeldi bu cami . Çünkü akşam ışıklar eşliğinde gözlerimizi bayram ettiriyor. Buradan ayrılırken bir restorana gidip Çok meşhur yemeklerden ‘ Papara , Tirit ‘ve ‘ Arabaşı  Çorbası ‘ yedik .Çok çok güzeldi tatları . Bu şehirden ayrılıyoruz ,işte size Konya ! …

*…*Tuğçe Kandemir : Gülü soldurmam

                                                     KARAMAN

Uzun bir yolculuk bizi çok yordu . ‘Toyga Çorbası ve Piliç Dolması ‘ bütün yorgunluğumuzu aldı . Sonra otelden ayrılıp ilk yer olan ; Ermenek Vadisi’ne gittik . Bu vadide tepeler vardı . Bu tepelerin üzeri ise yemyeşildi . Tepede otlar yeşermişti . Çok güzeldi bu vadi . Vadi insanın içini ısıtıyordu . Buradan ayrılıp , tekrar otele döndük . Karaman’a geç vardığımız için gün çabucak bitmişti .

32.Gün ;

Sabah kalkıp, kahvaltıya indik . Kahvaltıda ; ‘ Zülbiye ve Calla ‘ vardı . Tatları da bir harikaydı . Bu yiyecekler Karaman’ın meşhur lezzetlerinden . Bugün  ‘Taşkale Tahıl Ambarı’na giderek başlayacağız . Bu ambarların geçmişi yüzyıllar öncesine dayanıyor . Taşkale Halkı yiyeceklerini burada barındırıyormuş . Burası eşsiz bir güzellik sunuyordu . Sıradaki yer; Hürrem Dayı Evi . Hürrem Hanım biraz sert olduğu için ona halk arasında dayı diye hitap edilirmiş . Burası da onun evi olduğu için Hürrem Dayı Evi olarak kalmış . Bu evin her köşesi tarihle doluydu . Hava kararmaya başladığı için otele dönük . Bugünkü menüde ; ‘Karnıyarık , Sulu Pilav’ var . Bayıla bayıla yemeklerimizi yedikten sonra odamıza çıkıp derin bir uykuya daldık .

33.Gün ;

Sabah erkenden kalkıp kahvaltı yaptık . Sonra da yola çıktık . Bugüne İncesu Mağarası ile başlayacağız .  Bu mağara çok   derin bir mağara ve de çok karanlık . Buraya gelirken mutlaka yanınızda feneriniz olsun , neyse ki biz hazırlıklı gelmiştik . Mağarayı yürüye yürüye gezdik . Sonra da çok derinlere inmeden geri döndük . Mağara çok güzeldi . Buradan ayrılıp Zeyfe Pazarı’na gittik .Burası bildiğimiz Pazar değildi . Herhangi bir şey satılmıyordu doğayla iç içeydi burası . Bu yeşillikte yürüdükten sonra öğle yemeği için restorana gittik. Burada;  ‘Salçalı Köfte  ve Kabak Çullama  ‘ yedikten sonra son gün gezdik biraz Karaman’da . Hava kararmaya başladığında ise bir lokantaya gidip meşhur lezzetlerden ;Sakala Sünen ve Etli Bamya yedik . Artık buradan ayrılıyoruz . İşte size bir fotoğraf …

             

 NİĞDE

Gece yolculuk yaptığımız için çok yorgunduk. Odaya girip , yatağa girmemizle uykuya dalmamız bir oldu …

34.Gün ;

Sabah büyük bir aceleyle kalktım yataktan önce kahvaltı yaptık . Kahvaltı yapıp otelden ayrıldık . Önce Niğde Kalesi’ne gittik . Bu kale çok güzeldi . Dışı Nevşehir evlerine benziyordu . Kalenin içi de ışı gibi çok güzeldi . Son 12 günümüz vardı , on iki gün sonra tekrar Kırıkkale’ye dönmemiz gerekiyordu . Çünkü Neşe Hoca’nın işleri vardı . Her şehre de iki gün düşüyordu . Neyse bu kaleden ayrıldıktan sonra Roma Havuzu’na gittik . Bu havuzun genişliği ve uzunluğu pek fazla olmasa da derinliği vardı . Fotoğraf çekip buradan da ayrıldık . Buradan da Saat Kulesi’ne gittik . Bu kule şehrin tam ortasındaydı . Bu kule yine eskitme taşlardan yapılmıştı . Bugünü geride bırakıp otele döndük ve derin bir uykuya daldık .

34.Gün ;

Sabah kahvaltı yapmadan ayrıldık otelden , yolda birer poğaça alıp yedik . Sonra da Narlıgöl Krater Gölü’ne gittik . Göl çok güzeldi . Suyu da çok berraktır . Bu suyla elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra Eski Gümüşler Manastırı’na gittik .  Burası apayrı güzeldi taşlar oyuktu . Bu da görsellik açısından çok önemli bir yere sahipti . Niğde çok güzeldi . Kalesiyle , gölüyle ve manastırıyla harikaydı bu şehir . Bir kez daha şansım olsa tekrar gelirdim , buna eminim . Artık bu şehirden ayrılıyoruz , evet kısa sürdü ama ben çok eğlendim . Önemli olan kısa anı dolu dolu yaşamak . İşte sizlere Niğde’den bir kare…

          NEVŞEHİR

Çok güzel olduğu söylenen bu şehri ben de görecektim . Mutluyum . Bavulları otele bırakıp , hemen başladık geziye . Önce sıcak hava balonlarıyla başladık . İçimde biraz korku da olsa korkumu yenip bindim bu devasa balonlara . Bütün Nevşehir ayaklarınızın altında işte şimdi , tam da şu an . Turistler dışarıdan gelip , defalarca buraları görürken bizler kendi ülkemizin güzelliklerinin farkında değiliz . İşte bu yüzden değerlerimizi korumalıyız . Buradan sonra bir restorana gidip Testi Kebabı ve Zerdi Pilavı yedik . Çok güzeldi tatları . Sonra da Göreme Açık Hava Müzesi’ne gittik . Bu müze de çok güzeldi . Sergilenen şeylere bayıldım . Artık otele dönmeliyiz , hava kararmak üzere .

