BEHÇET NECATİGİL
SERİN MAVİ
26.06.955[1]
Sevgili Eskimo,
İşte nihayet Erbaa’dayız. İki gece üç gün süren bir yolculuktan sonra rahata kovuştuk. Dün çok yorgun olduğum için mektup yazamadım. Zaten yazmak istesem de vakit bulamazdım. Hısım akrabanın hücumuna uğradık. Ancak şimdi yalnız kalabildik. Tombul[2] dışarıda İnci’yle[3] oynuyor. Birbirlerini o kadar sevdiler ki bir dakika bile ayrılmıyorlar. Hayatlarından çok memnunlar. Tombul çok keyifli. Öyle ki “İstanbul’dan Erbaa daha güzel.” diyor. Biraz evvel “Selma, babana mektup yazacağım, bir söyleyeceğin var mı?” dedim. Bana “ Babasını Selma çok özledi, hemen Erbaa’ya gelsin diye yaz.” dedi. Dönmeye hiç niyeti yok. “ Sen git, ben burada kalacağım.” diyor.
Bizim rahatımız pek yerinde. Şahane bir ev, büyük bahçe, etrafımızda fırıl fırıl dönen bir gelin var.
Sen ne âlemdesin? Okula gittin mi? Hep seni düşünüyorum. Sıcak odalarda kim bilir nasıl bunalıyorsundur. Kendine iyi bak. Dibek Sokağı’ndakiler[4] ne yapıyorlar? Orası serin oluyor. Boş zamanlarını orada geçirirsen sıcağı ve Tombul’un yokluğunu daha az hissedersin.
Behçet, misafirler geldi. Kalemi bırakmam lazım. Mektubu akşam postasına yetiştirebilmek için burada kesmem lazım.
Sabahat[5] ve Fahamet’in[6] gözlerinden, Beybabamın[7], teyzemin[8] ellerinden öperim. Bana ihtiyacın olursa hemen yaz. Selam ve sevgilerle gözlerinden öperim. Bu taraftan da bol bol selamlar.
H. Necatigil
Adres: Cumhuriyet Mahallesi Sokak:35 Ev:2
Erbaa
Hikmet Korkut[9] eliyle
[1] Huriye Necatigil’in yaz tatilinde, memleketi Erbaa’ya gittiğinde yazdığı mektuplardan.
[2] Behçet Necatigil’in, büyük kızı Selma’yla o yıllardaki hitap şekli.
[3] İnci Korkut, Huriye Necatigil’in yeğeni.
[4] Behçet Necatigil’in baba evinin bulunduğu sokak.
[5] Sabahat Gönül, Behçet Necatigil’in büyük kız kardeşi.
[6] Fahamet Gönül, Behçet Necatigil’in küçük kız kardeşi.
[7] Behçet Necatigil’in babası Necati Gönül’e tüm ailenin hitap şekli.
[8] Safiye Hanım, Behçet Necatigil’in baba evinde aileyle birlikte yaşayan uzak bir akraba, haminne de denirdi.
[9] Hikmet Korkut, Huriye Necatigil’in ağabeyinin eşi.
Behçet Necatigil, 28 Ağustos 1950 tarihli bu fotoğrafı eşinin annesi Lebibe Hanım’a verirken arkasına şu satırları yazmış:
“Bunlar sizin oğlunuz, kızınız
Fazla bir şey yok bu fotoğrafta
Acaba sizde bu resimleri olmasa
Onları yine hatırlar mısınız?”
Ankara, 10 Şubat 1961 Cuma, saat 20.00[1]
Eşim,
Anam ağladı. Dünyanın en belâlı şeyi sıkan ayakkabıdır. Ne kıskanç kadın ne âşık olamamak ne evinden uzakta bir otel odasında sabahın beşinde çay kaynatıp kahvaltı edemeyerek aç açına 07.30’lara kadar üst üste rezil sigaralar içmek… Hiçbiri, sadece sıkan ayakkabılar. Anam ağladı. Dükkânların açılmasını zor bekledim. Seksen liraya yumuşak ve bol bir çift ayakkabı (sen pabuç diyorsun, oysa pabuç âdi bir kelime!) aldım. Şimdi anam gülüyor. İnsanın ayağı rahat olmazsa daha ne!
Toplantı tam 19.00’da sona erdi, saat 17.00’den itibaren bazıları teker teker tüydü. Ben kaldım sonuna kadar. Para verecekler, ayıp! Hiç değilse sessizce sonuna kadar oturmasını bilmeliyim. Bildim. Sonra gidip çok külüstür bir meyhanede iki tek attım. Şimdi çok gürültülü bir kahvede 08.30 olmasını bekliyorum. Dün senden korkumdan bir tiyatroya bilet almıştım, oraya gideceğim.