34.Gün ;

Sabah kahvaltı yaptıktan sonra ayrıldık otelden . Güvercinlik Vadisi’ne gittik . Bu vadide anlayacağınız üzere yüzlere güvercin vardı ve çok güzel bir manzara oluşturuyorlardı . Bu güzel manzaradan ayrılıp Kapadokya’ya gittik . İşte burası , burası çok çok güzeldi . Harika demek bile ayıp olurdu beklide ama muhteşem ötesiydi . Sırf bu manzara için bile  bu topraklara gelmeye değer . Yarım saat de burada kaldıktan sonra lokantaya gidip Nevşehir Tava , Hoşaf ve Kömbe yedik . Tatları hala damağımda siz de Nevşehir’e gelip bu efsane lezzetleri tatmadan gitmeyin . Artık bu şehirden ayrılıyoruz .

 KAYSERİ

Önce bavulları otele bıraktık . Sonra Mimar Sinan Evi’ne gittik . Burası şuan müze gibi . Mimar Sinan’a ait bir çok eser var burada . Kayseri çok güzel bir şehir . Buradan Ali Dağı Yer altı Şehri’ne gittik . Çok güzeldi , ben biraz korktum ama eski zamanda insanlar sürekli bu yolları kullandığı için korktuklarını sanmıyorum . Burada bir saat kadar durduktan sonra  yemek yemeye lokantaya gittik . Meşhur yemeklerden ; Kurşun Aşı , Sucuklu Köfte Kayseri Mantisi ve mangalda yapılmış Kayseri Pastırması vardı . Hepsi de birbirinden lezzetliydi . Kilo derdine düşmeden bütün tabakları silip süpürdük , hava karardığı için otele dönmek zorunda kaldık .

 35.Gün ;

Sabah erkenden kalkıp kahvaltı yaptık . Kahvaltıda ; Çemenli Ekmek , Cıvıklı ve de Aside vardı . Bunlar Kayseri’nin meşhur yiyeceklerinden .  Hemen masadan kalkıp Arkeoloji Müzesi’ne gittik . Bu müze çok güzel ve görkemliydi . İçerisinde bulunan kalıntılar ağzınızı açık bırakıp , hayretlere düşürüyordu . Bu harika müzeden üzülerek ayrıldık . Sonra da Soğanlı Vadisi’ne gittik . Düşündüğüm gibi değildi , hiç soğan yoktu ama soğandan daha değerli bir manzarası vardı . Çok güzeldi Kayseri , insanının gözünün gönlünün açılmasına sebep oluyordu .

AKSARAY

Aksaray’a gelir gelmez , Sıkma , Burma Çorbası ve Aksaray Tava yiyip , geziye koyulduk . Önce Aksaray Müzesi’ne gittik . Müze devasa büyük ve devasa derecede görkemliydi . En çok da dikkatimi çeken şey etrafı camla kaplı bir kutunun içerisinde bir el kadar insan iskeletiydi . Acaba böyle bir şey gerçekten var mı ? , bu bir insana mı ait ? Cevabı da kendime sakladım . Bu müzeden ayrılıp Kültür Park’a gittik . Bu park çok güzeldi . Ortasındaki nehir parkı baştan başa bölüyordu . Biz de burada bir yere oturup dinlendik , artık hava kararıyor . Otele gidip Karıştırma ve Dolma Mantı yiyip odamıza çıktık ve yattık .

 36.Gün ;

Bugün geziye meşhur Zinciriye Medresesi’nden başladık , çok güzeldi bu medrese . Anadolu’nun her bir yanında olduğu gibi burada da eskitme taşları görebilirsiniz . Buradan sonra Helvadere Gölü’ne gittik . Bu göl o kadar güzeldi ki suyundan alıp yanımda götürmek istedim . Fakat yasak olduğu için böyle bir şey olmadı . Artık Aksaray’dan ayrılıyoruz.

  YOZGAT

Öncelikle uzun yolculuk bizi çok acıktırdığı için otelin restoranında Bulama Çorbası ve Çapçup mantı yedik . Tatları enfes olan bu lezzetlerden ayrılıp, Yozgat Çamlığı  Milli Parkı’na gittik . Bu park çok güzeldi . Böylece gezip eğlendik . Buradan ayrıldıktan sonra da Nizamoğlu Konağı’na gittik, bu konak çok güzeldi . Hakikaten konak ismini sonuna kadar hak ediyordu . Bu konağı gezip , dışarıya çıktık ve arabaya bindik . Hava kararmıştı , hemen otele döndük . Odamıza çıktık sonra tatları bir harika olan Çiğdem Pilavı ve Pezzik Cacığı’nı yedik . Artık uyuma vakti , yarına enerji toplamalıyız .

36.Gün ;

Sabah aceleyle kalkıp , kahvaltı yaptık .  Meşhur Yozgat Böreği’ni yedik . Sonra da Yozgat Müzesi’ne gittik . Bu müzede ne ararsanız bulabilirsiniz . İşte Yozgat Tarihi bu müzede saklı . Artık Yozgat’tan gitme vakti

      SİVAS

Buraya gelir gelmez Atatürk Etnografya Müzesi’ne gittik . Burada Atatürk’le alakalı her şeyi bulabilirsiniz . Buradan sonra da Sivas Kalesi’ne gittik . Burayı da gezdikten sonra  Sivas’ın meşhur yemeklerinden yiyip Kırıkkale’ye geri döndük .

VEDA

Kırıkkale’ye geldiğimizde Sevgi Teyze’yi görmek için evine gittik ve acı haberi aldık . Sevgi Teyze vefat etmiş . Hemen mezarına gittik . Sonra kendi kendime söylendim: ”Toprak bizden sevdiklerimizi aldığı için mi, bu kadar güzel kokuyor ?’’

                                                           Dilan Hamay

                                    Kırıkkale Yıldırım Beyazıt Ortaokulu

              HAYALLERİN GERÇEĞE DÖNDÜĞÜ YER

   Sekinin üstüne ayaklarımı uzatmış kitabımı okuyordum. Gaz lambasının ışığı kitabın eskimiş sayfalarına az vurduğu için yerimden kalkıp lambanın yanına gittim. Bıraktığım yerden okumaya devam ettim. Kendimi kitaba öyle kaptırmıştım ki hiçbir şey görmüyordum. Derken gözüme bir şiir takıldı. Bu şiir bana bir şey anımsatıyordu…
“Yaprak sıkılmıştı ağaçtan, bahane idi sonbahar…”
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Kitabı bıraktım, ayağa kalkıp metal kısmı ısınmış olan gaz lambasını elime aldım. Gaz lambası kadar usanmış olmasam da kendimi dışarı attım. Yapraklar yerdeydi. Tıpkı şiirdeki gibi. Sıkılmış mıydı yoksa yaprak ağaçtan…
Yüzümde gülümseme ile Oylat’ın şelalesine doğru yürüyordum. Gaz lambası sıcak olduğu için biraz korkuyordum. Yok,korkum gaz lambasının sıcaklığı değildi gökyüzünün zifiri karanlığıydı.Yıldızların görünmediği akşamları sevememiştim bir türlü.Oylatın cıvıl cıvıl sokakları sessizdi. Akşam olduğu için herkes evine çekilmişti ben ise her zamanki gibi şelalenin yanında hayal kurmaya gidiyordum tek bir farkla o da bu kadar karanlıkta dolaşmamıştım bu sokaklarda.
Oylatla tanışmamız çok da eski değildi aslında. İki yıl oldu. Ben hasta olduktan sonra tedavim için taşınmıştık İnegöl’e.Oylat’ın şifalı sularının tedavime yardımcı olacağı düşüncesiyle ilçe merkezinden buraya taşınmıştık, bu yüzden burada pek arkadaşım yoktu. Ben de kendimi kitaplara ve yazmaya vermiştim. Aslında Ahlat’tayken de kitapları çok severdim ama orada arkadaşlarım vardı ve arkadaşlarım ailemden sonra en büyük destekçilerimdi. Buraya gelince arkadaşlarımın eksikliğini kitaplarla doldurdum. Ha bir de hayal kurmayı burada öğrendim. Kurduğum hayaller gerçekleşmeyecek kadar sıra dışı değildi ama yine de bana uzak görünüyordu.
Şelaleye varınca coşkulu akan suyun karşısına geçtim. Elime bir kağıt ve kalem aldım. Kâğıda bir şeyler karalıyordum. Yazmak istiyordum, en iyi yaptığım şey buydu fakat kurgu yaratma konusunda pek de iyi değildim. Ancak bunun nedenini anlayabiliyordum, çok uzun bir süredir burada yaşamıyordum ve burası küçük bir yerdi, dolayısıyla pek fazla yer görmemiştim ve büyük maceralar yaşamamıştım. Hayalim ise bir yazar olmaktı ama bu gidişle hobi olarak bile yapamayacaktım çünkü insanların ilgisini çekebilecek şeyler bulamıyordum.14 yaşında bıyıkları henüz terlemiş birisi olarak acımasızca mı eleştiriyordum kendimi bilemiyorum. Bildiğim bir şey vardı: Oylat’ın şelalesine bakarken kendimi çok daha rahat hissediyordum. Ne kadar soğuk olsa da şifalı suya dokunmak beni daha da rahatlatıyordu.
***

Etrafta su sesinden başka hiçbir şey yoktu, saatin epey ilerlemiş olduğunu biliyordum. Her ne kadar buradan ayrılmamak istesem de, ailemi de endişelendirmemek adına geldiğim patika yoldan eve dönmeye karar verdim. Gaz lambasını yerden alıp eve doğru yürüdüm. Yine bir şey yazamamış olduğum düşüncesini göz ardı ettim. Eve vardığımda lambayı yerine koyup bıraktığım kitabımı elime geri aldım. Hiç olmazsa yazmak için motivasyonumu kitaplardan alıyordum. Bir gün benim kitaplarımın da okunup insanları aynı şekilde etkileyeceği düşüncesi bile beni mutlu ediyordu.
***
Günün ilk ışıklarıyla beraber uyandığımda saatime baktım. İşime çok geç kaldığımı anlayınca aceleyle kalktım. Apar topar üstümü giyindim ve dışarı çıktım. Hafta sonları kaplıcada çalışıyordum. Bu benim isteğimdi.Hatta buraya geldiğimizde haftalarca yalvarmıştım babama çalışma isteğimi, o da beni kıramadı sonunda kabul etmek zorunda kaldı.Hafta sonları birkaç saat burada çalışıyor işim bitince kaplıcanın şifalı sularında yıkanıyor ve eve dönüyordum.Tedavi sürecinde sıkça geldiğim bu kaplıcalarda şimdi az da olsa çalışıyor olmak beni mutlu kılıyordu.
Kaplıcalara geldiğimde patronum benim yerime işimi yapıyor, insanlara yol gösteriyordu. Hemen yanına gidip geç kaldığım için özür diledim. Sorun olmadığını gülerek söyledi her zamanki gibi. Patronum beni çok severdi, aslında bütün Oylat beni çok severdi. Hasta olduğum için değildi bu sevgi üstelik artık iyileşmiş sayılırdım, çok problemim yoktu ancak küçükken yürümekte zorlanıyordum. Bu yüzden memleketim Ahlat’ta herkes bana yardım ederdi, böylece herkesle aram iyi olmuştu. Bunları düşünmeyi bırakıp işimi yapmaya koyuldum, insanlara severek yardımcı oluyordum.
İşten çıktıktan sonra, bir dükkanın camında afiş gördüm. Afiş bir yarışma hakkındaydı ve şunlar yazıyordu:

“ KENDİ ÖYKÜNÜ KENDİN YARAT”

Çok heyecanlanmıştım. Afişlerden bir tane alıp hızlıca eve gittim. Annem ve babam heyecanımı anlamış olacaklar ki bana ne olduğunu sordular. Hiçbir şey söylemedim, bu öyküyü yazana kadar da söylemeyecektim. Hemen karalama kağıdımı ve şiir kitabımı alıp şelaleye gittim. Yere oturdum ve şiir kitabımı elime aldım. İçinden bir şiir seçecektim ve o şiir yazmam için ilhamım olacaktı.
Kitabın bir sayfasını açtım ve rastgele şiiri seçtim şunlar yazıyordu:

” Şüphesiz ki hayaller kırılmak için vardır…. “

Evet, başaramayıp hayal kırıklığına uğrama ihtimalim vardı ancak bu yarışmayı kazanma hayalim kırılsa bile yazar olma hayalimden vazgeçmeyecektim. Yarışma, turistik bir mekan hakkında ilham verici bir hikaye yazmak üzerineydi. Yaşamım boyunca çok farklı yerleri gezmediğim fikri yine bana çarptı. Yine mi aynı sebepten dolayı yazamayacaktım? Uzun bir süre düşündüm. Belki birilerine gezdikleri yerler ile ilgili şeyler sorabilirdim ama yazabilmek için orayı gerçekten tanımam gerektiğini hissediyordum. Düşündükçe yazma isteğim kayboluyor, moralim de bozuluyordu. Ümitsizlik yorgun parmaklarımın arasındaki kalemi taşıyamadı, yere düşürdü.
Birden ayaklarıma soğuk bir damla gelince ürperdim. Şelalenin soğuk suyu üzerime gelmişti. Şelaleye bakarken gözlerim parıldadı.
Burası hakkında yazabilirdim, neden daha önce hiç aklıma gelmemişti? Her zaman ilgi çekici şeyler yazabilmek için farklı şeyler görmem, farklı yerler gezmem gerektiğini düşünmüştüm ancak bu, bakış açısıyla alakalıydı. Oylat benim evimdi, en iyi bildiğim yer burasıydı. Ben her şeyi burada yaşamıştım, aklımdaki tüm fikirler burada ortaya çıkmıştı. Burası benim hayatımın odak noktasıydı ve bu hikâyeyi de ben yazdığım için, burasıyla ilgili olmalıydı. İyileştiğim yer,kendimi bulduğum yer olmalıydı yazmam gereken yer.Sıra dışı coğrafi yapısından bahsedebilir 700 metre yürüme mesafesi bulunan oluşumunu tamamlamış fosil mağarada bakmaya doyulmayacak görüntüleri betimleyebilirdim.Ya şelale,kendimi bulduğum yer, şelaleyi anlatmayacak mıydım? Şifalı kaplıcalarından bahsetmeyecek miydim? Buraya taşınmadan önce okumuştum bir kitapta, tarihte ölyat kaplıcaları olarak biliniyormuş burası. Hikayesi oldukça ilgi çekici gelmişti bana. Geçmiş dönemde, Bizans İmparatorluğu hakimiyeti altında olan Oylat o dönemde bir tekfurun kızının hastalanması ile bu ismi alıyordu.Kıza bir türlü şifa bulamayan hekimler,son bir tedavi seçeneği olan kaplıca tedavisini uygulamak amacıyla bu isimsiz kaplıcayı uygun görüyor.Şifa bulamayan kız her gün burada yıkanıyor.Hekimlerin bir zamanlar öl-yat dedikleri bu kızın eski güzelliğine ve sağlığına kavuşması ise çok zaman almıyordu.
Tekfurun kızının hikayesi bana ne de çok benziyordu. Mekanımı bulmuştum, peki konu ne olacaktı? Bunun hakkında da biraz düşündükten sonra karar verdim. Oylat’ta geçen, en iyi bildiğim hikayeyi yazacaktım. Kendi yaşamımı. Burada yaşadığım şeyleri, hayallerimi, bu hikayeyi yazma sürecimi bile, yazmaya karar verdim.Şelaleye doğru yola koyuldum.Oylat’ın göbeğindeki kaplıcalardan şelaleye giden bu 2 km’lik patika yol hayatımda yürüdüğüm en güzel yoldu.Belki de yürümeye burada başladığım içindi bu ama etrafımdaki yeşillikler ve su sesi içerisindeki bu tırmanışın tadını hiçbir yerde bulamıyordum.Şelaleye vardım.Hikayemi burada yazacaktım.Kendimi bulduğum yerde,kendim olduğum yerde,ayaklarımın üstünde durduğum,parmaklarımın gücünü hissettiğim yerde.

***

Bir hafta geçmişti ve ben hikayemi bitirmek üzereydim. Aklıma hiçbir şey gelmediği için yazmadığım zamanların aksine şimdi beynimden geçenlere kalemim yetişmiyordu. Bir hafta boyunca her akşamüzeri şelaleye gelmiş ve hislerimi kağıda dökmüştüm. Hikayemin girişine şöyle başlamıştım…

“ Sekinin üstüne ayaklarımı uzatmış kitabımı okuyordum. Gaz lambasının ışığı kitabın eskimiş sayfalarına az vurduğu için yerimden kalkıp lambanın yanına gittim.Bıraktığım yerden okumaya devam ettim. Kendimi kitaba öyle kaptırmıştım ki hiçbir şey görmüyordum. Derken gözüme bir şiir takıldı. Bu şiir bana bir şey anımsatıyordu…”

Oylat’ta yaşayan bir çocuğun hikayesiydi. Çocuk hastadır, babası da Oylat’ın suyunun iyileştirdiği kişileri dinler ve onu buraya getirir, çocuk burada yaşamaya başlar. İlk zamanlar biraz yalnız kalan çocuk kitap okumaya ve yazı yazmaya başlar.Bu arada kaplıcanın şifalı sularıyla her gün yıkanan çocuk sağlığına kavuşur.
Kendi yaşadıklarımı aktararak hikayeyi yazıyordum. Hikayeye biraz da şiir katmıştım, kendi yazdığım şiirlerdi.
Hikayemi okuyanlar, yazdığım şiirlerle beraber beni ve duygularımı daha iyi anlayacaktı. Burada yaşadığım süre boyunca gördüğüm Oylat’ ın geleneklerini, özelliklerini ve insanlarını da anlatmıştım. Benim için can alıcı kısmı ise şöyleydi:
Çok heyecanlanmıştım. Afişlerden bir tane alıp hızlıca eve gittim. Eve vardığımda hemen karalama kağıdımı ve şiir kitabımı alıp şelaleye gittim. Yere oturdum ve şiir kitabımı elime aldım. İçinden bir şiir seçecektim ve o şiir yazmam için ilhamım olacaktı.
***

Sonunda bitirmiştim. Hikayemin bir kopyasını verdim ve beklemeye başladım. Bu arada anneme, babama ve patronuma öykümü okumayı ihmal etmedim. Mutluluklarını görünce ben de mutlu oldum. İki hafta boyunca Oylat’ın şelalesine okudum öykümü şelalenin gür sesiyle inatlaşıp avazım çıktığınca bağırarak okudum.
İki hafta geçtikten sonra haber geldi, birinci olmuştum. O kadar çok sevinmiştim ki kelimelerle anlatılmazdı. Haberi aldığımda şelaledeydim ve sevinç çığlıklarımı bütün Oylat duymuştu…

O haftanın nasıl geçtiğini hatırlamıyorum bile.