Ne Füruzan’a ne Gülten’e[2] uğrayamadan geleceğe benziyorum, Pazar geç saat biterse toplantılar. Biletimi (otobüs) bu sabah aldım. Ne diye kalayım daha fazla? Baba Ayşe gibi, baba Selma gibi var mı? Sen gibi var mı? Gördüm yeteri kadar dişi babaları her yerde. Hepsi bir. Aşk yok dünyada. Sıkmayan bir ayakkabın varsa bütün mutluluklar senindir. Kongo[3]. Yüzde bin. Neyin yüzde bini? Her şeyin. Öperim.
B.
[1] Türk Dik Kurumu toplantılarına katılmak üzere Ankara’ya gittiğinde yazdığı mektuplardan.
[2] Füruzan ve Gülten Hanım, Behçet Necatigil’in akrabaları.
[3] Behçet Necatigil’in şiiri: “Kongo” (Şiirler, Bütün Yapıtları, YKY, 2002, Eski Toprak kitabından)
Stuttgart, 4 Temmuz 1972, Salı[1]
Sevgili eşim, kızlarım,
Gölgelerin çökmeye başladığı bir park köşesinde, akşam garipliğini duyarak dinleniyorum. Pazarkayaların evine yakın bir park. Dolaşırken beni buraya getirdi.
Üzerimde bir kırıklık var, bir halsizlik. Burası serin, üstelik yağmur da yağdı üç gün. Üşüttüm besbelli ya da çiçek aşısı tutmuş, kabuklanıyor. Belki de onun yaptığı bir nöbet.
Dün parayı alınca bir daktilo aldım, bu sabah oturdum çalışmaya. Oradayken müsveddesini hazırladığım incelemeyi temize çekiyorum. Başka yolu yok. Sarmıyor beni buralar. İstanbul’un gürültüsü, çekişmesi, tozlu sokakları iyidir.
Neyse, benim görüşüm bana, siz iyisiniz ya! Şu yaz aylarında güç kuvvet toplamaya bakın, kışlar çetindir; indiğim kışla.[2]
Pazarkayalar çok yakınlık gösteriyor. Tavan arasındaki eşya odasını bana bıraktılar. O katta başka odalar da var ama hepsi boş, kilitli. Burada âdetmiş, her dairenin çatı katında bir sandık odası olması. Benden önce İsveç dönüşü Nevzat Üstün ve eşi kalmış bu odada, sonra otomobilleriyle Fransa’ya gitmişler.
İsteklerinizi yazın şimdiden, aman yükte hafif şeyler olsun. Selma, Ayşe ne istiyordunuz? Nasıldı fotoğraf makinesi, özellikleri neydi? Yazın. Hiç belli olmaz, biz de gidebilirmişiz diye ya da ayıp olur düşüncesiyle geldim buralara. Hiç belli olmaz, kaçıp gelebilirim. Fakat dayanmak lâzım. Sağlığım düzelir de gönlümce çalışabilirsem bu kadar sıkılmam tabii.
Mektup yazın. Gözlerinizden öperim.
B. Necatigil
[1] “Deutscher Akademischer Austauschdienst” organizasyonunun davetlisi olarak Almanya’ya gittiğinde yazdığı mektuplardan.
[2] Behçet Necatigil’in “Kışla” şiirinde şöyledir: “ Bunlar senin/ Son yumuşak günlerin/ İndiğin yerleştiğin/ Kışla/ Acıyı/ Kim inkâr eder.” (Şiirler, Bütün Yapıtları, YKY, 2002, Zebra kitabından)
Merano- Untermais Ottoburg Pansiyonu
Sevgili Bayan Milena,
Size Prag’dan sonra Meran’dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız. Böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız; onun için yazıyorum bugün. Sakın kırmış olmayayım sizi? Ne kaba bir elim olmalı ki isteklerime böyle aykırı davransın ya da daha kötüsü “Bugünlerde biraz soğuk alıyorum.” demiştiniz. Belki bu iyi günleriniz geçti, yine sıkıntılarınız başladı. Kim bilir? Sizi kırmış olmam kuşkusu yersiz, biliyorum. Söyleyecek sözüm de yok bu konuda; ama rahatsızsanız ne fena, öğüt veremem. Ben kim, öğüt vermek kim! Yalnız şunu sormak istiyorum; neden biraz ayrılmıyorsunuz Viyana’dan? Başkaları gibi yurtsuz değilsiniz ki! Bohemya’ya gidip dinlenemez misiniz? Ama belki bilmediğim nedenlerden dolayı Bohemya’ya gitmek istemezsiniz. Öyleyse başka bir yere gidin. Meran’a gelsenize! Hiç geldiniz mi buraya?