Hafta sonunda ödül takdimi vardı. Ödül töreninde alkışlarla sahneye çıktım. Hikayemin kahramanının kendim olduğumu öğrenmişlerdi ve bana bunu nasıl başardığımı sorduklarında ise şöyle cevap verdim:

“Hayal kurmaktan vazgeçmeyerek, sakın hayal kurmaktan vazgeçmeyin”

Doğruydu, başarısızlıktan korkup bunu yapmasaydım kazanamazdım da. Yazdığım hikaye bütün İnegöl’de duyulmuştu ayrıca bu Oylat için de iyi olmuştu. Çünkü ulusal bir yarışmada birinci olan bir öykü Oylat’a olan ilgiyi artıracaktı. Ben de hayallerime kavuşmuştum. Biraz daha cesaretlenip bir kitap yazacaktım, Ne zaman başlarım bilmiyorum ama kitabımın sonunu şimdiden yazmıştım. Neden böyle yaptım bilmiyorum belki de hep sonları hayal ettiğim için.”Hastayken sağlıklı olmayı hayal ettiğim gibi.”

Geleceğe dair umut etmeyi ve hayal kurmayı; geleceğe dair korunacak yerleri korumayı unutmayın. Bu yerler insanlara ilham kaynağı olabilir;
Bu yerlerde, ilham kaynağı olan insanlar da yetişebilir.

                                                          Sıla Karataş

                   Bursa Ortaköy Süleyman Ezim Ortaokulu

                    SICAKTIR KARADENİZ İNSANI

                                                                                              1

Annemi ve babamı bir trafik kazasında kaybettim.Çok değil üstelik daha bir hafta oldu.Babam savcı annem ise ev hanımıydı.Babamın son davasından sonra evimize tehdit mektupları gelmeye başlamıştı.Babam beni tüm olanlardan uzak tutmaya çalışsa da ben her şeyin farkındaydım.Babam ve annem üzülmesin diye hiçbir şey belli etmiyordum. Çünkü onları kendimden çok daha fazla seviyordum.Hep böyle yaparlardı.Beni kötü olan her şeyden uzak tutarlardı.Ama ben annemin acı dolu gülümsemelerinden , babamın yüz ifadelerinden her şeyi anlıyordum.Babam mesleğine bağlı ve bu işi gönülden yapan bir insandı.Antalya’da yaşıyor olsak da aslında Trabzon Yomralıydık.Kaza yaptığımız gün benim on yedinci yaş günümdü. Annem yol boyunca bu gece çok güzel geçecek oğlum dese de içim hiç rahat değildi.Çünkü babam çok endişeli gözüküyordu.Annem bir şeyler olduğunun farkına varmış olacak ki o tatlı gülümsemesi kayboluverdi ay gibi parlayan yüzünden.Ardından babam sessizliğini bozdu. Bana dönerek “ Seni çok seviyorum bunu aklından hiç çıkarma “ dedi.Babam ilk kez böyle donuk bir sesle korkarak konuşmuştu.Midemde uçuşan kelebeklerin kanatları canımı acıtırken annem söze girdi. “ Kağan , oğlum biz seni çok seviyoruz canımızdan çok “ derken sözlerinin boğazına takıldığını hissetmiştim.Dalıp gittiğim sırada annem tekrar konuştu.” Ne olursa olsun sen çok güçlü b.r çocuksun.Her şeyi başarabilecek kadar zeki , tüm zorlukları aşacak kadar azimlisin.” Dedi ve sonra acı bir çığlık koptu.Son hatırladığım şey de bu çığlık oldu.Gözlerimi açtığımda hastanedeydim.Ufak tefek sıyrıklardan başka bir şeyim yoktu.Babam ve annemin neydi o söyledikleri ? Neredeydiler ? Neden bu kadar endişeliydiler ? bunları kendime sorarken doktor girdi.Annemi ve babamı kaybettiğimi söyleyen psikolog beni yol kenarında bulduklarını , annem ve babamın arabada bir sorun olunca beni arabadan ittiklerini söyledi.Kendileri uçurumdan yuvarlanacakken bile beni düşünmüşlerdi.Ben ağlamaya başlayınca psikolog beni sakinleştirdi ve dinlenmem için odadan ayrıldı.Aradan geçen iki saatten sonra kapıyı çalarak içeri giren babamın avukatıydı.Babamın borçlarına giden para , konut , iş yeri vb haricinde bana Tarbzon’da bir tekne ve birkaç daire kalmıştı.Bütün bu olanlardan yeni haber olan akrabalarımız hastaneye geldi . Babaannem feryat figan ağlıyordu.Annemin iki teyzesinden başka kimsesi yoktu.Bütün bu olanlardan sonra artık burada yapayalnız bunca hatırayla kalamazdım.

                                                                               2

Cenazeden sonra babaannem ve dedem ile Trabzon yolculuğu başlamıştı.Dedem Karadeniz’in bütün hırçınlığını taşıyan soğukkanlı i donuk birisi olmasına rağmen bana karşı çok sıcak davranıyordu.Beni hep uşağum diye sever ve öyle seslenirdi.Odamın 2 katlı evimizin çatı katındaki oda olmasını istedim ve dedem bir haftalık çalışma sonucu artık odamda kalmama izin vermişti.Her seferinde beni mutlu etmeyi başarıyordu.Ertesi sabah çinko çatıya hoş bir ezgiyle vuran yağmur sesiyle uyandım.Camdan dışarıya baktığımda bu  zamana dek sadece tablolarda gördüğüm bir manzara karşıladı beni.Kocaman dağların sadece en üst kısımlarına harika bir düzenle yerleşmiş sisleri gördüm.Dağların eteklerinde ise derelerin kızgın birer boğa misali iki dağın arasında yankılanan sesleri.Kelimelerin kifayetsiz kaldığı hoş görüntü eşliğinde huzur veren sesler.Aşağıya indiğimde bir haftadır gördüğüm en zengin içerikli kahvaltı olduğunu fark ettim.İneklerden elde edilen sütün işlenmesiyle elde edilmiş tereyağı , tulum peyniri , çkelek , dört beş çeşit değişik reçel , üstünde duman tüten muhlama , taze ekmek , tavşan kanı çay ve daha neler neler.Ben kahvaltıya hayranlıkla bakarken dedem geldiğimi fark etmiş olacak ki her zamanki gibi günaydın uşağum dedi içtenlikle.Ben de onun gibi yapmaya çalışarak günaydın dede dedim , oturma odasının uzun camına doğru yönelerek. Manzaradan gözümü alamıyordum.Sislerin yavaş yavaş kabolduğunu ve yağmurun durduğunu gördüm.Ben aklımdan acaba hep böyle mi buralar diye düşünürken dedem yanıma geliverdi.Sanki içimi okuyordu.Oğlum dedi.Tebessüm etse de sesindeki inatçılığı hırçınlığı sezebiliyordum.Beni korkutsa da güven vericiydi.Zor duyulan bir sesle sonunda efendim diyebilmiştim.Şiveli bir sesle bu söyleyeceklerimi acın bu kadar tazeyken söylemek ne kadar doğru bilmiyorum ama tüm bu olanları atlatmalısın ve şu ana kadar tam bir Karadenizli gibi acını bize belli etmemeye çalıştın . Bu konuda çok başarılısın.Ama hayatın güzelliklerine de sırt çevirmemen gereken bir yaştasın.Buralar çok güzeldir.Dağları , yaylaları en çok denizi diyerek sözlerini bitirdiğinde omzuma tonlarca ağırlık bindi ama sağlam durmalıydım.Haklısın dedeciğim dedim kendimden emin bir ses tonuyla.Dedemin gözleri bir an mutluluktan parlasa da aniden kayboldu yüzündeki gülümseme.Yine Karadeniz gibi yazın ortasında simsiyah yağmur bulutları indi gözlerine.Cama daha da yaklaştı uzaklara doğru baktı.O halde dedi.Seninle bugün gezmeye gideceğiz.Hava da açıyor hem dedi. Bir anda gözlerim sevinçle büyürken ağzımdan dökülen küçük sevinç çığlıklarıma engel olamadım teklifini hemen kabul ettim.

Hemen kahvaltımızı yapıp evden çıktık.Yolda giderken kulağa farklı gelen sesler duyunca deme döndüm.Merakımı anlamış olacak ki anlatmaya başladı.Biz buna kuş dili diyoruz , insanlar bu şekilde birbiriyle konuşuyor dedi.Şaşırmıştım.Yürümeye devam ettik.Çarşıda bir kutlama olduğunu gördük.Büyükçe bir pankartta Geleneksel Trabzon günleri yazısını gördüm.Ortada horon tepen bir grup genç vardı.Üzerindeki kıyafetleri sadece filmlerde görmüştüm.Çok değişik gelmişti.Dedem bir anda yine bir tur rehberi edasıyla konuşmaya başladı.Osmanlı döneminde Samsun ile Batum arasında geleneksel giyim kuşam böyleymiş.Ben bu kıyafetle 5 yaşımda tanıştım uşağum.Ben de senin gibi çok şaşırmıştım ama babam bana bu kıyafetlerden giydirince mükemmel hissetmiştim kendimi.Mutlaka her Karadenizlinin bir defa da olsa giymesi gerek dedi.Senin de diye muzip bir bakışla ekledi.Giymeyi tabi ki isterim diye karşılık verdim ben de.Hemen beni bir mağazaya götürdü.Bu mağaza çok ilgimi çekmişti doğrusu.Burası çok turist karşılayan bir mağaza olduğundan yöresel kıyafetler mankenlerin üzerine giydirilmiş ve bir müze gibi her mankenin yanına da bir yazı iliştirilmişti.Gözüme kendinden topuklu birçok renk ve çeşidi bulunan lastik ayakkabı takıldı.Bu lastik ayakkabının adının kara lastik diğer adıyla Trabzon lastiği olduğunu öğrendim.Burada çalışan bir adam bir anda elini omzuma attı.Giyim kültürün en önemli ögelerinden biridir.Yörenin iklimi , halkın yaşam şekli dini inançları gibi pek çok konuda bilgi verir dedi.Ağzım açık kaldı.Daha neler öğrenecektim.Birkaç gömlek , kara lastik ve şalvara benzeyen bir pantolon aldık.Hava biraz daha düzelmişti.Dedeme balık tutmaya gitmek konusunda çok ısrar ediyordum.Beni kırmayacağını biliyordum.Tamam dedi.Birini arayıp tekneyi hazırlamalarını söyledi.Sahile çok yakın bir yerdeydik.Yürüyerek gitmeye karar verdik.Yemyeşil dağların arasında rüzgar saçlarımızı birbirine karıştırırken şelalelerin huzur veren sesleri ve dere ile buluştuğu anki o güzel ritim beni bambaşka dünyalara götürüyordu adeta.Benim buralarda gördüğüm en güzel şey samimiyetti sanırım.Herkesin gözlerinin içi gülüyor.Sonunda düşüncelerimden sıyrıldım.Sahile gelmiştik , dedemin teknesini gördüğümde küçük dilimi yutacaktım.Dedem her şey hazır uşağum artık gidelim deyince kendime geldim.Korkuyordum ama sadece bu görkeme kapılmaktan.Hayatıma böyle devam edemezdim.Sonuç olarak anı yaşamaya karar verdim.Her şeyi unutup o anı yaşadım sadece  .  Günün nasıl biteceğini düşünmeden dünlere aldırmadan dedemin tek mirası olarak yaşayacaktım anı.Her şey çok güzeldi.Kovalara balık tuttuk.Geri dönmeye karar verdiğimiz sırada ben bir teklifte bulundum , denizin ortasında bu balıkları pişirip yesek nasıl olurdu.Bize nelere mal olacağını bilmiyordum.Oysa tek istediğim anı yaşamak dedem ile vakit geçirmekti.Buna çok ihtiyacım vardı.Akşam fırtına çıkacağından habersiz teknenin bir o yana bir bu yana sallanışları zaman geçtikçe hızlanıyordu.Dedem fırtına çıkacağını anlamıştı.Dümenin başına geçse de artık çok geçti.Teknemiz su almaya şimşekler çakmaya başlamıştı.Yine aynı şey olmuştu galiba bütün sevdiklerimi kaybediyordum . En son hatırladığım şey yüzmeye çalıştığımız sonrası yok gibiydi.Uyandığımda dedem boylu boyunca yanımda yatıyordu.Bu kez hastanede değil sahil kıyısındaydık.Ambulanslar vardı etrafımızda . Dedemin baş köşesine oturup çaresizce bekledim.Elimden gelen bu kadardı.Konuşamıyordum , etrafımda ambulansta çalışan görevliler vardı.Aynı zamanda dedemin kalbinin attığını hastaneye gideceğimizi söylediler.Dedemin iyi olduğunu öğrenince çok mutlu olmuştum.Birkaç saat sonra dedem uyandı.Beni görünce tebessüm etti ve korkma diye fısıldadı.Gelen hastane polisi çok şanslısınız sizi balıkçılar kurtarmış.O fırtınada sizin için denize atlamışlar.Gene çok şaşırmıştım.Hiç kendimi bu kadar değerli hissetmemiştim.Dedem şaşkınlığımı anlamış olacak ki yaşlı ya da genç fark etmez burada hiç kimse kimseyi yarı yolda bırakmaz , ölüme terk etmez . Polisin dediği gibi bizim şansımız kurtulduğumuz için değil Karadenizli olduğumuz için diyerek göz kırptı.