İki şey bekliyorum sizden; ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki “Üzülme, iyiyim.” ,ya da yazacaksınız bana.
Ne tuhaf… Yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla getiremiyorum da gözümün önüne, pastanede masaların arasından geçip gidişinizi çok iyi anımsıyorum. Biçiminizi, giysinizi görür gibiyim.
Candan Kafka
Polverista, 30 Ekim 1919
Sevgili Zevcem,
Bu hafta 22, 23 Teşrinievvel tarihli iki mektubunu aldım. Üç kızımdan da 22 tarihli birer mektup geldi. Mektuplarınız böyle çok geldikçe ne kadar sevindiğimi bilmezsin. Mektup yazmakla mektup okumak burada benim için iki ibadet yerine geçti.
En vecitli zamanlarım bu iki ibadetle meşgul olduğum zamanlardır. İki haftadır mektupların çok ümitli, çok meserretli! İşte benim de istediğim, ruhunun daima böyle kuvvetli olması idi. Bütün mektuplarımda hep senden bunu istiyordum. İnsana ruhun bu kuvveti nerden gelir? Allah manevî bir güneştir ki nuru, vecd dediğimiz tatlı duygulardır. Göğün güneşi doğunca nasıl gözler nur içinde kalırsa gönlümüzün güneşi doğunca da kalbimiz vecitlere, meserretlere gark olur. Biz Allah’ı gözümüzle görmeyiz; fakat kalbimizde duyduğumuz meserretler onun nurudur. Demek ki gözümüz onu görmüyor, fakat kalbimiz duyuyor. Meserret Allah’ın nuru olduğu gibi korku, keder, hiddet duyguları da şeytanın ateşidir. Kalbimizde bu duygular bulunduğu zaman ruhumuza şeytan hâkim olmuş demektir. O hâlde ruhumuzdan şeytanı daima kovmaya çalışmalıyız. Şeytanın vesvese sesleri kulağımızdan kesilince ruhumuz korkudan, kederden, hiddetten kurtulur. O zaman kalbimiz şeytandan temizlendiği için Allah gelir; kalbimizdeki arşına oturur. Gönlümüzün güneşi doğunca tabii onun nuru olan tatlı vecitler de ruhumuza bir yağmur gibi boşanır. Şeytanı ruhumuzdan kovmak, Allah’ı kalbimizde daima hazır bulundurmak; işte Türkleri metanetli ve cesur yapan bu iki ruhî ameliyedir. Şeytanın yaklaşamadığı bir kalp; korkudan, kederden, meyusluktan, ümitsizlikten âzâdedir. Allah’ın hiç ayrılmadığı bir gönül daima meserretli, daima vecitlidir; her lâhza ümitli, her lâhza metanetlidir. Şeytan, insanın vâhimesidir, fakat bu vâhime iptida cemiyette doğar. Fertteki vâhime, içtimaî vâhimenin bir gölgesidir. Fakat insan kendi şahsiyetine sahip bulunursa muhit vâhimeden kurtulmaksızın da kendisi evhamdan kurtulabilir. Şimdi sendeki bu metanet beni çok sevindirdi. Artık eski meraklardan, endişelerden kurtuldun. Demek ki birçok ay boş yere üzülmüşsün. Benim nasihatlerimi o zamandan dinlemiş olsaydın, benim gibi daime meserretli ve metanetli kalacaktın. Ne ise, bugünkü metanetli ve meserretli duygularından çok memnunum. Evvelce mektuplarını okudukça kederlerine iştirak ederek ben de kederlenirdim. Şimdi ise bilakis, benim cüz’î bir kederim varsa mektupların onu izale ediyor.
Tıraş takımı, kolalı gömlek göndermeye hacet yok. Burada daha iyisi ve daha ucuzu var. Gazete ve mecmua gönderiniz. Ben istemeden para göndermeyin diye yazmıştım. Dinlememişsiniz. Kırk İngiliz lirası gönderdiğinizi yazıyorsunuz. Ne ise, hiç olmazsa bundan sonra sözümü iyi dinleyiniz. Parayı alınca yazarım. Kışlık kostüm geldi. Seniha’nın, Hürriyet’in, Türkan’ın, Fatma’nın, Şeref’in, Beyhan’ın, Zeki’nin gözlerinden öperim. İhsan Bey’e, Nedim, Zekeriya, Ali Beylere selâm. İkbal’e de selâm. Feyziye ve Hoca Hanımlara selâm. Sevgili zevcem!