Benim Karadenizden öğrendiğim en güzel şey buydu belki de . Kimse kimseyi yarı yolda bırakmazdı.Hepsinin kalbi birbirinden güzeldi.Birbirlerini üzerlerdi belki ama kötü gününde arkasında durmasını da bilirlerdi.Galiba son bir ayda hayatımda olan onca kötü şey bunca güzel şeyin habercisiymiş.Unutmayın , hiçbir acı sonsuza dek sürmez . Acılar mutlaka yerini güzelliklere bırakacaktır.

                                              Damla Kaya

               GİRESUN ÜLPER ŞEHİT ÜMİT KILIÇ YBO

 

 

ANADOLU KADINI

Sıcak bir ağustos günüydü . Ayşe Teyze ,Akdeniz’in o kışın bile duyulduğunda kalpleri ısıtan sıcağında  şehirde yaşayan torunlarının onu ziyarete gelmelerini bekliyordu .

“İyi insan lafın üstüne gelir .” denir ya , işte o an tam da bu oldu ve Ayşe Teyze’nin durmadan gıcırdayan tahta kapısı tık tıklandı . “Babane aç kapıyı biz geldik !” bu ses büyük torunu Murat’ın haylaz sesiydi.  Yaşlı kadın: ”Yettim gari guzular.” diyerek o tatlı konuşmasıyla koşarak kapıyı açtı. Birbirinden tatlı iki küçük torunu ve oğluyla gelini onu görmeye gelmişti onca yıl aradan sonra.Anne oğul doya doya öptüler birbirlerini, sıkı sıkı sardılar.Onca yıldır görüşmemenin verdiği buruklukla bakıştılar ”Annem, haydin içeri girin gari.” Ayşe Teyze’nin bu çağırısıyla o derin sessizlik bozuldu

Oğlu:

-Ana biz de seninle kalmayı çok istiyoruz.Ama biliyosun iş bekletmeye gelmiyor.

Ayşe Teyze:

-He oğul bilirim, iş beklemez ama anan bir ömür bekler seni de mi?

Oğlunun bu sözlere alındığını anlamış olacak ki bir kahkaha patlatarak şaka yaptığını dile getirdi saf Anadolu kadını.

“Haydi güzel gelinimi bekletme,gidin buradan karanlık çökmeden he mi? Ben torunlarımnan  vakit geçiricem daha”

Ayşe teyze,oğlu ve gelini ile vedalaştıktan sonra torunlarıyla birlikte ufacık ve bir okadar da eski köy evine girdi.

Torunları ise nineleriyle birlikte vakit geçireceklerinden ötürü, sevinçten havalara uçuyorlardı. Çünkü çocuklar ninelerini çok sever, onun yayla anılarını, gençliğinden başından geçen olayları dinlemeye bayılırlardı.

Ayşe teyze çocukları içeri geçirip sofraya oturtarak birbirinden lezzetli yöresel Antalya yemeklerini onlara sundu.  Torunları karınlarını doyurduktan sonra ninelerinin dizinini dibine geçip oturdular

Küçük torunu Ece başladı anlatmaya:

Babaanne biliyor musun babam size yeni bir bilgisayar aldı. Abimle bilgisayar başında çok eğleniyoruz

Bir sürü oyun oynuyoruz …

Ayşe teyzenin yüzü düştü, nasıl olur da bu modern dünyanın modern makineleri  çocukların gençlerin aklını çelmiş; onların doğal güzelliklerden, ailelerinden, gerçek hayattan bu denli uzaklaştırmıştı .Ayşe teyze bu düşüncelerden kurtulmaya çalışarak torunlarına dalından yeni koparılmış enfes Antalya portakallarından ve ev yapımı turunç reçellerinden hazırladığı tepsiyi getirerek torunlarına ikram etti.

“Alın guzularım kendi el cağızlarımdan sizin için topladım yiyin garİ.”

Çocuklar ikramlardan atıştırırken Ayşe teyze Yörükler hakkında konuşmaya başladı

Ece ,Murat canım torunlarım “Yörük “ nedir bilirmisiniz?

Çocuklar önce birbirlerine sonra ninelerine bakarak bilmediklerini mimikleriyle ifade ettiler . Ayşe Teyze:

“Yörük “ sözcüğü yürüyerek kelimesinden gelmiştir nenem.Biz Yörükler geçmiş tarihlerden bu yana göçebe bir yaşam şekli süredururuz . Kışları olduğumuz yerde galır , yazları yaylarımıza hayvanlarımızla birlikte göç ederiz .

“Evet Babaanne Eceyle daha önce duymuştuk bunları  ama maalesef  üstüne çok düşmedik .” diyerek  ninesini böldü Murat .Lakin hatasını anlayarak ninesinden özür dilemeyi ihmal etmedi.

Bir süre daha Yörükler hakkında konuşulduktan sonra ,Ayşe teyze çocuklara köyünü gezdirmeye teklif etti . Çocuklar büyük bir zefkle ninelerinin teklifini kabul ettiler. Ertesi gün hep birlikte köyü  gezmeye başladılar .Ayşe teyze : ”Şuraya bakıverin gari çocuklarım ,küçükken burada oynardım akedeşlerimnen .”gibisinden geçmişi anıyordu .

Çocuklar köyü çok sevmişlerdi .Köy o kadar doğal ve zararsızdı ki ,çocuklar şehirleriyle bu güzel yerin arasında dağlar kadar fark olduğunu düşünmeden edemediler .Burası çok yeşildi,bir sürü ağaç ,çiçek ve daha nice güzellik burada mevcuttu .Ama şehir binalarla dolu olmakla birlikte ,insanlar teknolojik ürünlerle zamanlarını öldürüyorlardı. Köydeyse insanlar birbirleriyle çok samimiydi .Ece ve Murat düşüncelerini biricik babaanneleriyle paylaştılar .  Kadıncağız torunlarının bu kadar düşünceli olmalarına çok sevindi .Ve bir ekleme yaptı:

Çocuklar siz bizim köyün eski halini göreydiniz  o vakit ne ederdiniz  gari . Eskiden köyümüz ne denir ona ?.. Hee hatırladım, daha “ORGANİK” idi. Birkaç yıl önce şehirli adamlar köyümüze gelip emektar ağaçlarımıza ,yeşilliklerimize zarar verip ,tahrip midir nedir onu ettiler. Geriye bir bunlar kaldı . Bu güzellikler de “Allah ‘a emanet .”

Ayşe teyze çok duygulanır ,üzülürdü bu tür konular açıldığında . O an  da aynısı oldu ve kadıncağızın sesi titremeye başladı ama konuşmasına yine de devam etti .”Siz  siz olun çocuklarım sakın bu güzelliklere ,yaşam kaynaklarımıza zarar vermeyin ,verdirtmeyin!”

Ece ve Murat’ı çok etkilemişti bu ders veren konuşma.

İki kardeş ninelerinin bu sözlerinden sonra birbirlerine ve babaannelerine bir söz verdiler.  Bundan sonra bilgisayar,  tablet,telefon… gibi cihazlarla zamanlarını öldürmek yerine doğayla iç içe olup, aileleriyle bol bol  vakit geçirip ve en önemlisi vatanlarının her karış toprağını sonsuza dek koruyup kollayacaklardı. Bu son derece duygusal konuşma devam ederken köy muhtarı Mehmet Emmi görüldü:

-Ooo Eşe teyzem (Yörükler Ayşe yerine Eşe derler )dorumların bunlar gari ?

Ayşe teyze:

-Evet muhtar oğlum torunlarım Murat ve Ece beni ziyarete geldiler.

-Memnun oldum çocuklar ben Muhtar Mehmet buradakiler bana Mehmet Emmi derler.

Çocuklar da kendilerini muhtara tanıttıktan sonra Mehmet Emmi Ayşe Teyze’ye :

-Eşe Teyze hazır torunlarım gelmişken şu bizim yaylaya gitsek yaz bitmeden, hem çocuklar da görmüş olur yaylamızı. Ne dersin?
Ayşe  Teyze bu fikre çok sevindi ve yaylaya gitme teklifini hiç düşünmeden kabu l etti . Çocuklar da yaylaya gitmeye dünden razılardı zaten. Çok geçmeden Mehmet Emmi ,Ayşe Teyze ve çocuklar yaylaya gitmek üzere yola çıktılar .

Yaylaya vardıklarında hava kararmıştı, bir süre gökyüzünü seyrettiler. Yıldızlar buradan çok güzel  gözüküyorlardı. Yayla ise insana huzur veren havasıyla ,misafirlerinin içini ferahlatıyordu . Bir süre daha  gökyüzünü seyrettikten sonra Ayşe Teyze, torunlarına yıllardır aklından çıkmayan, onda değişik hisler uyandıran anısını anlatmak için söze girdi:

-O vakitler göççüktüm hele dokuz on yaşlarında fila  ,anamgile her işte yardım ederdim. Gene öyle sıradan bir gün idi. Koyunları gütmeye çıkaracaktık. Kıra çıkmadan evvel anama bir soru sordum:

“Ana bu ağaçlar ,çiçekler felan neden bu kadar önemli bizim için ?”

Anam köylü, eğitimsiz bir kadın tabii o vakitler .Amma tabiatın önemini iyi bilen bilinçli bir kadındı.Bana “Küçük gızım ağaçlar bizim kalbimiz gibidir, kalbimiz de en önemli organımız. Kalp durursa kişi yaşamını yitirir. İşte ağaçlar da zarar görüp yok olursa, biz onlara zarar verirsek oksijen denen gaz yok olurve bizim hayatımız son bulur, nefes alamayız. Aay deli kız! Lafa tuttun beni, haydi koyunları gütmeye!’’

Anamla aramızda geçen bu konuşma beni çok etkilemişti doğrusu. Ben bir taraftan anamın konuşmasını  düşünürken bir taraftan da koyunları  gütmeye başlamıştım. Koyunları güderken de ağaçlıklardan duman çıktığını gördüm. Öyle bir korktum ki anlatamam. Çığırıp durdum: ‘’Gomşular, yetişin, yangın var!’’  Amma kimsecikler gelmedi, yangını gören duyan olmadı.  Geç kaldılar. Ağaçlar falan her şey yandı kül oldu. Ben nefes alamıyordum,hayvanlar ölüyordu, dünya kararmıştı. Gözlerim tam kapanacakken bir ses duydum: ‘’Eşe gızım kalk.’’ Anamın sesiydi bu. Meğerse uyuyakalmışım çobanlık yaparken. Konuşmamızın etkisinde kalmış olacağım ki böyle bir düş gürdüm.

Ece ve Murat heyecanla dinliyorlardı ninelerini. Değişik, bir o kadar da ilginç bir anıydı bu onlar için. Nineleri konuşmaya devam ediyordu: ‘’Çocuklar bu anımı anlatmamın sebebi ufak da olsa sizi hem bilinçlendirmek hem de ders almanızı sağlamaktı.’’

Gerçekten de iyi bir ders olmuştu bu çocuklar için. Ayşe Teyze de çocuklar da günlerce yaylada kaldı ve çok güzel günler geçirdiler. Ece ve Murat bir aylık bir sürede düşünce olarak olgunlaştıklarını fark etmişlerdi. Artık hayata geniş bir çerçeveden bakıyorlardı. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi, bu ziyaretin de sonu gelmişti. Çocukların okulları açılacaktı. Ece ve Murat bu güzel yayladan bir daha ki tatile kadar ayrıldılar.

Ayşe Teyze de dualarıyla torunlarını uğurladı.

 

ANTALYA İSTİKLAL ORTAOKULU

2
This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

Ad Remove Ads [X]
Skip to content