Ziya Gökalp
30 Mart 1931, Ankara
Sevgili Adnan,[1]
24 tarihli mektubun geldi. Hemen yazıyorum.
Ders meselesinin seni memnun etmesi beni de biraz müteheyyiç etti. Her hâlde Columbia’da “most fasinating course” nâmıyla benim kurun nâm ve şânı hâsıl oldu. Yalnız geçen ay eşeklik ettim; çok konferans kabul ettim, hem de parasız. Gerçi kütüphanecilere vermek bir nevi kitapların satışını da tezyid etmek oluyor. Sen o İlhan’ın kitabını al, zarar yok. Snobizm olsun. Ben bugün çıkıp senin kitapları göndereceğim. Şükür dün akşam “Sulh” a ait konferansı verdim. Bu ay Seymour Kız Koleji’nde (16’sında) bir konferansım var ki eskiden angaje idim. Onun haricinde konferans kabul etmeyeceğim. Zamanımı ansiklopedi için “Feminizm” makalesi ve derslere hasredeceğim. Fakat ziyafet ve davet, entelektüel ve profesör gruplarını kabul etmek mecburiyetindeyim.
Ayet’in[2] inşallah banka işi olur. Gelir gelmez sen beni orada bir deniz kıyısına ucuz bir yere götürmek için şimdiden hazırlan. Beni biraz fazla zayıf ve saçlarımı beyazlamış bulacaksın. Fakat sıhhatimde bir şey yok. Zayıflık hasbaya yaraşıyor da yalnız yatıp dinlenmek, açık havada baş başa, uzun uzun oturmak ihtiyacı var. Şimdi geçen hafta vekayiini sana bir rapor edeyim:
Elkus[3]lerde bir ziyafet, zavallı paralitik ve yürekler acısı, fakat beni görmek istemiş. İki uşak kolunda odaya ve sofraya getirdiler. Bizim tarih şubesi “colleague” leri ve bir meşhur ressam ve karısı vardı. Yemekten sonra konsere götürdüler. Evvelsi akşam Seligman’nın kardeşi iyi ve akıllı bir koca karının evinde Felix Adler, Seligmanlar Metropoliten Operası primadonnalarından harikulade iki beyaz omuza sahip, güzel bir kadın, Columbia profesörleri vesaire. Adler, buranın entellektüel muhitinde bir nevi küçük peygamber. Sekseninde bir ihtiyar… Küçük vücut, kocaman kafa, kocaman burun, içine gömülmüş iki küçücük göz. Çenesinin altında beş altı kıl, ihtiyar, müstehzi, mutaarrız bir keçiye benziyor. Bununla beraber, nadiren bu kadar olgun kafalı şayanı dikkat bir insan gördüm. Sofrada yanımda idi. Çok iyi, ihtiyar bir karısı var. Hemen her şey konuşuldu. Adlerler otomobillerinde beni mektebe bıraktılar. İki ihtiyarın bir boynuma atılmadıkları kaldı. Her hâlde “ ethical culture”, “entelekya”sını tamamen zapt etmiş gibi görünüyorum. Bu muhitte bir hayli davet var.
Dün akşam Park Lane Hotel’in Ball Room’unda mâhut Sulh Konferansı yedi yüz kişi, bir sürü adam ayakta, ben konferansın şimdiye kadar verdiklerimin en iyisi olduğuna kaniyim. Gerçi, her beş on dakikada alkışlar oluyordu. Hâzırûnu pek karışık, pek santimantal, haylisini sulu buldum. Acem, Hintli, Fransız, Suriyeli, Rus, bir lord, karışık halk vardı. Tabii hepsi Bahaî. Bahaîler, ethical culture halkı beni muhitlerine kazanmak için çok gayret ediyorlar. Zekâ nokta-i nazarından ethical culture halkı faik görünüyor.
İşte sana upuzun bir mektup, sevgili. Bugün yine Ferara’nın karısı ile bir öğle yemeği ve yarınki derslere hazırlanmak var. Mektep kaçkını çocuklara hak veriyorum. O kadar bugün tembelliğim var. Eski dünyayı ve seni çok göreceğim geldi. Muhabbetle hasretle yanaklarından öperim, sevgili Adnan’ım.
Halide
[1] Adnan Adıvar, Halide Edip Adıvar’ın eşi.
[2] Ayet Sayar, H. Edip’in büyük oğlu
[3] Abram I. Elkus, Amerika’nın Türkiye’deki elçilerinden.
SIRA SİZDE
ÖYKÜ AKSOY
20180021
8.GRUP
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Published: May 2, 2018
Latest Revision: May 12, 2018
Ourboox Unique Identifier: OB-471278
Copyright © 2018